Geçen hafta denk geldiğim altı-yedi farklı tweet paylaşımının ortak yakınması, rejimin yarattığı tüm haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı neden siyasal İslamcı kesimde kesif bir sessizlik olduğu yönündeydi. Son yirmi yıllık süreçte İslamcı yelpazenin hemen tamamında ortak olan tepki tam olarak buydu: Tepkisizlik. Seküler kesim bu suskunluğu anlamakta zorluk çekiyor haliyle. Kendimi bunun dışında tutarak konuşmuyorum. Bu konuda birkaç yıl önce Ot Dergi’de bir şeyler yazmışlığım var. Bir yazıyı yazdıktan sonra, orada sorduğun soruları rafa kaldırıp yoluna devam edemiyorsun haliyle. Hatta bu konuda bir cevaba ulaşabilsen bile, o cevabı da sorgulamayı sürdürmek zorunda kalıyorsun. İçin rahat etmiyor çünkü. Buradaki asıl tedirgin edici durum, insan ilişkilerinin iktidar bloku tarafından biçimlendirilmesi. Partisiyle ters düşmemek adına hukukun böylesine çiğnenmesine göz yuman insanlarla nasıl aynı yolda yürüyeceğiz? İktidar sınırsız olabilir ama sonsuz değildir. Bir gün yine yüz yüze bakmayacak mıyız? O nedenle de bıkıp usanmadan bu mesele üzerine kafa yoruyor bazı insanlar. Özellikle önceki dönemleri iyi bilen birileri… Kenan Evren, Demirel, Özal, Çiller çekip gittikten sonra, cansiperane onları savunanların aktif ya da pasif destekleri bir anda derin utanca dönüştü. Tabii utanacak yüzü olanlar için! Erdal Eren’in asılmasından, Susurluk rezaletine varıncaya kadar pek çok konuda “Bizimkiler yaptıysa bir bildikleri vardır” kafasıyla hareket edenler, ilk durakta başları önlerinde, trenden inip yaya olarak yola devam ettiler. Zaten trenin gittiği de şüpheliydi.
İmamoğlu’nun yargılanması ve hüküm giymesi, dünya hukuk tarihine geçecek kadar gülünç ve hakkaniyetten uzak bir uygulamaydı. Kötü bir kurgudan çıkan berbat bir senaryonun aciz sonucuna tanık olduk. Bunu söylediğim için İmamoğlu’cu olmadım işte. Olayları incelerken dayanak noktam belli: Hukuk! Vicdan değil, merhamet değil, insaf değil, adanmışlık ya da falancacı olmak değil; romantik hiçbir şey yok ortada, yalnızca hukuktan söz ediyorum! Burada bir hukuksuzluk örneği var ve benim oy verdiğim bir parti bunu yaparsa gider onun kapısının önünde dikilirdim. Partilerin ömrü sınırlı ve demokrasi dediğimiz rejim yönetimin el değiştirmesi ilkesi üzerine kurulu. Demokratik bir rejimde, insanlar arasındaki ilişkilerin sürdürülebilir olması esastır. Bu nedenle oy verdiğim parti, torunlarımızın yan yana yaşayacağını bildiğim komşuma karşı hukuk dışı bir uygulamaya başvurduğu anda benim önceliğim komşumdan yana olmak zorundadır. Neye inanırsa inansın ya da inanmasın, bu değişmez. Bir gün o hukuk bana da lazım olacağı için değil üstelik. Varsın hiç lazım olmasın, aslolan hukukun korunmasıdır. Partim ya da liderim, komşuma haksızlık yapamamalı. Totaliter rejimlerin istisnasız hepsinin ortak özelliği bu değil miydi? Hitler, Stalin, Mao rejimlerinin ortak özelliği, partinin ya da liderin komşumuzdan hatta aile efradından daha kıymetli oluşu değil miydi? Hukuk algısının bozulmasının nasıl bir çürümeye yol açtığının vesikasından başka ne ki tarih dediğin manzume? Tabii ki o partiye oy veririm ama hesap da sorarım. Onun ortaya koyduğu bir haksızlığa boyun eğdiğim anda çürümenin bir parçası haline geleceğimi bildiğimden bunu yaparım. Hiçbir çürüme sabit kalmaz. Çürüyen bir elma, bir sepet elmayı da çürütür. Çünkü bu evrenin doğasında entropi var, bozunum esastır. Etik ve estetik bir hayat ancak bu bozunuma karşı direnmekle mümkündür. Çürümenin olduğu yerde ya onu durdurmaya çalışırsın ya da onunla birlikte çürür gidersin.
Babam “ticaret ahlakı” tanımını duyduğu anda öylesine öfkelenirdi ki tarif edemem. “Yahu adam uyuşturucu satıyor ama borcunu zamanında ödüyor diye şimdi bu adamın ticaret ahlakı mı var yani?” gibi bir de argümanı vardı. Bence haklıydı. Ticaret ahlakı, iş ahlakı, siyaset ahlakı vs. gibi bir tanım bugün bana da acayip geliyor. Ahlak bir bütündür. Yani siyasal ahlak diye tanımlanan şeyin, ahlakın ta kendisi olduğunu düşünüyorum artık. Hayatın her alanında, türlü türlü dalavereler çeviren birinin siyasal ahlaka sahip olması mümkün mü? Ya da tersi? Ama bir an için siyasal ahlakı, yalıtılmış bir durum olarak kabul edelim. Böyle bir ahlak, aktörlerin içinde bulundukları yapıya karşı ne derece itiraz edebildikleriyle ölçülürdü herhalde. Yani aşağı mahalleye ya da yukarı mahalleye taş atmak zaten siyasetin doğasında var. Siyaset bölücü bir faaliyet alanıdır. Bir grup insan bir siyasal kimlikle donanır, bir şeyleri savunur ve haliyle bir şeylere de itiraz eder. İtiraz edilen şey bir doğa olayı olmadığı sürece onu yaratan, sürdüren bir grup insan var demektir. Yani o siyasal bileşim oluştuğu anda bir rekabet, çatışma alanını da tanımlamaya başlamıştır. Bu çatışma alanında ne kadar etkili olduğun senin “siyasal ahlak”ını belirlemez. Bu bir siyasal başarı ölçütü olur ancak. Siyasal ahlak, çatısı altında durduğun yapıya ne kadar itiraz edebildiğinle ölçülür.
Genç bir İslamcı arkadaşla aynı sınıfta bulundum bir dönem. Sürekli bana laf çakıp dururdu ve ben de fazla üzerine varmaz, bir-iki kelimeyle onun bu sataşmalarını savuştururdum. Bir ders bitiminde, “İsmail abi neden benimle hiç tartışmıyorsun?” diye sorma gereği duyacak kadar içerlemişti anlaşılan. Ona şöyle demiştim: “On yedi yaşından beri kendimi solcu olarak tanımlamış biriyim ve o günden beri solcularla kavga ediyorum. Size sıra hiç gelmedi. Bence siz de bunu deneyin, iyi gelecektir. İçinde bulunduğunuz yapılara değilse bile, size iyi gelecektir. Sizin konfor alanı zannettiğiniz şey bana yangın yeri gibi geliyor, belki bunu fark edersiniz bu vesileyle.”
Şimdi aynı sözü daha yüksek perdeden söyleme gereği duyuyorum. Bir haksızlığın karşısında rahatsızlık hisseden birilerini görmek, içimizdeki öfkeyi yatıştırır. Adalet duygumuzun rencide oluşunu biraz olsun yatıştırır. Neden içinde bulunduğunuz yapıların yol açtığı bütün bu haksız uygulamalardan rahatsızlık duymuyorsunuz sahi? Neden kendi mahallenizde kavga etmekten bu kadar korkuyorsunuz? Siyasal İslam’ın totaliter bir rejim üretmesinden hiç mi rahatsız değilsiniz? İmamoğlu’na yapılan bunca haksızlıktan sonra hâlâ stüdyoda “Teselli sarılması tatbikatı” yapabilecek kadar küçülmeyi nasıl başarabiliyorsunuz? Ya da bu kepazeliği yapanlara göz yummayı nasıl becerebiliyorsunuz? Söyleyecek sözünüz yok mu yani? Ortalama insanın alın terinin, rızkının böyle pervasızca yağmalanmasına nasıl sessiz kalabiliyorsunuz? Kur, borsa oyunlarıyla sizden olmayanların gün gün fakirleştirilmesi bünyenize iyi geliyor mu bari? Adalet bürokrasisinden şans oyunlarına kadar her şeye şaibe düşüren uygulamalardan memnun musunuz sahiden? Ya da şöyle soralım: Konfor alanınızdaki ısı kaynağının cehennem ateşi olmadığından emin misiniz!
Gerçek İslam’ı bir türlü anlatamadınız bize. Yamaya yamaya giydiğiniz o urbadan geriye hiçbir şeyin kalmadığının farkında mısınız? Üstünüzdeki urbanın rengi belli olmuyor artık, farkında mısınız? Bütün bu ilkel ayak oyunlarını en az bizim kadar iyi gördüğünüzden eminim. Siz kendiniz gibi düşünen, aynı kitapları okuyan, aynı sohbetlere katılan, aynı düşünce ikliminde büyümüş yol arkadaşlarınızı bizden daha iyi tanırsınız ve eminim bizim gördüğümüzden çok daha fazlasını görüyorsunuz. Neden bunun için bir şey yapmıyorsunuz? Çoluğunuza çocuğunuza bırakacağınız miras, iki ev bir arabadan çok daha fazlası olmalı, güvenin bu dediğime. Bir gecede yok olabilecek kadar kırılgandır bunlar. Geride bırakabileceğiniz en büyük miras omurgadır. Dik durun ve siyasal İslamcı olarak, o yapının içinden çatlak bir ses çıkarın. Dışarı çıkmadan ama! O yangının içinde kalın ve onu söndürmeye gayret edin. Çünkü gördüğüm kadarıyla siyasal İslamcılığı eleştirenlerin büyük çoğunluğu o şemsiyenin altından çıkmadan konuşamadı. Orada durun ve yanarken konuşun. “Hukuk, sevdiğimiz insanlar için değildir, hukuk iyiler için değildir, hukuk her daim bizim cenaha hizmet etmemeli” deyin. “Hukuk sevmediğimiz, nefret ettiğimiz insanlar için de aynı teraziyle hak dağıtır” deyin mesela. “Teraziyi değiştirerek hak dağıtamazsınız, bu benim inancıma aykırı” deyin mesela. Bunu yaptığınız zaman gerçek İslam’ın ne olmadığını söylemiş olacaksınız. Bakın ben üç gün aralıksız, solu ve solun tarihini eleştirebiliyorum. Daha iyi bir sol nasıl inşa olur ki yoksa? Ya da daha iyi bir İsmail…
Bir bünyeyi dirençli kılan şey, patojenlere karşı verdiği mücadeledir. Bu mücadelenin asıl önemli yanı, bünyenin içinde gerçekleşmesidir. Siz idarecilerinizin yaptığı tüm bu hukuksuzluklara kulağınızı tıkadığınız, gözlerinizi yumduğunuz zaman süreci yönetebileceğinizi zannediyorsunuz ama içinizi oyan bir siyasal ahlak zaafıyla yok olup gideceksiniz sonunda. Hiç mi farkında değilsiniz bunun? Konuşun, 28 Şubat’ta “liboş” yaftası yemeyi göze alarak sizin haklarınızı savunan onca solcunun hakkı var üzerinizde, onun için konuşun. Bu çürümeyi durdurmak için konuşun. Gelecek kuşakların esenliği, huzuru, mutluğu için konuşun. Dün siz diyordunuz, bugün biz diyoruz: “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.” Osman Kavala’nın ve sayısız aydının, gazetecinin nasıl bir tezgâhla içeri tıkıldığını sormayacak mısınız?
Saraçhane’de o gece kaç siyasal İslamcı vardı? Yanmaktan mı korktunuz? “Bir kibrit alevine dayanamıyorsun da cehennem ateşine nasıl dayanacaksın?” diye soruyordunuz ya hani, siz bu cehennem ateşine nasıl dayanabiliyorsunuz peki? Altı yaşındaki bir kız çocuğunun ahını almaktan da mı korkmuyorsunuz? Milyonlarca insanın alın terinin, göz nurunun, ülkenin bütün kaynaklarının yağmalanmasının karşısında gözlerinizi sımsıkı kapamaktan korkmuyor musunuz? Neyden korkuyorsunuz peki?