Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Işın Eliçin yazdı: Türkiye-Rusya – “Sıcak denizlere inme” bitti, şimdi sıcak ilişkiler dönemi

Rusya uzmanı meslektaşım Cenk Başlamış, bu hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kazakistan’da Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yapacağı görüşme öncesinde kaleme aldığı yazısında önemli tespitlere yer vermiş:

“Savaşın başlamasından önce Ukrayna’nın açıkça yanında yer alan, 24 Şubat’ın ardından önce tarafsız konuma gelen, son dönemde ise ağırlığını Rusya’dan yana koymaya başlayan Türkiye’nin dönüşümü Moskova tarafından karşılıksız bırakılmadı. Türkiye’ye uluslararası alanda puan ve prestij kazandıran Tahıl Anlaşması, 2023 seçimleri öncesi Erdoğan’a her düzeyde verilen maddi ve manevi destek ilk anda akla gelen örnekler. Bunlara son olarak dün Putin’in Türkiye’nin Avrupa için yeni gaz merkezi olabileceği yolundaki sansasyonel açıklaması eklendi. Ama sürprizler bunlarla da kalmayabilir. Söylentiler doğru çıkar mı bilinmez ama belki de sırada doğalgazda indirim, KKTC’ye uçuşların başlaması ve Rusya’nın Lefkoşa’da resmî olmayan bir temsilcilik açması var. Yalnızlıktan kurtulmaya çalışan Rusların taktik bir adımla rekabeti şimdilik bir kenara bırakarak Türkiye’ye bu kadar ‘cömert’ davranmasının nedeni ise, yaptırımlara katılmayan bölgedeki en önemli NATO ülkesini yanında değilse de yakınında ve Batı’dan mümkün olduğunca uzak tutmak istemesi. ‘Havuç ve sopa’ diplomaside çok kullanılan bir taktiktir. Öyle görünüyor ki şimdi ‘havuç’ zamanı”.

Havuca gelmeden önce, Başlamış’ın Türkiye’nin “son dönemde” tavrını Rusya’dan yana koymaya başladığına dair tespitiyle ilgili görüşümü paylaşmak isterim. Açıkçası ben Ankara’nın ne dün ne bugün “tarafsız” olduğuna yahut hassas denge diplomasisi yürüttüğüne ikna olamadım.  

Her şeyden önce iktidarın, Ukrayna’daki savaşın, dünya düzeni açısından tayin edici bir dönüm noktası olduğunu kavradığından emin değilim. Dahası dünyanın bu savaşın ertesinde nasıl şekilleneceğine dair işaretleri okuyabildiğini de sanmıyorum. Zira epeydir dış politikadaki her tür adımın gelişmeleri doğru okuyup ona göre pozisyon almaktan ziyade, Türkiye içindeki siyasi bekayı kollamak amacıyla ve kısa vadeli hesaplarla atıldığını düşünüyorum.

Mesela dış politikadaki yeni sürüm “normalleşme” gündemine bakalım. Sisi’nin Mısır’ı, veliaht prenslerin Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’ı, hatta şimdilerde Esad’ın Suriye’si de buna eklendi ya; Ankara’daki karar mercii, bölgesel ve küresel ölçekli iddialarından, hırslarından vaz mı geçti de bu ülkelere karşı takındığı nobran ve saldırgan tutum yerini diyalog ve taviz siyasetine bıraktı? Yoksa “Bir Rolls Royce’un hırsına, buna mukabil bir Rover’ın olanaklarına sahip olunduğu” (*) gerçeği ile yüzleşilince, köprüyü geçene kadar ayıya dayı mı denir oldu? Ukrayna ile Rusya arasında “arabuluculuk” denemeleri bir tercih mi yoksa bir zorunluluk mu? Ben ikinci şıkların doğru olduğunu düşünüyorum. Hadi yanılma payı bırakayım; zira dış politikada karar alma süreçleri şeffaf değil; kamuoyuna da yapılırsa bilgilendirme değil hamaset yapılıyor; gazetecilerin soru sormasına ise hiç tahammül yok.

Dahası şahsen iktidar çevrelerinden yapılan açıklamalarda, bir defa olsun Rusya’nın uluslararası kamuoyuna satmaya çalıştığı tezlerin dışında özgün -hadi yine aynı tez savunulur ama azıcık farklı bir dil kurulur mesela- bir argüman duymadım. Daha geçen hafta, NATO yetkililerinin de katıldığı Rusya’nın nükleer silah kullanma olasılığının konuşulduğu bir toplantıda, şu anda egemen bir devlete saldırıp, sınırlarını güç kullanarak değiştirmeye çalışan Rusya değilmiş gibi ve Türkiye de NATO üyesi değilmiş gibi “Ama NATO güvence vermişti Rusya’yı çevrelemeyeceğine dair; Batı, Rusya’yı kandırdı” argümanının tekrarlandığına bizzat şahit oldum. Hayır diyelim ki Rusya Ukrayna’yı işgal edip topraklarına kattı; bu defa da NATO üyesi Polonya ile komşu olmayacak ve yine “çevrelenmiş” hissetmeyecek mi kendini?

Neyse… Buyurun, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın birkaç gün önce bir televizyon kanalında sarfettiği sözlere bakalım:

“Şimdi (90’lardan sonra) yeni dünya düzeni diye kurulan şey ne yeniydi ne dünyaydı ne de düzendi. Aslında Soğuk Savaş’ın icbar ettiği iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya yani tek bir hegemonun, ABD’nin tek süper güç olarak yönettiği, şekillendirdiği, istikamet kazandırmaya çalıştığı bir dünya düzeniydi. Şöyle bir piramit vardı aslında. Bir tane süper güç, onun hemen altında şekillenmiş dört-beş tane büyük güç ki bunlar Rusya, Çin, Hindistan, Almanya… Onların altında da orta ölçekli ülkeler şeklinde bir piramit vardı. Şimdi bu piramit dağılmaya başladı çünkü farklı ekonomik sosyolojik ve siyasi gerçekler bu şeyi değiştirmeye başladı. Rusya burada farklı bir çağrıda bulunuyor: ‘Gelin bu denge düzenini yeniden kuralım. İçinde Rusya’nın da Çin’in de olduğu, merkezkaç kuvvetlerin de olduğu yükselen ekonomilerin de olduğu, herkesin paylaşacağı, katılacağı eşitlikçi, adalete dayalı bir düzen kuralım’ diye”.

“Eşitlikçi, adalete dayalı bir düzen” kurmanın yolu bir ülkeye savaş açmaktan, kendi ülkende de muhalefet edeni hapse tıkmaktan veya Çin’in Uygurlar’a yaptığı gibi azınlıklara zulmetmekten geçiyorsa…

Sayın Kalın’ın “herkesin paylaşacağı, katılacağı” derken kastettiği ise ekonomiyle ilgili olsa gerek. Tesadüfe bakın Putin de pastadan bir dilim önermesin mi?: “Gelin Türkiye’yi enerji merkezi yapalım; Avrupa’ya yönelik en büyük doğalgaz ikmal merkezini Türkiye’de kuralım”. Ancak bu işin oluru yok gibi. Soli Özel gayet güzel anlatıyor nedenini. Rusya uzmanı Aydın Sezer de Medyascope yayınında; yeni hatlar yapılmasını gerektiren, dolayısıyla yıllar ve yıllar sonrasına yönelik bu ikmal merkezi vaadinin ağıza bir parmak bal çalmaktan fazlası olmadığını; eski BOTAŞ Genel Müdürü Gökhan Yardım’ın sosyal medyadaki paylaşımına da referans vererek gayet güzel anlattı.

Eski Botaş Gnl. Md. Gökhan Yardım’ın Twitter paylaşımı

Ama Başlamış’ın dediği gibi uzatılan bir havuç da yok değil. Yine Aydın Sezer’e kulak verelim:

“Putin’in ‘Türkiye’yi merkez ülke yapalım’ ifadesi seçim sürecinde Erdoğan’a yönelik açık bir destek; Erdoğan’ın iç politikada işine yarayacak siyasi bir mesaj”. Sezer diyor ki, “Ambargolar altında tecrit edilmiş durumdaki Rusya’nın dünyaya açılan kapısı Türkiye; Erdoğan’ın başından beri (Batı’ya) taviz vermeyen tutumu sayesinde”. Sezer, Ankara’nın son iki ay içerisinde Rusya’ya iyiden iyiye “yaslandığını” da sözlerine ekliyor.

Biri savaşı, diğeri seçimi kaybetme riski taşıyan iki liderin gönüllü ya da zorunlu ittifakı mı bu? Ancak Sezer, Erdoğan’ın Putin’e bağımlılığının, Putin’in Erdoğan’a bağımlılığından daha fazla olduğu görüşünde:

“Çünkü seçim öncesi ekonomiden ‘yalancı bahar’ yaratmanın yolu Moskova’dan geçiyor. Her ne kadar Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve İsrail de devreye alınmış olsa, Rusya’dan gelecek desteğin çok farklı bir anlamı var… ‘Seçimden sonrası tufan’ esprisi ile yaklaşılan bir perspektif var. Bu da tabii başta doğalgaz ödemelerini gündeme getiriyor. Bizim altı aylık süreçte ödememiz gereken doğalgaz faturası 15 milyar dolar düzeyinde. İşte Erdoğan bu paranın bir şekilde Türkiye’de kalmasını, ödemenin ötelenmesini ya da Hazine kağıtlarıyla ödenmesini kovalıyor”.

Bir devletin dış politikası tabii ulusal çıkarları etrafında şekillenir. Ancak ulusal çıkarları kim, kimin adına, nasıl belirliyor; kimin hangi ihtiyaçları gözetiliyor veya gözardı ediliyor ve hangi amaçlar güdülüyor?

*İfade ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’e ait

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.