Türkiye’de ekonomi-politiği edebiyat üzerinden anlamak meselesine en çok Prof. Dr. Mustafa Özel kafa yormuştur. Mustafa Özel anaakım iktisatçılar gibi iktisadı sadece sayılara, istatistiklere boğmadan edebiyat üzerinden de çözümler. Bu açıdan kendisinin pek çok söyleşisini dinleyerek epey feyz almışlığım vardır.
Türkiye’de bir dönem romancılar sadece roman yazmazlardı. Romanlarını aynı zamanda bir fikri mücadele alanı olarak tarif ederlerdi. Kemal Tahir bunların en bilinenidir. Onun dışında Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Yaşar Kemal de roman üzerinden toplumsal meseleleri açıklamaya, tartışmaya, kışkırtmaya çalıştılar. Bu tarz romancıları kalıcı kılan da biraz bu olmamış mıdır?
Yüzyılın depremi diye etiketlenen 6 Şubat Kahramanmaraş Depremi’nin haberleri önüme düşmeye başladığı zaman çok kısa bir süre önce okuyup bitirdiğim Orhan Pamuk’un “Kafamda Bir Tuhaflık” romanına yeniden dönüp notlarımı karıştırmaya başladım. Bu romanıyla Orhan Pamuk, depremde başımıza gelen ne felaket varsa onun tarihi, sosyo-politik, ekonomik, kültürel arka planını çizmiştir. Bu açıdan bu romanı yeniden hatırlatmak amacıyla bu yazıyı kaleme alıyorum.
Roman 1970’lerin başında Orta Anadolu’dan İstanbul’a göçen iki ailenin hikâyesidir. Nesiller boyu bu iki ailenin büyük şehirde tutunabilme mücadelesi romanın her yerinde kendini sert bir biçimde gösterir. Baş kahraman Mevlüt biraz safça, temiz bir insandır. Amca çocukları Süleyman ve Korkut şehrin kurallarına çabuk adapte olup hızlıca gecekondu mahallelerindeki rant kavgalarının politik angajman kurallarına uyarak ülkücü olmuşlar, karşı tepelerdeki Alevi mahallerini hedef seçmişlerdir. “Karşı” tepelerdeki insanlar ise kendi mülkiyet alanları temelinde farklı politik angajmanlara yönelirler. Mevlüt biraz da saflığının verdiği bir sezgisellikle hem ortada durmaya çalışır hem de tüm bu süreci bir romancı saflığıyla gözlemler. Bu mahallelerdeki yaşam mücadelesi, yoksulluk ve çaresizlik tek dayanak noktası hemşehricilik olan ve giderek sertleşen politik çatışmaları beraberinde getirmiştir.
Mevlüt şehirde yapayalnız bir insandır. Şehir onu ürkütür. Yengesi bir gün onu yemeğe çağırdığında onun korkusunu anlar, “Ah oğlum, korkmuşsun sen İstanbul’da” der. Mevlüt İstanbul’un varoşlarındaki lisede okumaya başlar. Bir yandan da geceleri yoğurt satmaktadır. Bu lisede yaşanan politik çatışmalar, sık sık boykot edilen dersler, Mevlüt’ün okuyarak asla bir yere varamayacağını anlaması, Alevi bir arkadaşıyla başladığı niyetçilik işinden kazandığı paralar, yaşadığı Duttepe’de camilerin hızla yükselişi, mahalleler arası politik çatışmalar ve nihayet 12 Eylül askeri darbesi.
Darbe zamanı Mevlüt askerdedir. Sonra köyden bir kız kaçırıp (yanlış kızı kaçırmasına rağmen ona da safça bir aşkla bağlanır) Tarlabaşı’na yerleşmesi şehrin 1980’li yıllardaki dönüşümüne şahitlik etmemizi sağlar. Mevlüt’ün hâlâ babadan kalma tek göz bir gecekondusu vardır Duttepe’de. Ara sıra oraya gidip geldikçe artık iyiden iyiye şehrin içinde kalan gecekondusunun etrafındaki hızlı yapılaşmaya şahit olur. Bir zamanlar muhtarların verdiği gayrı resmî kâğıtlar hızla tapu tahsis belgesine dönüşür. Mevlüt’ün milliyetçi amcaoğulları da inşaat işine girerler. Mevlüt ise sabır ve sebatla Tarlabaşı’ndaki mutlu yuvasında kışın boza, yazın yoğurt, nohutlu pilav satmaya devam eder, garsonluk, otopark bekçiliği yapar, büfe yönetir, Beyoğlu’ndaki mafyalaşma ve eski binalara çökülmesi süreçlerine şahit olur. Gençliğinde beraber çalıştığı Alevi arkadaşı Ferhat, Beyoğlu’ndaki elektrik mafyası işlerinden bir cinayete kurban gider. Yıllar sonra 2000’lerin ortasında Mevlüt, amcası ve onun çocuklarıyla birlikte Duttepe’de bir plazanın 10. katında yaşamaya başlar ama o hâlâ geceleri çıkıp artık pek meraklısı kalmayan bozasını satmaya çalışır.
“Kafamda Bir Tuhaflık”ta Orhan Pamuk, İstanbul’un kırk yıllık dönüşümünün bir kesitini verir. Çalışarak ve okuyarak asla bir birikim elde edemeyecek milyonlarca insana tek çıkış yolu olarak gözüken rant ekonomisinin hikâyesidir bu. Sermaye sınıfı işçi sınıfının barınma sorununu çözmez. Fabrikaların etrafındaki kamu arazilerine yolu, suyu, elektriği, imarı, iskânı olmayan gecekondular inşa edilir. Devlet bunlara göz yumar, hatta onlar sayesinde her seçimde bir imar affı (barışı) ilan ederek oy devşirir. Cumhuriyet tarihinde 22 kere bu iş gerçekleştirilir. Mevlüt tüm bu arka planda sadece seyyar satıcılık yaparak ayakta kalmaya çalışan temiz bir insandır. Amca çocuklarıyla aralarında oluşan asimetrik zenginleşme onun bu emek yoğun işleri asla terk etmemesinden kaynaklanır. Hatta akrabaları arasında biraz “enayi”, biraz da “ermiş” gözüyle bakılır. Neticede ona saygı duyarlar ama ömrünün sonunda yaşlanmaya yakın o da artık “şehirden hakkı olanı” alır gecekondusunu satar ve bir plazada oturmaya başlar.
Roman, Türkiye’nin yarım yüzyıllık rant ekonomisi hikâyesini Mevlüt’ün saf gözlerinden anlatır. Bu hikâye devletin ve sermaye sınıfının ortak suçlarını da ifşa eder. Her yirmi senede bir yaşanan büyük bir deprem ve ödenen acı bedeller bize bu suçları yeniden hatırlatır. Emeği ile onurlu bir yaşam imkânları ellerinden alınmış milyonlarca yoksul insanın yığıldıkları kent varoşlarında verdikleri yaşam mücadelesinin hikâyesidir bu.
Bu hikâyenin sonu çoğu zaman geçmişten alınmayan derslerle doludur.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.