Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: İstiklal Caddesi’ndeki bombalı saldırı bağlamında Türk-Amerikan ilişkileri, ABD ara seçimleri ve Trump’ın adaylığı

İstiklal Caddesi’nde altı kişinin hayatını kaybettiği terör saldırısının ardından İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “Bize verilen mesajı biliyoruz. Tekrar ifade ediyorum, ABD Büyükelçiliği’nin taziyesini kabul etmiyoruz. Müttefikliğimiz tartışılmalıdır” demişti. Soylu’nun bu açıklamalarının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Biden, G20’de görüştü. Gündemde F-16’lar vardı. Görüşmeden neler çıktı?

Beklenen oldu. Eski Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump, 2024’teki başkanlık seçimleri için Cumhuriyetçi Parti’den resmen aday olacağını duyurdu. Trump’ın bu açıklaması, Cumhuriyetçiler’in Kongre’de umdukları kadar sandalye kazanamadığı ara seçimlerden bir hafta sonra geldi.

Polonya Dışişleri Bakanlığı, “Rus yapımı bir füzenin” dün Przewodow köyünde iki kişinin ölümüne neden olduğunu açıkladı. Rusya Savunma Bakanlığı, Polonya-Ukrayna sınırına saldırı düzenlemediğini duyurdu. ABD Başkanı Joe Biden, “Füzenin Rusya’dan fırlatılması uzak ihtimal” dedi. Associated Press haber ajansına konuşan üç ABD’li yetkili ise füzenin Ukrayna tarafından fırlatılmış olabileceğini söyledi.

Ruşen Çakır ve Ömer Taşpınar, Transatlantik’te değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik” ile karşınızdayız. Bu hafta Gönül Tol yok, Ömer Taşpınar ile birlikteyiz. Gönül yok, ama kitabı geldi Ömer! “Erdoğan’ın Savaşı“ (Erdoğan’s War) kitabı nihâyet elimize geçti. Kendisiyle de en kosa zamanda kitap üzerine bir yayın yapacağız. Gıyâbında tekrar tebrik edelim; zâten çıktı çıkacaktı, nihâyet çıktı. Ömer, en öncelikli soru tabiî ki İstanbul’da Beyoğlu’ndaki terör saldırısı. 6 kişinin hayâtını kaybettiği saldırının hemen ardından İçişleri Bakanı Süleyman Soylu –ki saldırı sırasında İdlib’deydi biliyorsunuz, Suriye’deydi– İstanbul’a geldi ve ilk söylediği şeylerden birisi, “Mesajı aldık, en sert bir şekilde cevap vereceğiz. ABD’nin tâziyesini kabul etmiyoruz. Onların tâziyesi katilin olay yerine ilk gelen olması gibi bir şey” dedi. Doğrudan saldırıdan Amerika Birleşik Devletleri’ni sorumlu tuttu. Ama ilginç bir şekilde bir gün sonra Ankara’da CIA Direktörü ve onun Rus mevkidaşıyla buluştu. Erdoğan da Endonezya’da Amerikan Başkanı Biden ile buluştu. Hangisi doğru hangisi yanlış? Çok ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Bir de şunu özellikle sormak istiyorum: Yani Amerikan yönetimi, “Bizim muhâtabımız Erdoğan; İçişleri Bakanı’nın söyledikleriyle ilgilenmiyoruz” demez herhalde. Değil mi? Bu sözleri, doğrudan suçlamaları herhalde bir şekilde önemsiyorlar. Amerikan Büyükelçiliği’nden bir açıklama geldi: Hiç Süleyman Soylu’ya değinmeden, “Her türlü şiddete ve teröre karşı Türkiye’nin yanında” olduklarını tekrarladılar — ama o kadar. Ne diyorsun?

Ömer Taşpınar: Şimdi, şaşırtıcı bulmuyorum bu gelişmeleri; zîra Türk-Amerikan ilişkilerinde yıllardan beri devam eden bir kompartmantalizasyon var; yani kompartmantalizasyon zor bir kelime, anlatması da biraz zor, fakat uluslararası ilişkilerde her konuda hemfikir olmak zorunda kalmıyorsun. Ve bâzı konularda ayrışıyor olsanız da, görüşülmesi gereken, devam ettirilmesi gereken ciddî diyaloglar var; o yüzden ben Biden ile Erdoğan’ın görüşmesini yadırgamıyorum. Yani bu belki devlet ciddiyetine çok tutarlı gelmiyor olabilir, yakışmıyor da olabilir; fakat Biden ile Erdoğan’ın görüşmesi gereken konular var. Bir İçişleri Bakanı olarak Soylu’nun gösterdiği tepki de sonuçta iç piyasaya yönelik. Yani onun da verdiği bir mesaj var. Kendisi mesaj aldıkça bir mesaj veriyor. Bu mesaj da gayet net bir mesaj. Aslında, “Bu terör saldırısı sonrası Amerika”yı suçlu tutuyoruz” mesajı ve bunun karşılığında da ciddî bir operasyon yapılacaksa, bu operasyon herhalde Türkiye toprakları veya Irak üzerinde değil Suriye üzerinde yapılacaktır. Bir nevi meşrûlaştırıyor Türkiye’nin Suriye’ye girme isteğini. Böyle bombaların patladığı bir Türkiye’de, gerek içerideki kamuoyuna, gerek dışarıdaki Amerikan kamuoyuna veya Avrupa kamuoyuna, “Türkiye bir bakıma kendini müdafaa ediyor” görüntüsü altında bir mesaj vermeye çalışıyor. Tabiî burada sorunlu olan mesele: PKK neden üstlenmedi? Yani Amerika’da da basında tartışılan mesele bu oldu. Normalde Mersin’deki saldırıyı üstlenen PKK, bu tür saldırıları bir şekilde üstlenen Kürt örgütler –meselâ eskiden TAK vardı–, bunlar neden üstlenmediler? Ve acaba Türkiye kendisi çabuk mu hareket ediyor bu konuda? Aynı zamanda tabiî spekülasyonlara da açık. MHP’li bir il başkanıyla bir telefon temâsının bulunması, şu anda AK Parti’nin Selahattin Demirbaş üzerinden ve başka kanallardan bir şekilde sanki tekrar Kürt meselesinde zemin yokluyor olması, o çaba içinde olması, meselâ Selahattin Demirtaş’ın özel bir uçakla memleketine gidip geri gelmesi veya işte bir çalıştayın yapılması — Mehmet Metiner tarafından zannediyorum, Ankara’da AKP kimliği olan birinin Kürt meselesi konusunda. Bunlar gösteriyor ki aslında belki de Erdoğan bildiğimiz o oportünist, pragmatik, makyavelist — yani ben üçünü bir arada kullanıyorum bu kelimelerin. Erdoğan çok pragmatik, makyavelist ve oportünist bir şekilde hareket edebilen bir politikacı. Bunlara baktığımızda, Kürt meselesinde bir U dönüşü yapıp Selahattin Demirtaş’la veya Abdullah Öcalan’la seçimlere biraz kala konuşmak isterse… yani meselâ işte oradan gelecek oylara muhtaç hissederse kendini veya iknâ olursa bu konuda Kürt seçmenin karar değiştirebileceğine — ki çok zor bir mesele. Burada tabiî MHP’yi de iknâ etmesi gerek. MHP’nin de iknâ olması çok zor bu konuda. Bu da başka spekülasyonları gündeme getiriyor. Yani “Böyle bir açılımın olmaması için ne olması gerekir?” sorusunu berâberinde getiriyor. O yüzden herkesin çıkarabileceği mesajlar var burada. Türk-Amerikan ilişkileri açısından başladığım yere geri döneyim Ruşen: Şaşırtıcı bulmuyorum Süleyman Soylu’nun, Türk kamuoyunun Amerika’ya karşı bu tepkisini de şaşırtıcı bulmuyorum; zîra Amerika bir seçim yaptı Suriye’de: IŞİD’le mücâdele konusunda PYD ile berâber hareket etme seçimi yaptı ve PYD’den militanlar Türkiye tarafından öldürüldüğünde, Türkiye tarafından bölgede, Suriye’de öldürüldüğünde, CENTCOM Twitter üzerinden, sosyal medya üzerinden tâziye yayınlayabiliyor. CENTCOM komutanı PYD/YPG ile görüşüyor — Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul ettiği bir örgütle. Yani bu Amerika açısından sonuçta gizli yapılacak bir şey değil; Amerika’nın kendi politikası. Türkiye de buna bir tepki gösteriyor. Şu anda Türk-Amerikan ilişkilerindeki en büyük mesele YPG PYD meselesidir. Türk toplumunda da, Türk kamuoyunda da Amerikan düşmanlığını besleyen en ciddî damar, bence artık komplo teorisi olmaktan çıkmış “Amerika PKK’ya destek veriyor” tezidir. Bu bir komplo teorisiydi uzun süre; fakat Suriye ile berâber bu bir gerçek hâline döndü ve Türk-Amerikan ilişkilerinde bir kopmaya doğru götürdü. S-400 meselesinin temellerinde bile Türkiye’nin Suriye’ye girmesi ve Rusya’dan bir bakıma yeşil ışık alması var. Yani o yeşil ışığın bir bedeli olarak gördüm ben hep S-400’leri. Yani o mesele de sonuçta PYD/YPG’ye bağlı. Tabiî bu arada mesajlardan konuşurken: Türkiye’nin belki de sakladığı bir mesaj var, o da Rusya’nın PKK ile olan ilişkileri, Moskova’nın PKK ile olan ilişkileri. Benim bildiğim, Türkiye’de hiç kimse, “Recep Tayyip Erdoğan’ın Putin’le görüşmelerinde Sayın Cumhurbaşkanı acaba Putin’e, ‘Neden Moskova’da PKK ofisleri açık? Neden Moskova PKK’yı bir terör örgütü olarak kabul etmiyor?’ diye sormuyor?” diyerek bu meseleyi gündeme getirmiyor. PKK’nın târihsel olarak Moskova ile ilişkileri var; bu konuda hiçbir şey saklamıyor Moskova. Açık, yani gayet açık; fakat bu mesajı bir şekilde Türkiye’den almıyor. Dolayısıyla Türk-Amerikan ilişkilerinde içinden çıkılmaz bir sorun hâline gelmiş olan PKK/PYD meselesi, Rusya-Türkiye ilişkilerinde nedense hiç gündemde değil. Bu da aslında Türkiye’nin bir seçim yaptığını gösteriyor. Türkiye bu konuda Rusya’yla çalışabiliyor, ama Amerika’yla bir bakıma köprüleri atmış konumda gibi.

Ruşen Çakır: Ömer, istersen Rusya demişken, şu savaştaki son ilginç gelişmeye biraz değinelim: Polonya’ya düşen roketlerle iki kişinin hayâtını kaybetmesi, Ukrayna Başkanı’nın bunu NATO’nun gündemine taşımak istemesi, ama sonra Biden’ın da Polonyalı yetkililerin de bunların Rusya’dan kaynaklanmadığı yolundaki açıklamaları… Böyle ilginç bir olay yaşandı dün geceden beri; ama sanki ortalık şimdi biraz yatışıyor gibi. Fakat bu da gösteriyor ki aslında çok kırılgan bir durum var; çünkü Polonya NATO üyesi. Böyle bir durumda saldırı tüm NATO’ya yapılmış sayılıyor.

Ömer Taşpınar: Evet. Hatırlarsan Ruşen, Türkiye Kasım 2015’te bir Rus uçağını düşürdüğünde hemen NATO’yu çağırmıştı 4. maddenin konuşulması için — 4. Madde, 5. Madde’ye geçiş sağlayan madde; yani 4. Madde’ye göre NATO Konseyi toplanıyor ve durum değerlendirmesi yapılıyor ve bilgi toplanıyor, bu saldırının nereden geldiği konuşuluyor. Türkiye de bu mekanizmayı devreye sokmuştu Rus uçağını düşürdüğünde. Şu anda tabiî ki Polonya da bu mekanizmayı devreye sokuyor ve alınan istihbârat daha çok, sanki bunun Ukrayna’daki bir füze savunma sisteminin parçalarının Polonya sınırı yakınında bir köye düşmüş olması — bir tahıl ambarına düşüyor galiba; yani stratejik önemi olan bir yer değil. Dolayısıyla sanki Rusya’nın hedeflediği bir Polonya saldırısından çok, Ukrayna’nın kendi savunma füze savunma sisteminin aktive edilmesi ve bunun büyük bir ihtimalle bir parçasının ya da kendisinin Polonya topraklarına düşmesi. Yani Rusya sanki burada suçsuz gibi görünüyor. Biden’dan gelen açıklama da, bu tür bir füze saldırısının Rusya’dan gelme ihtimâlinin düşük olduğu yönünde. Fakat şurası bir gerçek: Şu anda Ukrayna her ne kadar sahada hem Herson’da hem Kharkiv bölgesinde ciddî operasyonel ilerlemeler kaydetmiş olsa da, toprak alıyor olsa da, Rusya ordusu çok ciddî bir füze saldırısı düzenliyor ve Ukrayna’nın bütün enerji ve elektrik ağlarını vurma çabası içinde. Dolayısıyla karanlık ve soğuk bir kış bekliyor Ukrayna’yı. Gerçekten de Ukrayna zorlanıyor; çünkü meselâ Polonya sınırındaki Lviv şehrinin elektrik santrallerinin yüzde 80 oranında vurulduğu söylendi dün. Şimdi eğer bir şehrin elektrik santrallerinin yüzde 80’i vuruluyorsa, o şehrin toparlanması çok zor; yani o şehirdeki bütün altyapı çöküyor anlamına geliyor — sâdece ısınma değil; elektrik sistemi, iletişim sistemi, her şey çöküyor. Rusya bunu yapabilecek bir füze gücüne sâhip; İran’dan aldığı drone’lar var, onları da kullanıyor ve dolayısıyla bu tür yoğun bir saldırı altındayken Ukrayna tabiî kendi füze savunma sistemini aktive ediyor ve yaşanan mesele de biraz oradan kaynaklanmış. Eğer üzerinize yüzlerce balistik füze geliyorsa, bütün füze savunma sistemini aktive ediyor ve bunların bir kısmı Rus ordusundan gelen füzeleri vuruyor, bir kısmı vuramıyor ve belirli bir orandaki bu vuramayan füzelerin de farklı yerlere düşme ihtimâli yüksek — yaşanan durum bu zannediyorum. Dolayısıyla Amerika açısından da bu bir bakıma tırmanmayı engelleyecek bir şey. Zâten deminki soruma döneyim, bir önceki bu tür bir tırmanma senaryosu, yani NATO’nun ve Amerika’nın devreye girme senaryosu en istenmeyen senaryo Washington açısından. O yüzden zâten CIA Başkanı William Burns ile mevkidaşı Ankara’da buluştular. Konuşmaları gereken konu, nükleer tırmanmaya karşı izlenmesi gereken protokol konusu. Yani eğer bir tırmanma olacaksa, bunun nükleer olarak olmaması. Rusya küçük çapta taktik nükleer silâhlara başvurursa, bunun karşılığında nelerin olabileceğinin istihbârat şefiyle açık açık tartışılması — bunlar çok önemli uyarılar: Amerika tarafından Rusya’ya yapılan uyarılar. Muhtemelen Rus istihbârâtının da Amerika’ya uyarıları var: “Biz aslında Ukrayna’da Ukrayna ordusuyla değil sizinle savaşıyoruz. Bu verdiğiniz teknolojik-askerî-finansal yardım Rus askerlerinin ölmesine neden oluyor. Bu yardımı kesmezseniz tırmanabilir” mesajı. Yani hem siyâsî, hem stratejik, hem istihbârî, hem operasyonel mesajları olabilecek çok önemli bir toplantı yapılmış durumda. İki istihbârat şefi arasında savaşın başlamasından bu yana en yüksek seviyede yapılan bir toplantı. Bu görüşmenin dünya basınına yansıması da çok ilginç; zîra istihbârat şefleri bir ülkede buluştukları zaman bunu çok büyük bir gizlilik içinde yaparlar, fakat bunun kamuoyuna sızdırılmış olması, Amerika’nın bir bakıma bu konuda Amerikan iç siyâsetine de bir mesaj. Yani Biden’ın mesajı şu: “Rusya’yla diplomasi kanallarını açık tutuyoruz. Yani bir sürpriz yaşanmaması için, herhangi bir şekilde Rusya’yla beklenmedik şekilde bir nükleer savaşa doğru, bir Üçüncü Dünya Savaşı senaryosuna doğru gidişâtı engelleyecek mekanizmalar devrede” mesajının Demokrat Parti’ye ve Cumhuriyetçi Parti’ye verilmesi, Amerikan kamuoyuna verilmesi. Zîra burada Amerika içinde de bâzen bu konu endişe yaratıyor. Yani: “Nereye gidiyor bu savaş? Nerede durur? Tırmanır mı? Amerika nereye kadar destek verecek Ukrayna’ya?” Ve tabiî ki nükleer konu… burada uzmanları, ama aynı zamanda siyâsîleri, think tank’leri, gazetecileri en çok meşgul eden mesele. Bence o yüzden kamuoyuna sızdırıldı.

Ruşen Çakır: Amerikan kamuoyu demişken, ara seçimleri konuşmuştuk; şimdi Senato’da Demokratlar’ın üstünlüğü netleşti, Temsilciler Meclisi aynı durumda değilse de Senato’da bayağı büyük bir başarı olduğunu düşünmek lâzım herhalde Demokratlar açısından. Bir diğer husus da tabiî “seninki” adaylığını açıkladı: Trump. Donald Trump adaylığını açıkladı — daha doğrusu aday adaylığını, değil mi? Önce Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olarak seçilmesi lâzım, ondan sonra da seçimlere girmesi lâzım; ama geçen hafta yaptığımız yayında, Florida Vâlisi DeSantis’ti değil mi? Onu daha çok konuşacağımızı söylemiştiniz ve şimdi de baktım ilk yorumlara: “Trump açıkladı, ama bakalım Cumhuriyetçiler onu mu seçecek, yoksa başka birini mi?” deniyor ve ilk isim de DeSantis olarak geçiyor. Şu hâliyle bakıldığı zaman Demokratlar bayağı bir moral üstünlüğe sâhip. Belki de Trump’ın böyle hızlıca adaylığını açıklaması, sanki yine her zamanki gibi, yenilmemiş gibi, hani zafer kazanmış gibi açıklıyor değil mi? Yani normalde beklenen neydi? Tsunami olacak, Trump’ın gösterdiği adaylar net bir şekilde kazanacak ve Trump da, “İşte, görüyorsunuz, benim adamlarım kazanıyor, benim gösterdiğim adaylar kazanıyor, ben de kazanırım” diye çıkacaktı. İlk şey olmadı, ama ikincisi oldu.

Ömer Taşpınar: Evet Ruşen. Yani Trump gerçek ile ilişkileri son derece zayıf bir gezegende yaşıyor kendisi, o gezegende kesinlikle doğrulara, olgulara, yaşanmış gerçeklere yer yok. Dolayısıyla Trump 2020 seçimlerini zâten kazandığını düşünüyor. Biden’ın meşru bir başkan olmadığını düşünüyor ve bu söyleme sâhip birçok Cumhuriyetçi adayı da ara seçimlerde destekledi. Şurası kesin, Trump açısından bir hezîmet oldu ara seçimler; yani Trump’ın desteklediği birçok aday –ki bunların en yüksek profilde olanlarını biliyoruz: Mehmet Öz meselâ açık ara farkla kaybetti; birçok vâli kaybetti, birçok Kongre üyesi kaybetti. Cumhuriyetçiler açısından aslında ciddî bir hezimet de Senato’yu kazanamamaları ve Temsilciler Meclisi’ni de sâdece birkaç sandalyeyle kazanmış olmaları — yani öyle gözüküyor, şu anda tam kesinleşmedi; fakat çok küçük bir farkla zannediyorum Temsilciler Meclisi’nde çoğunluk elde edecek Cumhuriyetçiler. Senato buysa eğer; Atlanta değil de bu Georgia eyâletinde bir ay sonra yapılacak seçimler Demokratlar’ın lehine biterse orada –çünkü yüzde 50 kuralı var; yüzde 50’yi kimse sağlamadığı için Georgia ikinci tura kaldı– eğer Demokratlar Georgia’yı da alırsa, eskisinden daha güçlü bir şekilde Senato’da hâkimiyet kurmuş olacaklar. Yine küçük bir hâkimiyet, ama en azından 51’e 49, yani 50’ye 50 değil. 50’ye 50 olunca, Başkan Yardımcısı Kamala Harris devreye girmek zorunda kalıyordu. Şimdi Kamala Harris’in devreye girmeme lüksü olabilir. Dolayısıyla 51’e 49 bitebilecek bir durumdayız. Baktığımızda, yani Amerikan târihinde neredeyse ilk kez bir başkanın ara seçimlerde böyle bir başarı elde etmesi; popülaritesi düşük Biden gibi bir başkanın, yüzde 41-42’lerde destek oranı oldukça düşük görülen bir başkanın hezîmet yaşamaması ve bir şekilde Senato’yu elinde tutup Temsilciler Meclisi’nde de yerinde durabilmesi, Biden’a hem içeride prestij kazandırdı, hem de dış politikada. Zâten seçimlerden iki gün sonra Biden yurtdışına çıktı ve işte Şarm-el Şeyh’teki İklim Zirvesi’ne, sonra da G-20’ye katılmak üzere küresel platforma bir bakıma zafer kazanmış bir başkan edâsıyla çıktı. Yani bu, kendini güçlü gören bir Biden artık. Tabiî iç politikada bâzı sorunlar yaşayacak; fakat şu anda Biden’a baktığımızda, sanki 2024’e kendini hazırlıyor gibi. Kendini 2024’e hazırlamasının temel nedeni de Trump’ın da kendini 2024’e hazırlıyor olması. Yani Trump senin dediğin nedenlerle bir şekilde bu başarısızlığı hemen reddedip, “Aslında çok başarılıyız” deyip, “Ben olsaydım daha da başarılı olurduk” demesi, bir an evvel diğer potansiyel önseçimlerde karşısına çıkabilecek Cumhuriyetçi adayların önüne geçip, onların fon bulmasını engelleyecek bir hamleyle bunu yapması. Fakat Trump’ın bu kadar çabuk devreye girmesinin, 2024 için önseçimlerde adaylığını ortaya koymasının belki de en önemli nedeni, şu anda Adalet Bakanlığı tarafından tam da dün adaylığını îlân ettiği Mar-a-Lago’daki kendi sarayında gizlediği belgeler nedeniyle soruşturma altında olması; yani Trump aslında şu anda ciddî bir kriminal soruşturma altında ve önümüzdeki iki yıl içinde hapse girme ihtimâli bile var. Ve tabiî ki başkanlığa ne kadar çabuk adaylığını koyarsa, o kadar mağduriyet söylemini kullanabilir. Yani: “Ben başkan olmaya giderken beni tutukladılar. Ben başkan olmaya giderken, tekrar seçilecek iken, bakın hâlâ benimle nasıl uğraşıyorlar; çünkü korkuyorlar benden. Benim yükselmemi istemiyorlar”. Yani bu işte bizim Türkiye’de çok alışık olduğumuz söylem: “Bizim güçlü olmamızı kimse istemez” söylemi. “Bizden bütün dünya korkuyor.” Trump da öyle: “Bütün dünya benden korkuyor. Amerika’da sistem benden korkuyor. Dolayısıyla benim güçlenmemem için herkes bir şekilde benim hareketimi bölmeye çalışıyor, herkes beni zayıflatmaya çalışıyor; hattâ beni hapse atmaya çalışıyorlar” deme lüksüne de sâhip olacak böylece. Trump kazanabilir mi? Bana göre bu ara seçimlerin partiye verdiği mesaj, Trump dışında bir alternatif arayışının hızlanması mesajı ve o alternatif şu anda Florida Vâlisi DeSantis. DeSantis de, belirttiğin üzere Ruşen, açık ara farkla vâliliği tekrar kazandı. DeSantis’in ilginç olan yönü Trumpizmi — yani Trump’ı bir ideoloji olarak alırsak: milliyetçi popülizm, kültür savaşları, ülkeyi kutuplaştırma, bir popülist sistem olarak milliyetçiliği, bir siyâset stili olarak popülizmi, milliyetçiliği, kutuplaştırma söylemini kendine zâten örnek edinmiş, Trump’ı kendine örnek edinmiş, Trump’sız Trumpçılık yapan bir siyasetçi olması ve bana göre aslında Cumhuriyetçi Parti müesses nizâmı ile, establishment ile Trump’tan daha barışık olabilecek birisi. Dolayısıyla hem Trump’ın bâzı taraftarlarını yanına çekebilecek bir insan, hem de partinin finansal ağırlıklı kesimlerini de yanına çekebilecek bir kesim. Burada şöyle bir tehlike var yalnız: Trump’ın başardığı bir devrim var Cumhuriyetçi Parti içinde, o da şu: Cumhuriyetçi Parti artık zenginlerin partisi değil. Yani eskiden Cumhuriyetçi Parti zenginlerin, sosyoekonomik olarak o üst sınıftaki insanların partisiydi; yani vergileri düşürmek isteyen, devleti küçültmek isteyen, serbest ticâretten yana, kapitalizmi destekleyen bir partiydi. Artık Cumhuriyetçi Parti alt-orta sınıfın, sosyoekonomik olarak eğitim seviyesi düşük, mavi yakalı ve bir şekilde milliyetçiliğe ve popülizme çok açık alt tabakaların, kırsal kesimlerin ve fakirlerin partisi hâline geldi. O nedenle DeSantis gibi birisi Trump kadar başarılı olamayabilir; o kesimlerle kurduğu ilişkilerde o popülist mesajları vermekte daha merkeze yakın gözükebilir ve bugün baktığımızda dahi, henüz erken ama, bugün bir kamuoyu yoklaması çıktı — daha doğrusu dün akşam çıktı: Trump’ı yüzde 47 olarak gösteriyor, DeSantis’i de yüzde 33 olarak gösteriyor. Destek olarak bu Cumhuriyetçi Parti tabanına baktığımızda, hâlâ yüzde 47’lik bir desteği var Trump’ın. DeSantis’in yüzde 33, ama henüz daha kampanya başlamadı. İki yıl var bu seçimlerin yapılmasına. DeSantis büyük ihtimalle isim olarak da Amerika genelinde bütün Cumhuriyetçiler tarafından tanınmıyor — nihâyetinde sadece bir Florida vâlisi. Trump ise bütün dünyanın tanıdığı bir isim; fakat buna rağmen yüzde 50’nin altında olması, %47 ile %33 bana yakın geldi; yani DeSantis geçebilir Trump’ı önümüzdeki dönemde. Şuna bağlı: DeSantis dışında başka adaylar çoğalırsa, yani parti bölünürse; Trump’ın karşısında DeSantis dışında üç-dört tane aday olursa, bu Trump’a yarar. Yani karşısında ne kadar bölünmüş bir yelpâze bulursa, Trump o kadar başarılı olabilir. O nedenle DeSantis’in bir bakıma partinin Trump dışındaki kesimlerini konsolide etmesi gerek — ki bu da kolay gözükmüyor; çünkü şimdiden eski başkan yardımcısı Mike Pence ve Mike Pompeo gibi isimler ve Senato’da yükselen bâzı isimler aday olacaklarının sinyallerini veriyorlar. Hareketli bir iki yıl bekliyor bizi.

Ruşen Çakır: Evet Ömer, çok teşekkürler, burada noktayı koyalım “Transatlantik”e. Çok verimli bir yayın oldu. Gönül Tol’a da gıyâbında selâmlarımızı iletelim. Evet, “Transatlantik” bu hafta böyleydi, haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.