Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Dış politika seçimlerde ne işe yarar?

Uyguladığımızı varsaydığımız liberal demokrasinin temelinde hükümetlerin eylemlerinden sorumlu oldukları varsayımı yatar. Vatandaşların bir şekilde seçip başa getirdikleri hükümetlerin işi vatandaşın beklentilerini yerine getirmek. Eğer sözlerini tutmaz, beklentileri karşılamazlarsa da ilk seçimde koltuklarını kaybederler, öyle denir. Bu varsayım geçerliyse, herhangi bir hükümetin attığı her adımın seçmende bir karşılığı olması gerekir, aksi takdirde bir hükümet aklından bahsedemeyiz, hükümetler bazılarımızın bildiği sokaktaki sarhoş adamın “rastsal” yürüyüşünden daha bilinçli bir yolda olmalılar. Tabii ki vatandaşlar her politikaya eşit derecede önem vermiyorlar, vatandaşlar arasında da bu konuda farklar var, bazı konular bazı vatandaşlar için daha önemli, bazıları daha önemsiz. Üstelik hükümet bütün vatandaşların görüşlerini ciddiye almak zorunda da değil, seçim kazandıracak kadar vatandaşı tatmin etmek yeter. Eğer durum böyleyse, bir hükümet kendi seçmenleri arasında kimsenin fazla umursamadığı bir konuda her istediğini yapabilirken; çok fazla kişinin önemsediği bir konuda eli kolu bağlı kalabilir, çizginin dışına da çıkamaz.

Resim bundan daha karmaşık elbette. Hükümetlerin iç dinamikleri var, öyle tek bir vücut gibi hareket edemezler, hükümet ve devlet içerisindeki farklı grupların farklı politika tercihleri çatışır, politikalar öyle belirlenir. Eğer bir koalisyon hükümetiyse, destekçilerin reddedeceği politikaları uygulamak kolay olmaz, ilk fırsatta alaşağı ederler. Muhalefet partileri var, sizin gönül rahatlığıyla kulağınızın üstüne yatıp unutabileceğiniz bir politikayı, örneğin göçmen politikasını hem sizin hem de muhtemel seçmenlerinizin gözüne sokabilirler, sizi tavır almaya zorlayabilirler. Bunun baskı grupları var, medyası var, tatmin etmeniz gereken, sizi oraya getiren ya da götürebilen parti örgütü var; bu kişi ve grupların da politikalar üzerinde bir etkisi var. Bu işin sonunda da kafası meşgul, dikkati az, kakofoni içerisinde ne duyduysa ne anladıysa buna göre kanaat oluşturup seçim zamanı mührü eline alan vatandaş var. Böyle bir silsilede en dikkatli şekilde düşünülmüş, iyice hazırlanılmış hükümet politikaları, kâğıt üzerindeki bir çiziktirmeye kolaylıkla inebilir, kendisinin karikatürü bile olamaz.

Bugünlerde de ilk fırsatta değiştirip yerine eskisini ya da başka türlüsünü koymaya çalıştığımız cumhurbaşkanlığı hükümet sistemimiz de aslında biraz önce tarif ettiğim resmi basitleştiriyor ya da öyle sanılıyor. Bu yüksek siyaset konularının tartışıldığı oda ne kadar kalabalık ne kadar gürültülü olursa olsun; cumhurbaşkanı kulaklarını kapatıp bir karar verebiliyor, o kararın da bedelini, öderse sandıkta tek başına ödüyor. Bu sistemlerde -ve aslında günümüzdeki çoğu demokraside- siyaset kişiselleşip magazinleştiği için de sandıkta oylanan yürütülmüş ince ayar politikalardan çok liderin kendisi olduğundan, her kararın bedelini de ödeyeceğini söyleyemeyiz. Lider, sadece halkın değil, hükümetin ve belki de devletin vücuda gelmiş hali olduğundan; seçimler de bir tür referanduma dönüşüyor: “Seviyor musun, sevmiyor musun?”

Başkanlık sistemi savunucuları kendi sistemlerini hızı nedeniyle överken -ki gerçekten hızlı alınıyor kararlar ve geriye kararlar- yerindeliği konusunda çok da iddialı değiller; bu sistemlerde alınan kararların daha doğru olması için hiçbir neden yok. Hele, vatandaşları karar verme sürecine katma, farklı seslere kulak verme ve en önemlisi bu vesileyle hataları öngörme konusunda bu sistemin hiçbir artısı yok; seçim sandığında ne kadar cürmünüz varsa, o kadar yer yakabiliyorsunuz. Bir yerde başkanın atadığı memurlardan oluşan kabinesi başkana yön göstermekten ziyade onun kararlarını onaylama, meşrulaştırma ve kamuoyunda savunma gibi bir işlev kazanıyor çünkü kabine mensuplarının siyasi kariyeri başkanın iki dudağı arasında. Bizim sistemimizde bakanların siyasetçi değil teknokrat olmasından o kadar memnunuz ki bakan atanan milletvekilliğini bırakıyor, vatandaşla olan tek bağı da kopuyor. Başka coğrafyalar ve kültürlerde başkanların rakiplerinden oluşan bir kabine kurdukları; kabine üyelerinin meclisteki siyasi desteklerine dayanarak başkana “höt” dedikleri ya da kamuoyu baskısıyla başkana kendi tercihlerini dayattıkları oluyor ama bizim ülkemizde ya da sistemimizde olmaz öyle şeyler. Denge ve denetlemeden bu kadar ırak bir sistemde de arzu edilmeyen bir tür “Sultanizme” de kolaylıkla geçilebilir, bu da Sultan Reşat türü bir yönetim olmaz elbet -Birinci Dünya Savaşı’na girdiğimizi sonradan söylemiş İttihat ve Terakki liderleri, o kadar dünyadan habersiz bir saltanat sürmüş Sultan Reşat-.

Doğası gereği karmaşık, neden-sonuç ilişkileriyle anlaması zor, sonuçları öngörülemez ve aşırı teknik detaylar içeren dış politika meseleleri burada nereye düşer o zaman? Başta yaptığımız ideal demokrasi tanımında hükümetler her adımlarından olduğu gibi dış politika tercihlerinden de sorumlular, yanlış adımın bedelini sandıkta öderler. Bu varsayıma o kadar inanmış ki bazı aklı evveller, hesap verme sorumluluğu nedeniyle demokrasilerin savaşmaya daha az istekli olduğunu öne sürüp Birinci Dünya Savaşı’nın nedenini otoriter krallıklara bağlamışlar. Onlara göre, o ülkelerde de bağımsız bir medya, bilinçli bir kamuoyu ve yönetimlerin seçimle gelip gittiği demokratik yönetimler olsa, savaş çıkmazmış. “Yirmi Yıllık Krizi, 1919-1939” adlı kitabında Carr’ın çizdiği ve sarakaya aldığı düşünce biçimi bu. Bu düşüncenin yanlışlığı daha erken dönemlerde bile söylenmiş, “Kamuoyu” kitabının yazarı Lippmann, Rus Devrimi’ni yakından takip edip ülkesine döndüğünde gazetelerde anlatılanla kendi deneyimin arasındaki farka o kadar şaşırmış ki oturup gazete haberlerini analiz edip medyanın gerçekten ne kadar kopuk olduğunu anlatmış. Dış politika konuları bu kadar karmaşıksa, sıradan vatandaşın da çok da umurunda değilse, bir de edinebildiği bölük pörçük bilgiyi her şeyi yanlış aktaran medyadan ediniyorsa; herhalde bu konudaki görüş ve kanaatlerini çok da ciddiye almamak gerekir. Sonuçta demokrasiler barışı sağlamayacağı gibi, kamuoyunu fazla ciddiye almak da “yanlış” bir barışa yol açabilir. Tarih Carr ve Lippmann’ı haklı çıkardığından çok da tartışmaya gerek yok sanırım.

Eğer durum böyleyse, dış politika alanı hükümetlerin istedikleri gibi at koşturacakları, her türlü eyleme girişip asla hesap vermeyecekleri bir alan mı? Böyle olmasını sadece sultanlar değil, dışişleri bürokratları da isterlerdi. Çok uzun süre dış politika meseleleri, siyasetçilerin bile karışması münasip görülmeyen, “centilmenler” arası müzakerelerle yürütülmesi gereken bir alan olarak görüldü. Daha Özal zamanında bile başbakanın dış politikaya karışmasının bir tür kirlenme olarak tarif edildiğini biliyoruz, dönemi anlatan kitaplarda örneği çok var. Daha sonra gelen hükümetlerin “monşer” alerjisi de dış politikayı özerk bir alan olarak görmek isteyen Sir Humphrey tarzı bürokratların eylemlerine bir reaksiyon diyebiliriz, büyük ölçüde yanlış olsa da.

Vatandaşın kısıtlı bilgisi, sınırlı algısı ve yetersiz havsalasıyla dış politika konularını anlaması pek kolay değil. Gündelik ekmeğini kazanmaya çalışan sıradan bir vatandaştan, dış politikadaki gelişmelerin yaşamı üzerindeki etkisini kavramasını beklemek hayalcilik olur. Bir de buna medyadaki ve sosyal medyadaki kakofoniyi ekleyin, herkesin sadece kendi çevresiyle diyalog içerisinde olduğu Yankı Odaları’nı koyun; zaten bir kanaat edinse bile eksik ve yanlış olur. Buna rağmen, dış politika konuları dolaylıyla da olsa sandığa yansıyor, nasıl mı?

Normal bir vatandaşın, bir hükümetin gelecekteki eylemlerinin yaşamı üzerindeki etkisi hakkında ne kadar bilgisiz olduğunu kabul ile başlayalım. Bu bilgisizliği gidermek için de bir dizi kısayol kullanıyoruz haliyle; hükümetin ve hükmetmeye adayların geçmiş performansı bir ipucu mesela. Partilerin ideolojik konumlanmaları başka bir ipucu, sağcı partinin sağcı, solcu partinin solcu gibi davranmasını umuyoruz. Partiler ortayolcu olup renk vermeyebilirler, o zaman da lidere bakılabilir, sadece sözlerine değil, hal ve tavırlarına. Bunlar da yetmezse eş-dost-akraba ne diyor, o da bir ipucu olabilir. Bu çerçevede, hükümetin bir doğal afet ya da kriz anındaki tavrı da bir kısayol oluşturabilir. Her şey günlük gülistanlıkken, hükümetin neyi nasıl yönettiğini anlamak pek kolay olmaz, belki de gemi kendi kendine gidiyordur. Ama diyelim bir orman yangını ya da depremle karşılaştık, hükümetin o anda verdiği reaksiyon gelecekte nasıl bir hükmedeceğini gösterebilir bize. Yangını söndürebildi mi, panikledi mi, agresifleşti mi, tek başına mı yaptı yoksa bizi namerde muhtaç mı etti; bütün bunlar gerçekçi bir fikir verebilir, 2002 seçimlerinin sonucu üzerinde 1999 depreminin etkisinin 2001 ekonomik krizi kadar olabileceğini düşünebiliriz; her iki olay da ne kadar beceriksiz bir hükümetimiz olduğunu bize gösterdi.

Dış politika olayları ya da ekonomik krizler doğal afet sayılır mı? Ölçeğine göre sayılabilir. O zaman hükümetin ve alternatiflerinin bu olaylar karşısındaki davranış biçimi de vatandaşa iyi bir ipucu oluşturabilir. “Bir hükümet, Ukrayna savaşını çözebiliyorsa, eve ekmek getirmemizi de sağlayabilir” diyebiliriz. O zaman, hükümetin dış politika eylemlerinin kendi fiziksel sonuçlarının -savaş çıkartmaktan bahsediyoruz burada, haliyle fiziksel sonuçları olsun- yanı sıra seçmen algısı üzerinde de bir etkisi olabilir. Dış politika adımları, hükümetin ya da liderin personasının bir parçası olarak algılanabilir. Bu noktada liderlerin personaları ne ve vatandaş nasıl algılıyor düşünmemiz gerekiyor. Siyasetçileri sahici insanlar değil, maskeler olarak düşündüğümüz noktada da en önemli prensibin oyuncunun maskesine uygun şekilde davranması gerektiğini hatırlamamız gerekir; bu iş çelişki kaldırmaz.

Çok uzun zamandır kurmaya çalıştığımız akılcı, yani bilgisi sınırlı olsa da bir kasıt ile davranan devlet kavramına en yaklaştığımız alan hariciye oldu. Uzun süreli kurumsal geleneği, evrensel bir meslek olma iddiası ve en önemlisi çalışanların nitelikleri Weber’in arzu ettiği ideal bürokrasiye en yakın şey olmalarını sağladı. Böyle bir akılcı bürokrasinin gözetiminde atılacak dış politika adımlarının, ülke için daha iyi olacağına inanç da yüksek. Oysa geldiğimiz noktada, dış politika, lider personalarının bir parçasına dönüşüyor; kâğıttan, yüzeysel ve her an kuvvetli bir rüzgârın uçurabileceği bir maskenin. O zaman işimiz de hem maskeyi hem de gölgesini anlayabilmeye dönüşüyor, zor iş vesselam. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.