Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can yazdı: Mağduriyet mi muktedirlik mi daha güçlü?

Geçtiğimiz hafta “Adını Koyalım” yayınında, “Erdoğan’a Kim Neden Oy veriyor?” sorusuna cevap aradık. Bahse konu başlığa ilham veren, Ayşe Çavdar’ın geçen hafta sonu burada yazdığı yazıydı

Bu günlerde çok sık sorulan bir soruya yanıt arıyordu Ayşe: Bu kadar yönetim beceriksizi, yarattığı ağır sorunların altında memleketi ezen, en önemlisi artık kendi tabanına bile hayrı olmayacak hale gelen bir iktidarın alabildiği desteği nasıl açıklamak gerek? Bu ısrarı sürdürenler kimdir? Ayşe Çavdar, hem kişisel deneyimlerinden hem yaptığı çalışmalardan süzerek, “‘Bütün hayatımı yanlış yaşamış olamam, öyle olsa bile bunu kabul edemem’ şeklinde özetleyebileceğim bir halet-i ruhiye bu” diyerek özetliyor bu kalabalığın hissiyatını. Ortalama bir sağcının ama özel olarak ideolojik mensubiyeti daha sivri, dindar veya milliyetçi bir sağcının zihin dünyasında, kendine yabancı olanla ilgili kompleksli algının ve mağduriyet kisvesine bürünmüş kibrinin izini sürüyor. Bu iktidarı desteklemeye devam edenler, sadece bir süreliğine kandırıldığı için sınırlı sorumlu olmadığının gayet farkında aslında. Başından itibaren parçası olduğunu bildiği büyük yanlıştan dönmek o yüzden hiç kolay değil. Ayşe Çavdar, bu insanların yanlışı sürdürmekten başka çareleri olmadığını düşündükleri için, bilişsel uyumsuzluk teorisi uyarınca kendilerine mantıksal kestirmeler icad etmeye çalıştıklarını anlatıyor. Ve başarılı kategoriler sıralıyor. Şiddetle okunmasını tavsiye ederim. 

Her yerinden patlayan, ifşa ve itiraflarla ortalığa saçılan kirli ilişki ağı, nasıl kendi güvenliği için iktidara yakın duruyorsa, seçmenin bir kısmı da elbette öyle davranıyor. Bunların önemli bir kısmı, iktidarın yaptığı kötülükle kendi pozisyonlarını fazlasıyla yapışık gördükleri için, kopmaları kolay olamıyor. “Endişeliler” başlığı altında toplanabilecek, birileri tarafından da temsil edilmek istenen bir çevreden bahsedildiğini sıkça duyuyoruz. Tamamını yeniden mağduriyet korkusu yaşayan masumlar olarak betimlemek pek isabetli değil. Devri sabık korkusu, sadece karşısındakilerin soracağı hesaptan değil, kendisiyle yüzleşmekten de kaçış anlamına geliyor. Çünkü yanlıştan dönmek, kendine ağır bir hesap vermek de demek. “Kandırılmışız” deyip sorumluluğu kandırana yükleyip ilerlemek, yanlıştan dönmek olmuyor. Neyse, sayıları ne kadar bilmiyorum ama yanlıştan dönmeye niyetli, arada sıkışmış bir kesim olduğunu kabul edebiliriz. İdeolojik körlük ve senelerdir beslenmiş iflah olmaz düşmanlığın peşini bırakmayanların da ciddi bir yekün oluşturduğunu düşünebiliriz. Açıkça hala çıkar temin eden ve -sadece maddi olmayan-  kazandıklarını kaybetmek istemeyenleri de listeye eklemek mümkün. Ben bunlarla kimi zaman kesişim kümeleri olan bir başka gruptan söz etmek istiyorum: “Dişine kan bulaşmış olanlar”

Ülkemizde özel bir örneğini deneyimlediğimiz sert esen otoriterlik rüzgarı, bütün gezegende hala hakim durumda. Yükseliyor olduğuna inanmasam da en azından karşı dalganın yokluğunda kuyruğu dik tutuyor diyebiliriz. Şimdilik geçici saydığı yenilgilerden bile fazla etkilenmemiş gibi yapabiliyor. Diktatörlükler, otoriter, totaliter iktidar formları ve hatta faşizm bu yüzyılın icadı değil. Popülizm de kutuplaştırma da milenyum sonrası keşifler sayılmaz. Sahte mağduriyetlere inandırılmış veya rahatsızlıklarını işaret edilen düşmanlıklara kiralayan kalabalıkların dünyaya büyük felaketler yaşatmasına önce de tanık olduk. Ancak şimdi içinde bulunduğumuz dalga, önceki yüzyılın anlık sert kırılmaları yerine, kronikleşmiş bozulmaların üzerinde ilerliyor. Neredeyse 50 yıldır “tek seçenek” iddiasıyla dayatılan iktisadi-siyasi modelin kronik krizlerini, dönemin ruhuna uygun biçim ve hızda kullanma kabiliyetine sahip. Dünyada ve Türkiye’deki bu dalganın destek çekirdeğinin, öfkesi kabarmış veya aradığı cevapları bulamamış mağdurlar üzerine kurulduğunu düşünmüyorum. Sağ popülizmin bu alanı destek potansiyeli olarak kolayca işlediğini biliyoruz ama dalganın asıl taşıyıcı motivasyonu, mağduriyet hissiyatından daha çok muktedirlik şımarıklığı gibi duruyor.  

İktidar sahiplerinin en sıkıştıkları anlarda kibirden tasarruf etmeyip, kaba güç gösterilerine abanması rastlantısal değil. Engelsiz, denetimsiz iktidar ve bunun sağladığı muktedirlik tatmini, tabana yayılan ve kendi destek çekirdeğini yeniden kuran bir dinamik halinde işliyor. Doğal (otantik) çoğunluk ve “asıl sahiplik” iddiasına sahip olduğuna inandırılmış kalabalıkların mağduriyetlerini giderme vaadi, desteği dengesiz kılıyor. Çünkü bazı mağduriyetler telafi edilirken, yenilerinin yaratılması ihtimali çok yüksek, kıt kaynakların aynı tatmini sürekli sağlaması ise imkansız. Türkiye’deki ekonomik kriz tam da böyle bir etki yarattı. Mağduriyet ve sağlanan telafi imkanlarıyla şekillenen iktidarın destek tabanı (kısmi pragmatikler) çabuk çözüldü. Ancak, iktidarın muktedirliğinden ve daha önemlisi “ötekiler” üzerinde kurabildiği üstünlük hissinden nasiplenen çekirdek, hem daha dirençli hem de sıkıştıkça sertleşme eğiliminde. Sayıları giderek artan acayip saldırgan vaazlar, hutbeler, fetvalar, tabana yayılmış bu muktedirlik hissinin tezahürleri gibi görünüyor. İstanbul Sözleşmesi, Ayasofya ve daha pek çok hamle, yeni destek temininden daha çok bu duyguyu besledi. Belki şöyle de söyleyebiliriz: Başkalarının formüle ettiği -abartılmış- mağduriyet anlatısı yerine, -Necip Fazıl tarafından müjdelenmiş- saldırgan muktedirlik daha dirençli yapıştırıcı. 

Bu durum, Türkiye’ye özgü ve bu coğrafyadaki siyasal yelpazeyi şekillendiren tarihsel/kültürel hatlarla ilgili -artık pek açıklayıcı olmadığı anlaşılmasına rağmen- diye düşünmek mümkün. Bu durumun ideolojik katılık (körlük) ve özellikle siyasal İslamcılığın tasavvurundan kaynaklandığı da iddia edilebilir elbette. Ancak dünyadaki diğer örneklere bakınca, meselenin küresel ve bildik ideolojik çerçeveleri aşan bir veçhesi olduğu görülüyor. Hemen her yerde son derece yıkıcı süreçleri tetikleyen gelişmelere ve ciddi yönetim zaafiyetlerine (başkalarının eksik bıraktığı cevapları tam verememelerine) rağmen, muktedirlik iddiasından ve bunun transferini bir vaat olarak ileri sürmekten geri durmayan despotlar, taban tutmaya devam edebiliyor. Ayrıca kurumsal demokrasi olduğu iddiasındaki ülkelerde bile, alışılmadık zorlamalara karşı direnç beklendiği kadar etkili olamıyor. Daha da fenası, muktedirlik dinamiği üzerinden şekillenen yeni otoriter çoğunlukçuluk, siyaseti biçimlendiriyor, bozuyor. Karşıtını kendine tabi kılmaya devam ediyor. Birilerinin çoğunluk olarak başkalarının üzerinde iktidar kurabilmesi fikriyle mücadele yerine, muktedirliği temsil edenin durdurulması üzerine kurulu perspektif baskın hale geliyor. “Otoriterler böyle durdurulur” reçeteleri çok tutuluyor. Ya da başka muktedirlik heveslilerinin iştahını kabartıyor. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.