Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Başlama çizgisi – Muhafazakârın imanı! 

Bugünden seçime kadar, dindar ve milliyetçi muhafazakârlıkların, bu ideolojilerin şu ya da bu ölçüde bağlısı olan insanların gündelik hayatında ve kendilik tarifinde nasıl tezahür ettiğine ilişkin birkaç yazı yazmaya çalışacağım. Niye böyle bir şey yaptığımı çok da bilmiyorum, içimden öyle geldi desem yeter mi? Belki bir tür vedalaşmadır muradım. Yoksa hepimiz biliyoruz üç aşağı beş yukarı neyle uğraştığımızı da, o şeyden kurtulmanın neden bu denli zor ve önemli olduğunu da.

Evvela kendimce bir muhafazakârlık tarifi yapayım. En genel anlamda muhafazakârlığı “güçlü olan kazansın, o güç de bende olsun, benimle olsun” düşüncesi, hatta içgüdüsü diye tarif edebiliriz. Peki niye sende olmalı bu güç? “Çünkü ben, benim.” Sonra o “ben”in içeriği artık elde ne varsa, hayal gücü neye yetiyorsa, aslında o ara en çok ne satıyorsa, onunla doldurulur. Bu dolgunun büyücek bir kısmı, kendisi olmayanlar arasında en çok kimden haz etmiyorsa (haz etmeyiş sebeplerinin başında haset gelir, ama onu başka bir yazıda müstakil olarak deşeceğim) ona dair hasletleri sayarak olur. Muhafazakâr rakibinin hasletlerini ya kötülük olarak görmekte ya o hasletin orijinalinin kendisinde olduğunu, öbürünün onu taklit ederek insanları aldatmaya çalıştığını öne sürmektedir. Yani kendisine ait olanlar dışındaki her türlü “iyi”lik bir tuzağa işarettir. Ona dair her şey de kendiliğinden iyidir.

Hatay’da depremzedelere aş dağıtan gayet Hataylı kilise mensuplarına ehl-i tarik’in neden kızdığını hatırladınız mı? Hah, işte orada hasıl olan durum tam olarak budur. O videodaki tiplerin söylediklerine gayet benzer lafların, devletin artık dolaylı olarak desteklediği bir dizide, hem de deprem bölgesine yardıma giden yabancı ekiplerin henüz Türkiye’den ayrılmadığı, “devletlû” ekiplerin yabancılarla halkla ilişkiler rekabetine giriştiklerine dair haberlerin ortalığa saçıldığı bir dönemde edildiğini söylesem. Mevzu Kuruluş Osman’da geçti. Selçuklu’nun Valide Sultanı İsmihan’ın emriyle zehirlenip kötürüm kalan Orhan Bey için şifayı düşman Moğol Komutan Nayman’ın Şaman’ında bulan Osman Bey, “Evladımızı ayaklandıran düşman olur mu?” diye soran Malhun Hatun’a aynen şöyle söyledi: “Olur ya, olur! Nayman’ın niyeti bizi alt etmeden evvel savunmasız bırakmak. Kalbimizi ona karşı ısındırır, ondan sonra da boyunduruğu altına almak ister.” (116’ncı bölüm 57’nci dakika civarı.) Bu lafların geçtiği bölümün, depremden sonra “normale dönün” talimatı üzerine yayınlanan ilk bölüm olduğuna dikkatinizi çekerim. Çekim tarihini kontrol etmenin bir yolu olsa keşke. Acep dizinin bu bölümü deprem felaketi sürerken revize edilmiş midir bu laflar eklensin diye? Cidden merak ediyorum.

Muhafazakârın “olay”ı da sığınağı da budur: Değil mi ki, ondan başka kimse onun iyiliğini istemez, o zaman o neden başkalarının iyiliğini istemelidir ki?! Kendisinin de yararına olmayan hiçbir iş kimseye yararlı değildir. Yani muhafazakârın kitabında müşterek yarar diye bir şey yoktur. Varsa bile ön koşulu, iştirakin içeriğini de, ondan hasıl olacak yararı da muhafazakârın tespit etmesidir. Bu yönüyle hem ayrılır hem karıştırılır muhafazakâr siyasetin pragmatizmi ile muhafazakâr olmayan siyasetlerin pragmatizmleri. Bu türlü pragmatizmde, herkes için iyi ve doğru olanın ölçüsü muhafazakârın kendisidir, başka türlü ölçüler teklif edenler “hain, dışarlıklı, yersiz-milsiz ve dahi dilsiz” olacaklardır onun nezdinde.

İnançlar ve sahipleri

Muhafazakârlığın mayasında bol miktarda inanç bulunur. Fakat bütün inançlar, az evvel ikrar ettiğim o en birinci inançtan beslenecek ve ona göre hizalanacaktır: “Haklıyım, alacaklıyım, çünkü ben, benim.” Pek çok muhafazakâr mağduriyet hikâyesinde, aslında kendisine ana sütü gibi helal olan “güç”ten ve o “güç”le başkalarına yapabileceklerinden mahrum bırakılması bulunur. Muhafazakâr her türlü gücün kendisinin hakkı olduğuna inanır. Çünkü o, odur. İnançlar, bilgilerden farklı olarak, içeriği zahmetsizce değiştirilebilen parçalı bulutlardır. Edindiğiniz bir bilgiden hoşnut değilseniz, onu değiştirmek için dere tepe düz gitmeniz, arş-ı alemi kat etmeniz, o “yanlış bilgi”yi üreten tüm süreci tekrar etmeniz ve yanlış olduğunu bu yolla göstermeniz gerekebilir. Ama içeriğini değiştirmek istediğiniz şey bir inançsa, işiniz çok kolaylaşır. İnanmakta ısrar ettiğiniz müddetçe inandığınız şeylerin içeriğini arzu ettiğiniz gibi değiştirme hakkına da sahipsinizdir.

İnançlarının içeriğini diledikleri kadar değiştirme özgürlüğüne sahip olduklarını anladıkları ve zaten bu nedenle inanmayı seçtikleri için hiç zorlanmazlar bu işte muhafazakârlar. Çünkü eğer inanıyorsanız, inandığınız şeyin mevcut içeriği işinize gelmediğinde, “Ben artık böyle inanıyorum” demeniz yeterli olacaktır. Emrinizde ve tekelinizde bulunan gelenek size bu değişiklik için nasılsa bir mesnet bulur. Yoksa gördüğünüz bir rüyaya, dinlediğiniz bir şarkıya, içinizden kopan yüksek sesli bir coşkuya dayandırabilirsiniz değişikliği. Bir inancınızın diğer inancınızla çelişmesinde de bir beis yoktur. İnanca konu olan önermeler doğrulanamadıkları için yanlışlanmaları da mümkün olmaz çünkü. Bu kaide muhafazakârın kendini her durumda ve her yerde haklı hissetmesi için gerekli ve yararlıdır. Bu nedenle vazgeçilemez. Muhafazakârın bir şeyi savunması için onun ona gerekmesi ya da onun yararına olması yeterlidir. Çünkü, muhafazakârlığın ilk koşulu ve tüm inanışlar içinde en değişmez ve sabit olanı, “Madem ki ben benim, her şeye değerim” önermesidir. Önerme mi dedim? Ne de haddini bilmez biriyim ben böyle… Elbette bu bir önerme değil, hakikattir, muhafazakârın tüm hayatını etrafında ördüğü tek hakikat!

Dilimin biraz acı ve dalgacı olduğunun farkındayım, engel olamıyorum kusura bakmayın. Yalnız az önce kurduğum cümleciğin çeşitli versiyonlarının kişisel gelişim “ürün”lerinde ne kadar yaygın bir tüketim alanı bulduğuna da dikkatinizi çekmek isterim. İçinde bulunduğumuz, galiba artık sonlarına geldiğimiz şu geçiş döneminde -ara dönemde- yıldızı en çok yükselen iki janrdan birinin muhafazakârlık, diğerinin “kişisel gelişim” olması tesadüf olmasa gerek. İkisi aşağı yukarı aynı şeyi söyler: “Canım benim, sen çok değerlisin, elbette kendin için en yararlı olanı yapacaksın, geriye kalanlar da senin yararın için yaptıklarına katlanacaklar.” Sormaz kendine muhafazakâr, “Niye değerliyim ki ben, benim yararımı başka her şeyden önemli kılan nedir?” Sormaz, çünkü sorarsa onu böyle düşünmeye iten gerçek nedenle yüzleşmek zorunda kalır. Belki vardır kendisinde, kendisi olmak dışında, onu değerli kılan bir şeyler de… Ama ya yoksa! Düşünmemeli böyle şeyler! Gerek de yok! Madem ki o, odur, o zaman değerlidir, o değeri en önce kendisi takdir etmelidir!

Muhafazakâr muhafaza

Bir şeye olan imanı korumak, o şeyin kendisini korumaktan çok daha kolaydır. Hatta muhafazakârlar çoğunlukla onları “kendi”leri kıldığını düşündükleri varlıkları ortadan kaldırırlar ki, o varlıkların içeriğini işlerine geldiği gibi ta(h)rif edebilsinler. O varlıkların içeriğini, şeklini, şemalini arzularına göre, yani işlerine nasıl geliyorsa öyle değiştirme ruhsatına sahip olmak için o varlıklara inanmaları, bu yolla o varlıkların tapusunu üzerlerine geçirip mülk edinmeleri gerekir. Bütün muhafazakârlıklar mülkçü ve mülkiyetçidir!

Korunmak istenen şey, müşahhas/somut bir varlıksa onu bozup arzuya göre değiştirmek ve kullanışlı hale getirmek zorlaşacaktır. Çünkü müşahhas şeylere inanmaya lüzum yoktur. Onları bilir ve tanırız. Bildiğimiz ve tanıdığımız şeyleri kafamıza göre değiştirmemiz o kadar da kolay değildir. Çünkü onları başkaları da biliyor ya da tanıyorlardır ve bizim o şeyleri canımızın istediği gibi dönüştürmemize müsaade etmeyeceklerdir. Nihayet her müşahhas, yani dünyevi varlık başkalarının da tasarrufuna açık olabilir ve o şeyin ne’liği konusunda başkaları da söz sahibi olmak isteyebilir.

Bu nedenle muhafazakâr, inancın nesnesi haline getirip kendisi için kullanışlı kılmak istediği şeyleri önce ortadan kaldırır. Ancak bu şekilde müşahhas olanı üzerinde yalnızca ona iman edenlerin, yani kendisinin, söz sahibi olduğu bir ruh-i mücerrede (soyut bir ruha) dönüştürebilir. Bu nedenle dünyanın her yerinde muhafazakârları korumak üzere yemin ettikleri varlıkları, hem de onları kendileri yapan şeyleri yıkarken, yakarken, yok ederken görürsünüz. Vatan der yakar, millet der yoksulluğa ve ölüme razı eder, din-iman der insanları dinlerinden imanlarından ederler! Çünkü somut nesneler olarak kaldıklarında bu şeyler, yurt, halk, müşterek inanışlar, muhafazakârın yararına göre eğilip bükülemezler. Aksine, bu şeyler somut birer varlık olarak kaldıkça, muhafazakârın her şeyi kendine yontan faydacılığını mahkûm edeceklerdir.

Peki nasıl yok edilir bu gayet somut varlıklar! Tıpkı insanların dağın taşın keyfini sürerken ayaklarına dolaşıp duran, onları sınırlandıran tanrılarını yüceltip göklere çıkartmak suretiyle kenara çekmeleri gibi şişinerek ve şişerek, överek ve övünerek, yani kimsenin erişemeyeceği yücelere yerleştirerek. Aslında şişinebilmek için şişirerek, övünebilmek için överek, yücelmek için yücelterek. Bu da yine iman gücüyle yapılabilecek bir iştir. Çünkü her yurdun kuytu mağaraları ve çorak toprakları, her halkın akarı kokarı, her müşterek inanışın/hukukun nefesinin yetmediği yer vardır. Fakat vatan öyle midir ya, millet öyle midir, davalaşmış din öyle midir? Onlara tutunup göklere çıkarabilir kendini muhafazakâr ve dünyayı göklerden idare edebilir. Çünkü… Evet çünkü, o, odur, öyleyse bunlara, kendisini o yapan her şeyi yok ve tahrif etmeye hakkı vardır. 

Muhafazakârlar imanlarını korumakta ustadırlar. Bunun için daima başvurdukları bir de strateji vardır. İnançlarına bilgi muamelesi yaparlar. Bunu en çok “sen bu milleti tanımazsın”la başlayan uzun nutuklarında hissedersiniz. Soyut bir varlığa indirgeyerek yücelttikleri millet hakkında bir o türlü, bir bu türlü tasavvurlar geliştirirler kafalarında. O tasavvurların içeriğine de ayrıca gireceğim bir başka yazıda. Şimdilik şu kadarını diyeyim: O an, o yerde, o bağlamda çıkarlarına ya da işlerine gelen versiyonuna iman ederler milletin, sonra başka bir anda, yerde ve bağlamda başka, hatta taban tabana zıt bir versiyonuna iman etmekte sakınca görmezler. Çünkü, nasılsa millet elle tutulur, gözle görülür, sesi duyulur bir varlık değildir, milletin böyle bir varlık olmamasını muhafazakâr bizzat ayarlamış ve işini garantiye almıştır. Tıpkı başka inanç nesneleri gibi onun da içeriğini dilediği gibi değiştirme özgürlüğüne sahip olduğuna inanır muhafazakâr. Ona aittir, onun kafasında, tahayyülünde, onun aklı-imanı yettiği kadar vardır millet. Madem ki milletin (millet tahayyülünün) sahibi odur, canı istediği zaman, canı istediği gibi değiştirebilir o milleti. Milletin onun yarattığı versiyonunu kabullenmeyenler de ayrık otlarıdır, hainlerdir, nankörlerdir vs.

Takviyeli muhafazakârlık

Daha önce de bir yazıda anlattığımı hatırladığım ama nerede, ne zaman yazdığımı şu anda dönüp bulamayacağım bir anekdotla anlatayım bu vaziyetin nereye vardığını… Tekrar etmekte beis görmüyorum, çünkü bu kısacık anı benim için bir kırılma noktasıydı.

Sene 2014, aylardan Ağustos. Yazın en sevmediğim ayı. Sıcaktan bunalmışım ki o biçim! Cam kenarına oturdum, dışarıyı seyrediyorum. Kulağımda da bangır bangır müzik. Yanıma her halinden ehl-i tarik olduğu anlaşılan bir amca oturdu. Vardı herhalde 70 falan. Cama biraz daha yaklaştım, mümkünse temas etmek istemiyorum. Fakat ben kenara çekildikçe yayılıyor. Döndü bir şeyler demeye başladı, duymuyorum. Kulaklığı indirdim. Önce bir durak sordu, daha var dedim. Sonra elimdeki telefonu sordu, fotoğraf çekiyor muymuş, birlikte bir fotoğrafımızı çeker miymişim? La havle dedim ama kırmadım da, dedim, yaşlı bir amca sonuçta. Nerelisin, kimlerdensin diye uzattı. Hiç konuşasım yok, ama kötü insan olmak da istemiyorum, kısa kısa cevap veriyorum. Gezi’nin oradan geçerken başladı, “Bak buraları ne hale getirdiler? Solcular, Kürtler hepsi bir araya geldi Erdoğan’ın karşısına geçti. Her yeri yağmaladılar, herkese saldırdılar…” Bu kadarla kalsa susacağım ama durmadı Erdoğan’ın “faziletlerini” anlatmaya başladı. İçimde bir öfke köpürmekte ki o biçim. Kontrol etmekte zorlanıyorum ama söz veriyorum kendime, bu amcayla tartışmayacaksın! Ama yetmedi gücüm. Dedim, “Allah aşkına amca, ben de oradaydım, kimin kime saldırdığını da gördüm, neyi yağmaladığını da, yanlış kişiye anlatıyorsun bunları.” “Ha öyle mi?” dedi, üstelik alaylıca sırıtarak “Nesini beğenmiyorsunuz Erdoğan’ın?” diye sordu. İyice sakin olmaya çalışarak ama muhtemelen beceremeyerek “bak amca, bizim olanı bizden çalıyorlar, düşman ediyorlar hepimizi birbirimize, mesele Gezi Parkı değil ki, bütün memleket kendi tapulu mallarıymış gibi davranıyorlar” dedim. “Aman kızım” dedi, “Peygamberler, evliyalar bile yemiş, Tayyip yemiş çok mu?”

“Çalıyorlar ama çalışıyorlar” sloganı o sene çıktı sanıyorum. Amcayla kavga etmedim, yaşını-başını bıraktım, böyle konuşan biriyle neyin kavgası, nasıl edilir ki? Fakat oturamadım da otobüste. Ağzım açık kalmıştı, diyecek bir şey bulamamıştım, dehşete düşmüştüm. Sıradaki durakta indim. İndiğim yerin Kabataş olduğunu fark ettiğimde iyice kabardı öfkem. O sinirle ne düşündüğümü hatırlamıyorum. Ama şimdi bu küçük hikâyenin neden ikide bir aklıma geldiğini gayet iyi biliyorum. Ben bu amcadan öğrendim muhafazakârlığın “hürriyet” içeriğini. Hayatta mıdır acaba hâlâ? Ölmüşse rahmet diler miyim?

Her türlü inancını kendi yararına, faydasına göre değiştirip, dönüştürmenin zirvesiydi amcanın vardığı yer. Birinin “yeme”sini kabul edilebilir kılmak için, bütün bir peygamberler ve evliyalar silsilesini de “yiyenler”den etmekte bir mahsur yoktu. “Ben, ben olduğum için her şeyi hak ediyorum”un sonunda varıp varabileceği yer mutlak bir değersizlik, her türlü değerden azadelik. Kendi değerini, inanmak yoluyla tutunduğu her şeyi, kendi keyfince elden geçirebilmekte bulmak. Neyin mi muhafazakârı bu amca? Bu değersizleştirme döngüsünün, çünkü o döngü onun krallığı, başka hiçbir yerde sözü geçmiyor. O yüzden sürekli “değerlendirmekten, kıymetlendirmekten” bahsediyor, o bir şeyleri değerlendirdikçe o şeyler değer kaybediyor. Onun, kendisi için değere ya da kıymete dönüştüremeyeceği hiçbir şeyin bir kıymet-i harbiyesi yok. Elinde bulundurduğu üç beş parça hikâyeyi değerlendirmek için, gerekirse peygamberlere, evliyalara bile iftira atacak ki o değerlendirirken değersizleş(tir)me döngüsü kırılmasın, bozulmasın… Oy verdiği siyasetçiyi de buna göre seçiyor. Onu bu döngüde serbest bırakacak, tüm öteki bağlarından azade kılıp bütün mesaisini yalnız bu döngüye hasretmesine imkân verecek!

Çok geçmeden, Louis Gardet’nin Müslüman Site’sini yayınladı Ahmet Arslan çevirisiyle Ayrıntı Yayınları. Şu paragrafı okuduğumda amca geldi gene aklıma… Canım çok fena yandı!

“…erdem hakkında, adil olma durumu hakkında, doğal bir düzenin, ne ifadesi ne uygulamaya konulması demek olan akit temelli bu tümüyle sözleşmeci anlayışın içerdiği tehlikelere de dikkat çekmemiz gerekir. … sözleşmenin lafzına uyulması koşuluyla ruhuna ihanet edilse bile adaletin kurtarılabileceği görüşü ortaya çıkar. …ister asıl anlamında dinsel ister özel hukukun veya kamu hukukunun emrettiği diğer mükellefiyetler söz konusu olsun, hile-i şer’iyye, yani içinde kurnazlık ve oyun yanında beceriklilik ve zekâ da içeren yasal hile yoluyla bu mükellefiyetlerin nasıl atlatılabileceği konusunu ele alan cilt cilt eserler mevcuttur.” (s.129)

Gardet, Müslüman Site’de (şehirde, toplulukta, cemaatte artık her neyse) müşterek ahlakın müzakereyle oluşturulmuş sözleşmelerle bağıt altına alındığını, ancak her türlü müzakerede olduğu gibi ahlakın içeriğine dair olanda da en güçlü olanın normlarının geçerli kılındığını, Müslüman toplumlarda idarecilerin çürümüşlüğüne ve otoriterliğine, “kader planına” “tevekkül” denilen şeyin bunu böylece kabul etmekten, hatta bu hali dinileştirmekten ibaret olduğunu söylüyor. Sözleşmeye bağlı ahlak, her ne kadar “dini” imiş gibi görünse de, dinmiş gibi yutturulan profan bir güç mücadelesinin ateşi hiç sönmemesiye devam ettiği anlamına geliyor en nihayetinde. Kazanan her şeyi alır, kaybeden kazanana itaat eder! Tanıdık geliyor mu size?!

Niye mi yandı canım?… Şöyle ağız dolusu, “ya hu adam sen ne diyorsun, hiç de bile, böyle değil, bak bunun aslı şöyle!” diye muhalefet etmek isterdim Gardet’ye. “Lan Allah’ın oryantalisti, konuşma ordan bilmiş bilmiş” diye meydan okumak isterdim. Amca bana “Evliyalar, peygamberler bile yemiş, Tayyip yemiş çok mu?” demeseydi tutunacak bir dal bulur gene de söylerdim…

Tabii, “amaaann bütün dinlerin dindarları böyle değiller mi canım, biz yapınca mı mevzu oluyor” diyecek olan muhafazakârlar var ya… Haklılar, bu nedenle, tam da bunu demek için neredeyse fırsat kolladıkları için, “ben benim, o halde en değerliyim ve dahi her şeye hakkım da var” inancı, inanmak denilen fiili/duyguyu tümüyle mahkûm ederek kendini imha ediyor. Tabii ya, bütün dinlerin dindarları, bütün memleketlerin muhafazakârları kendileri açısından, tam da böyle… Mesele de bu zaten!

Her neyse…

Gelecek hafta kaldığım yerden devam edeceğim. Kendimi de bağlamak, dağılmamak için not edeyim. Bunca iman korkusuz olmaz değil mi? O yüzden muhafazakârın en büyük ve başlıca, onu kendi evlatlarına bile düşman eden korkusundan bahsedeceğiz. “Ya ben, ben değilsem?” “Ya benden çıkan, bana benzemez de, içimdeki ben olmayan beni faş ederse?” 

e-mail: aysecavdar@gmail.com

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.