Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Aydın Selcen yazdı: Hudut namus ama kolluk kimde, kıllık onda

Efendim fi tarihinde merhum Şurşil, dilinin ucu yukarı bükülü halde dudaklarının sol tarafından dışarıda, sağ gözü ise –kim bilir aşırı konsantrasyondan mı, hipermetroptan mı, yoksa belki puro dumanından mı bilinmez- kısılı olduğu halde, elindeki cetvelin başını İskenderun Körfezi cenahına koyup, ucu çiğnenmiş kurşun kalemiynen Zagros cenahına körlemeden düz bir çizgi çekmiş. Aha emperyalislerin üzerimize giydirdiği deli gömleği! Gitti ümmetin yarısı, heder oldu necip millet eyvah! Anılar dünde, Musul-Kerkük bir gecede Irak’ta kaldı cancağızım, artık yeni şeyler söylemek lazım…

Ammaaa, ne demişler: Devler gelir, devler gider… Keser döner sap döner, sap döner hesap döner. Kurt kışı atlatır amma, yediği ayazı unutmazmış. Netekim yine kösler gümbürdüyor, yine zurnalar carıldıyor, pınarları nemli gözleriyle analar çeyiz sandıklarından albayrakları mübarek elleriyle çıkarıyor. Cümle şarkülavsat eşrafı ve sakini, bitap çehreleri Ayasofya cami-i kebirine dönük, “Seni çok özledik baba, bitsin bu hasret” diye adeta inliyor. Dağ kovuklarında, mağaralarda bir avuç Allahsız kitapsız affedersiniz Ermeni dölü olmaları kuvvetle muhtemel teroris ise kadınlı-erkekli korkularından tir tir titriyor, kaçınılmaz akıbeti bekliyor.

Hah hah hah, kefere: Ne oldu o Lozan’da patlattığınız Lanson şampanyalar? Londra’daki mason localarında tefeciler kulaktan kulağa “Bu çılgın Türklere güç yitmez yiğenim” diye fısıldaşıyor. Vaşington bunkerlerinde acil koduyla (!) yapılan toplantılarda ABD derin devleti “Türklerin Kore ruhunu maalesef yine biz uyandırdık” yollu otopsikanalitik değerlendirmeler yapıyor. Sayın Putin Kremlin’de buz mavisi gözleri karşısında esas duruşta bekleyen savaş kabinesi mensuplarına dikili vaziyette, “Benimle sıcak denizler arasındaki yegâne engel Türklerdir ve eğer tarih rehberimizse o engel asla aşılamaz, Türklerle ancak cebren anlaşılabilir” itirafında bulunuyor.

Derken soğuk terler içinde uyandım. Tövbe estağfurullah, sanki göğsüme gergedan oturmuş. Çat yaktım ışığı, “gündüz niyetine” diye mırıldanarak uzanıp başucumdaki bardaktan kana kana su içtim, hatta bardağı kafama diktim. Kalkıp abdestimi tazeledim, geri yattım. Fakat uyku tutmuyor bir türlü. Dön sağa, dön sola. Yok. “Bu böyle olmayacak, halklarımızı aydınlatmam gerek” dedim. Evet, o ulvi vazife yine şahsıma terettüp etmişti. Yüzüme avuç avuç soğuk su çaldım, her iki yanağımı da defaatle eşanlı tokatladım. Yetmedi, aynada boş gözlerle kendime bakan kendimi “Mermiler seksin, bu âlemde teksin” diye teşyi pardon teşvik de ettim. Ve taksimi bitirip, nihayet peşreve geçtim.

Hak, hukuk. Had, hudut. Türkçesi sınır. Düşünün, haydi zülfiyâre dokunmasın eski devir olsun: Yeşilköy’e gitmişsiniz, elinizde uçak bileti, öğreniyorsunuz ki denetim ÖKK’ya geçmiş, havaalanı kapalı. Canım nereden uydurdun? E Habur’da durum sittin sene böyleydi. Orası da sınır kapısı değil mi? Üstelik canlı günlerinde diğer tüm kara sınır kapılarının toplamına eş değer “ciro yapan” bir kapı. Hala daha çakmak bakış-çatık kaş tayfaya bugün sorun, “Türkiye-Suriye-Irak sınırlarının kesişim havalisinde Ovaköy’den aşağıya girdin mi greyderle, ver elini Telafer” derler. Irak sınırı 330 kilometre. Bunun 300 kilometresi dağlık. Kalan düzlük kısımda da Habur var işte. Yani ecdad hoşluk olsun diye açmamış oraya o kapıyı.

Dönelim Suriye’ye. Değil ilk kurşun, ilk kesekağıdı patladığında sivri akıllara gelen önlem bu taraftan Arapları buraya buyur ederken, Kürtleri orada tutalım idi. Tarihsel Kobani ıskasını da unutmayalım. Ya 2014 yılında nedense bekletip, bekletip sanki herkesin sinirlerini oynatmak için tam da 29 Ekim’e denk getirerek peşmergeyi Kobani’ye geçirmek yerine TSK müdahil olsaydı? İçeri girmeden, sınırın bizim tarafından da destek verilebilirdi. Ama maksat mutasavver terör koridorunu önce dilim dilim dilmek sonra berhava ve istila etmekti. Askeri konulardır! Beka mevzubahisse, bakiyesi teferruattır. Sınıra da duvar örüldü. Neden sonra? Erdoğan’ın ifadesiyle “oradan hicret edenlerin, iltica edenlerin ağırlığı” bize geldikten sonra. Sonra sınır ileri yürüdü, nasıl yerine geri geleceği de başa dert oldu.   

Güney sınırı da denizi aştı adaya çıktı. Kıbrıs dosyasında atılan demir ne fırtınalar gördü ama zinhar bir milim taramadı maşallah. Çözümsüzlük, çözümdür. Bana inanmayan hiç yoktan Büyükelçi Selim Kuneralp’in “Kıbrıs’ta iş işten nasıl geçti?” ve “Türk’ün Türk’e propagandası” yazılarına beşer dakika ayırıp, okuyuversin. Haydi beni şuursuz, cahil, Kürtçü diye harcarsınız da, tatlı canlarınız sağolsun mühim değil okur baştacı, liyakat deyince herhalde Selim Bey’e sallayamazsınız.  

SSCB yıkıldı, insancıklar 70 yılın ardından gözlerini kırpıştırarak tımarhaneden dışarı boşandı. Gürcüler, Çerkesler, Azeriler cümle milletlerle kucaklaşıldı, akrabalar özlem dolu muhavereye girişti. Hemşinliler hariç. Onlar Ermenistan’dan gelenlerle konuşamadı. Sınır da derhal mühürlendi. Bugün bilmemkaçıncı tur istişareler berdevam. Karabağ’ın işgalden kurtarılmasına rağmen. 

Meriç çizgisinden sınır ise diyafram gibi içeriden dışarı esnetilir yeri gelince. Baraj kapakları açılır. Fakat heyhat, çoğunluğu İstanbul’a yerleşik Suriyeliler evlerinden, işyerlerinden kımıldamaz. Afganı, Afrikalısı sınırda perperişan olur. Neticede mevzu AB’den ücreti mukabili suhuletle tatlıya bağlanır.  

Laik cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, Nahçıvan’la sınırı bitiştirmeyi İran’la, Hatay’ın ilhakını Fransa’yla ortamı kollayıp, bağlamı değerlendirerek, akılcı al-verler üzerinden ve diş göstermeden, pazu sıkmadan çözmeyi bilmiştir. Yine Atatürk sıcak çatışma biter bitmez, çatıştığı taraflarla masaya oturma dirayetini de göstermiştir. Kimlik-yönelim konusunda kafası nettir. Sorunlu dosyaların temizlenmesine, komşularla üçgenler kurmaya, genç cumhuriyete ayakbağı yaratmayacak biçimde diplomatik zemin yaratmaya öncelik vermiştir. Herhalde Atatürk kendi memleketi Selanik’e dönüp bakmamıştır bile. Bugün de bize Abdülhamit’in Alatini Kasrı’nda “Bana bir tüfek getirin” dediği hikâyeler anlatılır.

Günümüzdeyse çatışmalar bitmez, ateşler yanmasa da korlar harlanır, fırsat kollanır, yeri gelir nice kollar bükülür. Lozan ve Montrö, “geliştirilecek” metinler olarak, üzerine inşaat yapılacak ucu demir filizli bırakılmış betonarme kolonlar olarak görülür. Ta ki Merkez Bankası kasaları boşalıncaya dek. Ama herkese var, Şakir’e yok! Herkesle barışılabilir de Kürtlerle asla eşit konuşulması teklif dahi edilemez. Kürtlerle ağabey-kardeş, etle tırnak olunması mümkündür. Sınırdan içeri 500.000 Iraklı Kürt gelirse devlet yıkılabilir, dört milyon Suriyeli Arap gelirse güçlenir büyürüz. Sınırlar “günün koşullarında” ileri taşımak üzere çizilmiştir. Sınırlar ancak ileride savunulabilir. İmparatorluk bakiyesi “kutsal emanet” dosyaları Ermeni, Rum, Kürt, emperyalizmle (yani ABD ve AB) mücadele üzerine nice şanlı kariyerler kurulur. O arada Batı emperyalist olur, komşusunun gırtlağına çöken Moskof emperyalist de, kolonyalist de haşa olmaz.

Çerkes, Abhaz, Boşnak, Arnavut’un atayurtlarından büyük yerli nüfusu bu milletin hamurunu oluşturmuştur, asli unsurdur. Kürt de buralıdır. Ancak Sünni, hatta Nakşibendi, hatta Nakşibendi Halidi, Mevlana Halit’in halifelerinden Şeyh Şamil “Kafkas Kartalı” olarak baştacı edilir, bir diğer halifesi Abdüsselam Barzani ise Musul’da kendi de Kürt olan Diyarbakır Valisi Süleyman Nazif tarafından astırılır. Levent Köker hocamız durumu şöyle açıklıyor: “(1924 anayasasıyla) Türk milliyetçiliği, 1921’de halkçılık esası üzerine ilan edilmiş olan Türkiye devletinin yeni ‘temel normu’ haline getirilmiştir.”

Millet, halkın yerini merhum babamın beni kaldırıp yerimi alırken söyleyegeldiği gibi “Hak gelince, bâtıl gider” diyerek almıştır. Oysa bugün halk da yetmez, halkların çoğulcu cıvıltısı kutup yıldızıdır.  Ulus olmak, her gün iman tazelenen bir gönüllü birliktelik olsa gerektir. Öbür türlü toplum, toplama dönüşür. Ancak karargâhta dirsek temas aralığına geçilip, her sabah tabur alınır. Sınırlar bir bakıma lumbarağzıdır. Kolluk kimdeyse kıllık ondadır, yeri gelir çarşılar yanar, Hazır Kıta geceleri devriye atar, DİSKO ihtimali her daim vardır.  

Şimdi, Lviv dönüşü Erdoğan’ın ağzından Esat ve Sisi dahil herkesle iletişim kanallarının açık tutulmasının ve uzlaşı yahut başka deyişle siyasal çözüm aranmasının diplomaside, devlet idaresinde esas olduğunu öğreniyoruz. Bakalım irredentizm, revizyonizm, neo-ottomanizm türevi virüslere de artık sürü bağışıklığı geliştirebildik mi? Bakalım sınırlarımız artık huzura erip, yerlerinde kalacak mı, yerlerine geri dönecek mi, sınır kapılarının tamamı da işler ve işlek kılınacak mı?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.