Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: “Tıpış tıpış” ile “paşa paşa” yürümek arasında muhalefet seçmeninin seçeneksizliği

Siyaseti bir tür temaşa sanatı, Karagöz ile Hacivat arasında bir laf atışması olarak görmeyi sevenler için bereketli bir dönemdeyiz. İşlevi liderlerin salı günü yaptıkları grup konuşmalarına mekan oluşturmaya inmiş Meclisimiz’in de kapalı olması sebebiyle atışmalar; mitingler, tek katılımcılı televizyon programları ya da sosyal medya ile sınırlı kalmakta. Böyle bir ortamda, esas işlevi yancılık/yorumculuk olanların birden kendilerini atışmanın aktörlerinden biri olarak bulması da şaşırtıcı değil.

Ünlü -yani takipçisi bol- bir gazeteci, muhalefet seçmeninin “Altılı Masa” tarafından gösterilecek adaya “el mahkûm” oy vermesi beklentisinden şikayetçi oldu ve yayınladığı videolarla seçmenin de bu liderlerin kararında etkili olması gerektiğini savundu. “Altılı Masa” tarafından kimin aday gösterileceği henüz belli değil, rivayet muhtelif ve pilav bayağı da su kaldırır gibi gözüküyor. Torbadan tavşan çıkarmak Türkiye siyasetinde bir gelenek zaten, Yıldırım Akbulut’un başbakanlığı, Ahmet Necdet Sezer’in Ccumhurbaşkanlığı ve dahi Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı, bazısı başarılı, bazısı başarısız “sihirbazlık” denemeleri bunu gösteriyor. Bu nedenle seçim kararı alınmadan “Aday budur!” demek insanın yüzünü kara çıkartabilir. Yine de bu aday kim olursa olsun, son kararı parti liderlerinin -bir ihtimal- birbirlerine danışarak karar verecekleri kesin. Vatandaşa da fikri, yöntemi şüpheli anketler aracılığıyla sorulabilir ya da hiç sorulmasa da olur, ortadaki yemek “fiks mönü” zaten.

Gazetecinin bu seçeneksizliğe isyanını bir açıdan haklı bulabiliriz. Sonuçta belli belirsiz bir süre bizi yönetecek insanların kim olacağına biz karar versek iyi olabilir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi savunucuları bu konuda kendi sistemlerinin daha iyi olduğunu söylüyor, “En azından doğrudan mührü adayın üstüne basabiliyorsunuz” diyorlar. Alternatif yöntemde seçmen kendi seçim bölgesinde hangi partiye oy verirse, o parti milletvekilliklerini kazanırsa, o partinin parti delegeleri tarafından seçilmiş genel başkanı da bir olasılık başbakan olursa; ülkeyi kimin yöneteceğine karar vermiş oluyor. Bu süreçte oy sayma işlemleri, sandalyeleri dağıtma yöntemleri, milletvekili adaylarına kim karar verdi meselesi, parti liderini seçen delegeleri kim seçti konusu ve koalisyon pazarlıkları gibi bir sürü soru var; dizdiğiniz zaman vatandaş ile onu yöneten arasındaki bağ hayli kopmuş gibi. Yani parlamenter rejimle yönetildiğimiz dönemin önemli bir kısmında vatandaşın hiç hazzetmediği kişiler sırayla başbakanlık yapabildiler; buna da halk iradesinin tezahürü diyemeyiz. Popülist siyasetçilerin referandumları ve başkanlık sistemlerini daha çok sevmelerinin sebebi parti mekanizmalarına güvenmemeleri değil; bu yöntemleri daha halkçı olarak “satabilmeleri”. Yalan yok, ikna edici de olabiliyorlar.

Bizim dönmeye, hem de güçlendirerek dönmeye niyet eylediğimiz parlamenter sistemin vatandaşı siyasetten soğutucu ve yabancılaştırıcı özelliği aslında demokrasi adını verdiğimiz pratiği imha ediyor. Zaten hükümetlerin politikalarıyla ülkelerin kaderleri arasındaki bağ gittikçe kopmuş durumda; ticaretinden hastalığına, savaşından doğal felaketlerine kadar küresel faktörler yerel politikaların etki alanını sınırlıyor. Orta ölçekte bir ülkeyseniz, kaderiniz küresel gelişmelerde daha sıkı bağlı olabiliyor. Üstüne partilerin söz verdikleriyle uyguladıkları politikalar arasındaki ilişkinin de yoka yakın olduğunu eklerseniz; vatandaş için parti tercih etmek, kaderine hükmetmek anlamına gelmiyor, görürsünüz. 

Ülkemizde her türlü siyasi katılım aracında olduğu gibi parti üyeliği de çok gelişmemiş, AK Parti’nin 11 milyon, CHP’nin 1 milyon 300 bin üyesi var; diğer partilerin üye sayıları çok daha az. Üstelik üyelik de eğer kartvizit bastırmayacaksanız pek bir işe yaramıyor; CHP iyi-kötü parti delegelerini mahalle bazında seçmeye çalışırken, dört milyon oy aldığı İstanbul’da 272 bin üyesi olması ne kadar kapsayıcı olduğunu gösteriyor, kaç tanesi delege seçimlerine katılıyor bilmiyoruz. Tabii diğer partilerde bu dahi olmadığından, çok da eleştirmemek gerek. Genel başkanı da delegeler seçtiğinden, parti kongreleri de çok heyecan verici olmuyor, yaklaşık 25 yıldır da genel başkanlık için rekabete pek rastlamıyoruz. Sonuçta, ülkeyi yönetmeye talip kadrolar bir tür kapalı çevre içerisinden belirleniyor, vatandaş da işi önüne geleni onaylamak olan notere indirgeniyor.

Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin mührü halka verme iddiasının fazlasıyla iyimser olduğunu söyleyelim; sonuçta birilerinin aday göstermesi gerekiyor, bu görevi de partiler üstleniyor. Düzenleme yüz bin imza bulanın da aday olabileceğini söylüyor ama bu rakama yaklaşan kimse olmadı. Diyelim cumhurbaşkanlığı için aday olmayı başardı, maddi kaynaklarının çok sınırlı olacağı kesin. 2018 seçiminde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 86 milyon TL, rakibi Muammer İnce’ninse 16 milyon TL bütçesi olduğu göz önünde tutulursa, bağımsız bir adayın bu rakamlara yaklaşması neredeyse imkânsız. Buna partilerin anaakım medyayı ne kadar eşitsiz kullandıkları da eklenirse, bir “Siyah Kuğunun” aday olup etkin bir kampanya seçilmesi rüya bile değil. Sistem dışarıdan müdahaleye kapalı bir şekilde tasarlanmış, vatandaşa düşen de mönüden -ama mönüden- canını çektiğine oy vermek.

Doğal olarak, önünüzdeki seçenekler kısıtlıysa, asıl istediğinize oy veremiyorsanız; çok da fazla seçeneğiniz kalmıyor. Birinci seçenek, masadan kalkmak, sandığı protesto edip oy kullanmamak. Bizim geleneğimizde çok fazla yok, belki üşenmekten sandığa gitmeyenler olabilir ama onların oranı da yüzde 20’yi pek geçmedi. O zaman, eldekilerden en fazla hazzettiğinize, yani ikinci tercihinize oy verebilirsiniz. Birinci tercihinizle ikinci tercihiniz arasında ne kadar uçurum olur, onu bilmek mümkün değil. Zaten insanlar önce tercih edip sonra akılcılaştırdıklarından, oy verdiğiniz ikinci tercihi de çok sevmeye başlayabilirsiniz. Malum, insanlar fazla para verdikleri şarabı daha fazla övüp, pahalı bilet aldıkları tiyatro oyununu daha fazla alkışlıyorlarmış. Bir başka olasılık da stratejik oy verme olabilir, aslında başka bir adayı seviyorsunuzdur da kazanacak olana oy verirsiniz, bunu da daha sık görmeye başladık. Son olarak da sırf bir adayı sevmediğiniz için, o kazanmasın diye en kuvvetli rakibine oy verirsiniz; buna da “negatif partizanlık” diyoruz, Trump’a karşı Biden seçiminde gördük. Özeti, “o gitsin, yeter!”.

Eğer demokrasiyi vatandaşın iradesinin sandığa, dolayısıyla ülke yönetimine yansıması olarak tanımlıyorsak; bütün bu süreç bir tür tercih çarpıtma silsilesinden öte değil. Siyasi partilerimize çeki düzen veren yasal altyapı, ülkenin sultanları seven siyasal kültürü ve içinde bulunduğumuz siyasal-duygusal kutuplaşma; seçimleri bir “seçmeye” indirgiyor, bir süre sonra da “Seçsem ne olur, seçmesem ne olur” demeye başlıyoruz. Siyasete, siyasetçiye ve siyasi kurumlara olan inanç ve güven bu kadar azalmışken; vatandaşı daha fazla dahil edecek bir siyaseti düşleyebilmek gerekir. Hem bireylerarası güvenin hem de kurumlara güvenin kendi kendini imha etmeyecek bir toplum için gerekli olduğunu çok uzun zamandır biliyoruz; Türkiye’nin güven konusunda son sıralarda geldiğini de. 

Bazıları kurumları eski otonom hallerine dönüştürmenin, siyasetçi ve siyasetten uzak teknokratik yönetimleri yeniden kurmanın güveni tazeleyeceğini söylüyorlar. Yönetimi teknokratlara emanet etmek özellikle 2008 krizi sonrasında sıkça denenen bir yol oldu ancak bu yönetimler daha başarılı olamadıkları gibi yerlerini hızla sağ ya da sol popülistlere bıraktılar, biz de Derviş zamanında bunu denedik. İster ekonomide olsun ister dış politikada; işi profesyonellere bıraktığınızda “kısa ve acılı” yöntemlere daha kolay başvurdukları kesin ancak siyaseten sorumsuz bu “Chicago Boys” tayfasının sınıfsal konumları ve ideolojik saplantıları, yaratabildikleri toplumsal felakete duyarsız kalmalarına yol açabiliyor.

Başa dönelim. Ülkenin içinde bulunduğu kutuplaşmış siyasal ortam, sırf birisini sevmediğimiz için başkasına oy verebileceğimiz gerçeğini kabul etmemizi şart kılıyor, kınanacak bir şey değil. Öte yandan, muhalefetin adayına kim olursa olsun “paşa paşa” oy verecek olsak bile, bu adayın belirlenmesinde daha fazla söz hakkımız olabilir mi; evet, olabilir. Ya da haydi Cumhurbaşkanı adayını belirlemek hassas bir mesele; bari hükümetin nasıl oluşabileceğine ya da uygulanacak politikalara karışsaydık bari, o da yok. Sonuçta seçimimiz fiks mönüde ne varsa onu yemekten öte; yatılı okulda öğrenciymişiz gibi bütün beslenme rejimimizi okul idaresine devretmek gibi.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.