Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: İnanma kası ve siyasetin kısır döngüsü

Türkiye Diyanet Vakfı’nın uzun zamandır internette de bulunan İslam Ansiklopedisi’nin Allah maddesinde peşpeşe birkaç cümleden oluşan ve bana biraz garip gelen bir formüle rastladım. Maddeyi, ilahiyat profesörü Bekir Topaloğlu yazmış. Şöyle diyor:

“Allah Teâlâ’nın zâtı duyularla idrak edilemediğine göre, O’nun varlığını herkesin kabul etmeye mecbur kalacağı tarzda ispatlamanın mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Aslında beş duyunun sağladığı bilgiler dışında bir bilgi ve gerçeklik alanının bulunmadığını ileri süren pozitivistler de dahil olmak üzere bütün insanlar, şahsi tecrübelerinin ve duyularının dışında kalan birçok hususu ön yargılarla, yani onların gerçekliğine inanarak hayatlarını sürdürürler. Ne var ki yüce bir tanrının mevcudiyetinin kabul edilişi, yakın ve uzak vadeli hayatımızda büyük etkiler meydana getireceği için zayıf iradeli kişileri bir anlamda rahatsız eder. Bu açıdan bakıldığında ‘inanmak’, akıldan çok iradenin fonksiyonu olarak gözükür… Allah’ın varlığına inanılması, dolayısıyla iman ve din hayatının başlaması zihnî faaliyetin yanında gönlün de harekete geçmesi ve iradenin eğitilmesiyle mümkün olmaktadır. Şunu da belirtmek gerekir ki iman ve onun temelini oluşturan Allah’ın varlığı konusu, ‘iki kere iki dört eder’ ölçüsünde kaçınılmaz bir sonuç olsaydı tercihe dayalı bir değer taşımaz, ceza veya mükâfatı gerektirmezdi.”

Allah’ın ya da yüce bir yaratıcının var olup olmadığı meselesini tartışacak değilim. Doğrusu bu sorunun cevabıyla çok ilgilendiğim söylenemez. Ayrıca tartışmanın da bir manası olduğunu düşünmüyorum, sebebi ise yukarıdaki paragrafta ayrıntılı olarak var. Beni şaşırtan ve bu paragrafı enteresan kılan şey de bu.

Hipotezlere bakalım:

  1. Allah’ın varlığı, herkesin kabul etmeye mecbur kalacağı tarzda ispatlanamaz.
  2. Pozitivistler bile bazı konularda, bizzat edindikleri bir duyusal bilgi olmadığı halde, önyargılara sahiptirler.
  3. Allah’ın varlığını kabul ya da reddetmek hayatımızı kısa ya da uzun vadede doğrudan etkiler.

Hemen ardından vargılar geliyor:

  1. Şu halde inanç aklın değil iradenin bir fonksiyonudur.
  2. Dini hayat, iradenin terbiye edilmesiyle ilgili bir konudur.
  3. Allah’ın varlığı konusu iradeyle ilgili bir mesele olduğu için ceza ve mükâfat gerektirir.

Bu formülasyonda bir inancı, aslında inanmak dediğimiz ve duygu mu fiil mi olduğundan tam da emin olamadığım bu “irade fonksiyonu”nu, akla uygun hale getirme yolu ne zaman seçilse düşülen bir açmaz var. Tam da Topaloğlu’nun dediği gibi, inanmak, aklımızın almadığı, duyularımızın tespit etmeye yetmediği meselelerde geliştirdiğimiz bir kabullenme biçimi. Bir tür bilinemez olanın, bilememenin şiddetini görmezlikten gelmeyi telafi, hatta tevil etmemizi sağlayan bir mekanizma. Çünkü insan aciz ve korkak bir yaratık. Boşluklara tahammülü yok. İsim veremediği şeyler karşısında dehşete düşüyor. İnanmak, naturasını bilmediğimiz şeylere isim vermeyi ya da o şeylere verilmiş isimleri öğrenerek yolumuza devam etmeyi kolaylaştırıyor. Nitekim hem Tevrat, hem Kur’an Allah’ın insanı yarattıktan hemen sonra ona bahşettiği ilk hediyenin ve aslında iktidarın/iradenin canlılara ve nesnelere, herhalde duyularla bilinenlerin yanı sıra kendisi gibi herhangi bir duyuyla kavranamayacak olana da isim verme hasleti olduğunu anlatıyor (1). Onca bilinmezlikle nasıl başedebiliriz ki yoksa?

(Fotoğraf: Dawson Cole Fine Art, Richard MacDonald, Leap of Faith, Atelier, Platinum, One Drop Special Edition, 2014)

Ödül, ceza, irade…

Niza, aklın bittiği, yetmediği yerde başvurduğumuz bu telafi, tevil ve dayanma mekanizmasını, dönüp yine akıl yoluyla anlatmaya ve mantığa uygun hale getirmeye çalıştığımızda çıkıyor. Topaloğlu enteresan bir arabulucu koymuş akılla iman, bilmekle inanmak arasına: İrade. Hakkında kendi duyularımızla edindiğimiz bir bilgiye ulaşamadığımız şeylere inanmayı tercih edeceğimiz ve imanın iradenin bir fonksiyonu olduğu anlamı çıkıyor bu formülasyondan. Çelişki tam bu yerde başlıyor. İnanmayı seçip seçmemekte özgür müyüz? Olur mu öyle şey? İradenin de o tercihi yapmak üzere eğitilmesi gerektiğini not düşüyor ansiklopedi yazarı, Allah’ın varlığının ceza ve mükâfat gerektirmesinin sebebi de bu.

Peki irade kimin? Terbiye eden kim? Bireyin iradesinden bahsediyorsak, terbiyeci kendini bize duyularımız aracılığıyla bildirmeyen yaratıcı olamayacağına göre, ona daha evvelden bir isim vermiş olanların terbiyesinden bahsediyoruz demektir. Allah’ın kitaplarında bahsettiği ceza ve ödüller de bu dünyada değil, öte yanda. Gene duyularımızla ayırdına varacağımız diyarlar değiller. Peki o zaman herkesin kendi odunuyla yandığı bir cehenneme mi erteleyeceğiz cezaları? Yooo, pek öyle değil tecrübemiz. Demek ki, kendilerini yaratıcıya daha evvelden verilmiş ismin muhafızı olarak görenlerin ayrıcalıklı bir konuma sahip oldukları bir irade terbiyesi söz konusu. Cezaları ve mükâfatları onlar dağıtacaklar. Şu halde bireyi yaratan tanrı ise de onun iradesini tecelli ettiren güç, mü’minler topluluğunun elinde, öyle mi? Böylesi bir düzeneği, üzerinde şekillendiği kelimelerin kastettikleri anlamlara sadık kalarak mantıklılaştırmak mümkün değil. Gördüğünüz gibi inanma halini bu yolla açıklamaya kalkıştığımızda yalnızca dinin değil, yaratıcının da müştereken isimlendirilmiş kolektif bir yapı olduğu sonucuna varıyoruz. Yaratıcı, mü’minlerin mülküne dönüşüyor, tövbe estağfirullah…

İnancı akla uygun hale getirdiğimiz her durumda çarptığımız duvar bu. Fakat bir üniversite profesörü, bir ansiklopediye madde yazarken başka ne yapabilir ki?… Şeklin ihtivayı belirleme gücüne mükemmel bir örnek bu paragraf. Adı ansiklopedi olan, aklın kutsandığı aydınlanma geleneğinin ürettiği bir medyumun şekli, kuralları, nizamı; oraya yazılanın muhteviyatını da bir güzel belirliyor işte… Yazıya bu yoldan devam etmek istemiyorum ama köşede dursun bu soru: Peki, aklın sınırlarıyla bunca derdi olan insanlar neden aklı merkeze alan bir geleneğin ürettiği medyuma bunca meylederler? O sınırın içine sığışmak için bunca uğraşmasalar olmuyor mu? Neyse… Başka bir derdim var bugün, ona döneyim…

İmana iman!

Asıl derdimi şöyle özetleyebilirim: Ülkenin büyük bir çoğunluğu hızla yoksullaşırken ve bu çöküşün müsebbiplerinin kimler oldukları, her bir duyumuzla ve birikmiş onca tecrübemizle iliklerimize kadar işlemiş bir hakikatken, nasıl oluyor da bazı insanlar, o müsebbiplerin “Bütün dünya batıyor, biz gene iyi durumdayız”, “Herkes bize düşman, ama gücümüz doruğunda, direniyoruz”, hatta “20 yıl öncesiyle karşılaştırın kendinizi, bakın ne kadar da iyi durumdasınız” gibi iddialarına inanıyor? Bu iddialara inanmak, “Lozan, 2023’te bitecek, Musul-Kerkük bizim olacak,” “Almanya bizi kıskanıyor” gibi şeylere inanmaya benzemiyor. Çünkü bu ikinci grubu herhangi bir bilgi ya da tecrübeyle bertaraf etmek neredeyse imkânsız gibi. Komplo teorilerinin ne denli büyük bir cazibesi olduğu ve popülist siyasetçilerin o teorilerin gücünden yararlanmak için birbirleriyle yarıştıkları bir ortamda bu pek de mümkün değil. İstediğiniz kadar belge gösterin, uzmanları konuşturun o komplo teorisi, kendini değilleyerek bile olsa sızacak bir delik bulacaktır. Aksini iddia eden herkes işbirlikçi sayılacaktır mesela.

Fakat ilk gruptaki şeyler farklı. Gücümüz nasıl doruğunda olabilir, her birimiz bu kadar hızla güçten düşerken? Hepimiz yoksullaşırken, ülkemiz nasıl zenginleşiyor olabilir? Herkesin bize düşman olması bizi her an tetikte ve uykusuz bırakacak türde bir zaaf değil midir? İnsanlar keyiflerinden mi işsizdir? Türkiye, Avrupa’da insanların en zor koşullarda, en ağır ve en ucuza çalıştıkları ülkelerden biri (2). O asgari ücretle bir ev nasıl geçindirilir? İzlediğim bir sokak röportajında, adamcağız her şeyin yolunda olduğunu söylerken eşi itiraz ediyor, “Akbil’ini bile ben aldım” diye. Evdeş bu insanlar, aynı haneyi geçindirmeye çalışıyorlar. Birini her şeyin yolunda olduğuna inandıran, inanmasa bile böyle söyleten ne? Üstelik, onu, kendisinin de geçinemediğini en iyi bilen, en yakın şahidinin huzurunda bu apaçık yalanı birine değil herkese söyleyecek kadar kendinden vazgeçiren gücün adı ne?

Bir uyarlama

İlahiyat profesörü Topaloğlu’nun izinden gitsek, insanların duyularıyla ve bizatihi hayat tecrübeleriyle çelişen, dolayısıyla aklın yolunu tutsalar kolaylıkla “doğru değildir” diyebilecekleri bu önermelere bu denli inandıran şeyin ceza-ödül beklentisi olduğunu düşünmemiz gerekir. İçinde yaşadıkları toplumsal çevrede, bu önermeler, yani ülkemizin mevcut iktidarın idaresi altında giderek güçlenmekte ve zenginleşmekte olduğu, sorunlarımız varsa bile o sorunları yine ancak bu iktidarın çözebileceği minvalindeki iddialar, inananların ödüllendirildikleri, inanmayanların cezalandırıldıkları naslardır. İktidarın, bütün bu krizlerin şekillenmeye ve derinleşmeye başladığı çeşitli aşamalarda, kendisini onaylamayanlara yönelik şiddetini nasıl artırdığını göz önünde bulundurursak böylesi bir ödül-ceza denklemi kurmaya çalıştıkları sonucuna da varabiliriz. Yani siyasi iktidar, bizzat pişirip ahaliye dağıttığı bu ekmeği yemeyenleri açıkça cezalandırıyor. O insanlar vazgeçiyorlar mı muhalefet etmekten? Yooo, hayır! Hatta muhalefet safları yavaş da olsa istikrarlı bir şekilde genişliyor. Sorunsuz değil, hiç kimse hiçbir şeyden emin değil, herkes çok tedirgin ama herkes bulunduğu yerden aklının yettiği yöntemlerle muhalefet etmeye devam ediyor.

Peki ya ödül? Sonuçta o videolarda iktidarın iddialarına sahip çıkan insanlar müthiş varlıklı değiller. O ateşli savununun, evlerine giren 3-5 kuruşun bir sonucu olduğunu öne sürmek de her şeyi açıklamaya yetmez. Çünkü aynı iktidarın nimetlerinden, hem de hiç kesintiye uğramadan, onlardan karşılaştırılamayacak kadar çok yararlananlara da tanık oluyorlar bizzat. Yani insanların, hanelerine giren ve hiçbir dertlerine çare olmayan o minicik meblağlar için iktidara eyvallah dedikleri iddiası, pek de “fıtrata” uygun bir önerme sayılmaz.

Başka bir ödül kategorisi daha var, kısaca “başörtüsü” ve “imam hatip” anahtar kelimeleriyle özetlenen. Fakat emin miyiz insanların bu denli yoksullaşmayı bu kelimelerle özetlenen, aslında sadece kendilerine ait olmadığı için bir ayrıcalık olarak da tarif edilemeyecek “hediyeler”in bir karşılığı olarak kabullendiklerinden? Bu kategorideki ödüller, daha çok iktidar seçkinlerinin “hakkınıza razı olun yoksaaaaaa” kabilinden yaptıkları bir tür şantaj gibi duruyor. Etkisi olduğu muhakkak ama daha çok tartışmayı bitirmek ve muhatabı konuşamayacak kadar hayattan bezdirmek şeklinde tarif edilebilecek bir etki bu. İnançla alakası yok, taktik bir atraksiyon olarak iş görüyor sanki.

Dayanma gücü veren iman

Aklıma iki sebep geliyor. İlkini burada daha önce de kısmen tartışmıştım. İktidarın söylediğine inanmamanın, hele onun kendini anlatabilmiş, en az iktidar kadar tutarlı bir alternatifi henüz yok gibiyse, kapısı ağır kayıplara açılan bir bedeli olacaktır. Gerçekte böyle bir alternatif olsa da iktidara tüm kalbiyle inanan kişiye kendini anlatamamıştır belki henüz. Böyle bir durumda, zaten hiçbir şekilde güç yetiremeyeceği sorunları, yoksulluğunu, gün geçtikçe daha azla yetinme zorunluluğunu, üstelik bütün bunlara katlanmanın kendisine hiçbir faydası olmadığı hakikatini nasıl kabullenecek?

Bütün bunlara çare bulacak bir gücü yok, böyle bir güce sahip ya da talip olduğunu düşündüğü insanlarla teması da yok. O zaman bütün bu çaresizliklerle donanmış hayatının olanca ağırlığını kendi taşımak zorunda. Nasıl yaşanır ki böyle? Tecrübe ettiği yoksulluk, yoksunluk ve güçsüzlükle inandığı şeyin kudreti arasındaki boşluğu hikâyelerle dolduracak şu halde. Bu hikâyelerin bir ayağı onun küçücük hayatında olacak, diğer ayağı ise elinin asla eremeyeceği çok uzak menzillerde… İnanç bu iki ayak arasındaki boşluğu dolduracak ve sürekli sallanmakta olduğu dünya üzerinde onu dengede tutacak.

Dahası, o boşluğun büyüklüğü ve boşluğu doldurmak için bulduğu hikâyelerin gerçeküstülüğü, akıldışılığı ölçüsünde bir değer ve önem atfedecek kendisine. O öyle değerli ve öyle önemli ki herkes ona düşman. O kadar sağlam basıyor ki ayaklarını toprağa ve tarihe, herkes onu kıskanıyor. Öyle doğru kararlar verdi ki, bütün dünya kan ağlarken o yalnızca biraz sarsılıyor. Allah’ın seçilmiş kulu… Çünkü o inanıyor ve inandığı için ödüllendiriliyor. Bu da bir akla uygun hale getirme hali, üstelik içinde irade terbiyesi de var…

Asla çıkmayacak yoldan, yoldan çıkarsa halinden şikâyet edenlerden olur, yani içinde bulunduğu durumun farkına varmak ve almak istemediği yine doğrudan doğruya kendisiyle ilgili sorumluluğun altında ezildikçe dünya üzerindeki hayali yerini kaybeder. Bu da ceza.

Mevzunun ona ya da hanesine verilen 3-5 kuruşla bir alakası yok. Varsa bile bahane düzeyinde. Muktedirle arasındaki mesafeyi doldurmak için gayet sistematik bir biçimde üretilmiş, tecrübesiyle ve aklıyla çeliştiği ölçüde inancını pekiştiren hikâyelerden alıyor iman gücünü. Kısaca söylemek gerekirse, ondan inanması istenen şey ne kadar akla ve tecrübeye mugayyirse o kadar büyük bir güçle inanıyor. Kendi aklını ve tecrübesini tevil etme ihtiyacı büyüdükçe, güçleniyor imanı.

İkincisi ise yaşadığı şeye isim verenin kim olduğuyla ilgili. Biraz daha netameli, çünkü kısmen dışsal bir mesele var altında. Yaşadığı şeye, içinden geçtiği tecrübeye kim veriyor adını? O adı hangi gerekçelere dayanarak veriyor? Yani içinde bulunduğu hikâyeyi ona kim anlatıyor? Eğer, yukarıda tasvir ettiğim kişiye, kendini içine yerleştirsin diye anlatılan, alabildiğine boşluklarla ve çelişkilerle dolu hikâyenin bir alternatifi yoksa, niye sarsılsın inancı? Akla davet etmek yetmiyor. Mesela biri diyor ki, “Kardeşim bak asgari ücretle bundan 20 yıl önce şunları, şunları, şunları alabiliyordun, şimdi alamıyorsun, demek ki durumun kötüye gidiyor”. Cevap hazır: “Bütün dünya kötüye gidiyor, biz gene iyiyiz”. Dünyanın o kadar da kötü durumda olmadığını ortaya koyan örnekler veriliyor kendisine. Yine hazır cevap: “Bunların hepsi yalan!” Bu aslında, “Doğru olsa bile ben ne yapabilirim”, demek. Yapılabilecekler sıralıyor kendisine, gayet somut öneriler… “İyi de kim yapacak bunları, kimin gücü yeter ki?” “Ben yaparım.” “Yapamazsın, çünkü beni inandıramadın…” “Ben sana inanmadığım için yapamazsın bunları, bunları yapabileceğine inanmadığım için yapamayacaksın.” Sarmala bakın… Nasıl çıkılır ki buradan?!

Başka bir hikâye mümkün

Aklıma bir çıkış yolu da geliyor aslında… İnancını sarsmaya çalışmak için çaba sarfetmek yerine, dahil olmak isteyebileceği başka bir hikâye vermek. Başka bir yer önermek… Bulunduğu yerin başka bir ismi de olabileceği konusunda kulağına kar suyu kaçırmak. O yeri ısrarcı olmadan, hatta açık bir davetiye bile göndermeksizin tarif etmek… O yeri muktedirin diliyle değil, yeni, taze, gene arzu edenin kendine yer açabileceği boşlukları olan bir hikâyeyle anlatmak. Yeni bir hayal kurdurmaktan bahsetmiyorum, daha çok yaşadığı açmazın, çıkmazın ilahi kaderin bir tecellisi olmayabileceği konusunda şüphe uyandırmak. O şüpheyi takip edecek arzu ve enerji vermek.

Neye inandığını ya da inanmadığını, inandıklarının boş safsatalardan ibaret olduğunu, aklın ve bin çeşit delilin yardımıyla anlatmaya çalıştıkça inancı güçlenecek. Çünkü başka bir ihtimal görmedikçe, içinde yaşadığı hikâyedeki yerinden duyduğu her şüpheyi yeni bir teville ortadan kaldırıp inanma kaslarını iyice tahkim edecek. En çok korktuğu şey kıyamet değil çünkü… Kıyamet bile olsa bir anlatının içinde kendine yer bulamamak… İktidarın ettiği her yanlış hesapta, her zulümde, yarattığı her illüzyonda onu, nefsini, hayatta kendine biçtiği rolü, kimliğini onaylayan bir şey buluyor. O şey, tecrübe ettiği yoksunluklara katlanma gücü verdiği için vazgeçilmez.

Bahsettiğim şeyin, iktidara bütün kalbiyle ve gönlüyle inanmış insanları, oldukları şey olarak onaylamak suretiyle muhalefete ikna etmekle bir alakası yok. Aksine doğrudan onları hedef almayan daha geniş ve boşlukları olan bir hikâye anlatmanın, o hikâyede geçen adları mevcut muktedirden bağımsız (ona inat ya da onun diline öykünerek değil, ondan bağımsız) tarif edebilmekten bahsediyorum. Onun kelimelerini kullanmamaktan, meseleleri onun yarattığı kalıplarla tanımlamamaktan, yeni bir siyasi tahayyül ve dil geliştirmekten…

Hiç de kolay değil bu. Çünkü siyasi rekabetin naturası rakiplerin birbirlerine cevap yetiştirirken dillerini benzeştirdikleri delice bir kısır döngü üretiyor. Ama bu döngünün şimdilik sahibi mevcut iktidar. Ondan sonrası ya da onun alternatifi onun sahibi olduğu bu döngünün içinde değil dışında kurulacak. İktidarın ürettiği inanç kası döngüsünü kırmak için sarf edilen her çaba da hızını artıracak o kadar. Bunu defalarca tecrübe ettik. Aslına bakarsanız halen bu tecrübenin içinde yaşıyor, biz de belki çaresizliğimizden mevcut siyasi aktörlerin bu açmazdan memleketi çıkarmak istediklerine inanıyoruz. Çünkü öbür türlüsünü düşünmek, sorumluluğu onlara bırakmayıp bir şeyler yapma zorunluluğu yaratıyor her birimiz için. Ve bunu nasıl yapacağımız konusunda çok azımızın fikri var. Anaakımın dışında beliren alternatifleri, tam da anaakım olmadıkları için, inandırıcı olmaktan uzak buluyoruz.

Amanın… Aklın, izanın gösterdiği gayet açık hakikatlerden kaçtıkça güçlenen inanç kasının yarattığı kısır döngüden çıkış kolay değil gördüğünüz gibi. Kıymeti şimdilik bir masa etrafına sıralanabilmiş olmaktan menkul ana akım muhalefetin yapabildiği şey, yukarıda anlattığım kısır döngünün içinde ve onunla eşzamanlı dönüp duran bir başka döngü yaratmaktan başka bir şey değil. Henüz ortak bir siyasi dil geliştirebilmiş değiller. Herkese açık bir ülke hayali kurmaktan korkuyorlar. Kimseyi de aralarına almıyorlar. Dahası aralarındaki rekabet gün yüzüne çıktıkça ortaya koydukları mutabakatın inandırıcılığını da bizzat kendi elleriyle erozyona uğratıyorlar. İktidarın korktuğu her şeyden onlar da korkuyor. Şeffaflıktan, eleştirilmekten, kendilerinden talepte bulunulmasından, eksikliklerinin dile getirilmesinden, her şeyden… Bu halde seçim kazanabileceklerini düşünmüyorlardır herhalde. Şu iktidarın kendine yenilmesini bekliyorlar. Sonra da bir nevi paylaşacaklar ondan kalanları. Yeni bir ülke tahayyülleri şimdilik bundan ibaret.

Kendilerine, ortaklıklarına, siyasetlerine, gelecek düşlerine kendileri bile inanmayan insanlara, iman gücünden başka gücü kalmamış insanlar nasıl inanacak ki?

  1. Alpaydın, Mehmet Akif. “Âdem’e (as) Öğretilen isimler.” Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 4, no. 2 (2016): 123-138.
  2. 2021 itibariyle bunun ne anlama geldiğini şuradan görebilirsiniz. Arada liranın ne denli değer kaybettiğini göz önünde bulundurursanız durumun daha da kötüleştiği ayan beyan ortada.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.