Farklılıklara ve çoğulculuğa tahammülü olmayan sağ ideolojilerin yüksek öğretimdeki icraatlarını Türkiye’de ve Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) gözlemlemek ilginç bir deneyim oluyor. İki ülkede de özellikle toplumsal cinsiyet, cinsiyet yönelimi ve aile üzerinden ortak söylemlere sahip aktörler farklı yöntemlerle LGBTİ+ topluluklar ve hakları üzerinde baskı rejimi politikaları ve uygulamalarını yaygınlaştırıyorlar. Türkiye’de bu baskı kontrolsüz başkanlık sistemi, merkezi devlet ve medya – sivil toplum ekosistemi üzerinden işliyor. Amerika’da ise federal yasalar ya da kuvvetler ayrılığı söz konusu baskıyı bazı eyaletlerde sınırlandırabiliyor ama Cumhuriyetçi Parti yasama, yürütme ve yargıda güce sahip olduğu eyaletlerde çoğunlukçu politikaları uygulamaktan çekinmiyor. Söz konusu politikalar yüksek öğretim alanında yasalar ya da cezalandırıcı bütçe uygulamalarıyla hayata geçiyor. Bir yandan da üniversite kurumuna dair özerklik, akademik özgürlükler ve üniversitelerin misyonu gibi önemli başlıkları tartışmaya açıyor. Üniversite giderek sadece ekonomiye hizmet eden bir kurum olarak şekillendirilmeye çalışılıyor.
Amerika’da Cumhuriyetçiler’in güce sahip olduğu eyaletlerde eğitim ve öğretim üzerindeki sansür tehdidini daha önce Medyascope’da yazmıştım. Son dönemde Cumhuriyetçiler’in eğitimde farklılıkları, kapsayıcılığı ve hakkaniyeti koruma altına alan yönetmelikleri ve uygulamaları rafa kaldırmak için yasama organlarında harekete geçtiğinden de söz etmiştim. Cumhuriyetçiler Florida, North Dakota, Tennessee ve Texas eyaletlerinde yasa geçirerek üniversitelerin hem farklılıklar, kapsayıcılık ve hakkaniyet programlarına kamu bütçesi ayırmalarını hem de işe alım süreçlerinde adayların bu değerlere dair görüşlerini sormalarını yasakladılar. Yaşadığım Wisconsin eyaletinde de Senato ve Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu önemli bir farkla kontrol eden Cumhuriyetçi Parti bu dalgadan geri kalmadı. Meclis Sözcüsü Robin Vos Wisconsin Üniversitesi sistemini farklılıklar, kapsayıcılık ve hakkaniyet programlarını kapamadığı takdirde o programlara gittiği tahmin edilen 35 milyon doları bir sonraki bütçeden kesmekle tehdit ediyor.
Farklılıklar, kapsayıcılık ve hakkaniyet programları ve uygulamaları üzerinde bu yeni oluşan siyasi baskının iki ana eksenini ırk ve toplumsal cinsiyet oluşturuyor. Amerika’daki ırkçılığın sistemsel olduğunu teorik altyapısıyla açıklayan içerikler (özellikle eleştirel ırk teorisi) bir süredir Beyazların tepkisini çekiyordu. Bu tepkinin özünde ırkçılığın artık geçmişte kaldığı ve sürekli gündeme getirmenin özellikle Beyaz çocuklar ve gençler üzerinde kendilerini kötü ve suçlu hissettirdiği argümanı var. Toplumsal cinsiyet eksenindeki tepki ise Türkiye’dekiyle ortak bir yerden besleniyor. Geleneksel aile değerlerinin (ki bunların içinde dini referanslar önemli yer tutuyor) korunması amacıyla çocukların ve gençlerin farklı toplumsal cinsiyet rolleri ve cinsiyet yönelimleri hakkında içerikle eğitim ve öğretim ortamlarında karşılaşmasının sansürleniyor. Cumhuriyetçiler’in LGBT+ karşıtlıkları eğitimin ötesinde çok daha acımasız haller alabiliyor, kırmızı eyaletler giderek artan bir şekilde Trans bireylerin ihtiyaç duyduğu sağlık hizmetlerine erişimini yasalarla engelliyorlar.
Eğitim ve öğretime dönecek olursak, yukarıda sübjektif bir dille özetlediğim baskı rejiminin Amerika’da aslında oldukça objektif referanslarla gündeme getirildiğini ve tartıştırmaların odağında endoktrinasyon olduğunu söyleyebilirim. Üniversitelerin farklılıklar, kapsayıcılık ve hakkaniyet programları ve uygulamalarını yasaklayan yasalar iki düşünce kuruluşunun imzasını taşıyor: Muhafazakar Manhattan Institute ve liberteryen Goldwater Institute. Bu iki kurum 2023’ün başında ortak açıkladıkları bir çalışmayla üniversitelerde giderek artan endoktrinasyon tehdidine dikkat çektiler ve eyalet meclislerinin hızla yürürlüğe koyabilecekleri bir model yasa tasarısı sundular.
Öne sürülen argümanlar bir yandan kapsayıcı eşitlik ve akademik özgürlük gibi herkese ilk bakışta sempatik gelebilecek evrensel kavramları kullanıyor. Öte yandan, farklılık, kapsayıcılık ve hakkaniyet programlarını yöneten ofisleri “bölücü ideolojik komiserliğe” benzetecek kadar bu programları Marksist bir çerçevede ve kurmaca bir şekilde sembolize ederek kamuoyu algısını yönlendirmeye gayret ediyorlar. Aslına bakarsanız Türkiye’de iktidarın Boğaziçi Üniversitesi’nin rektör atamasına haklı tepkisine dair kamuoyu algısını LGBTİ+ toplulukları hedef göstererek şekillendirmeye çalışmasının şık tasarlanmış Amerikan siyaset elbisesi giymiş hali olarak düşünebilirsiniz.
Cumhuriyetçiler’in söylemlerinde sık kullandıkları bir başka referans da üniversitenin esas olarak ekonomiye katkı misyonunu gündeme getirmek. Benim mahallede Meclis Sözcüsü Vos Wisconsin Üniversitesi’ni “bir yükseköğretim kurumu olmaktan endoktrinasyon kurumu olmaya savrulmakla” eleştirdi ve “eğer üniversite yararlandığı kamu fonlarını artırmak istiyorsa ırksal bölünmeyi değil ekonomiyi büyütecek işleri önceliklendirmeli” diye önerdi. Bu çağrı üniversitelerin misyonu üzerinde küresel olarak süregelen tartışmalara hatırlatması açısından önemli. 21. yüzyılda üniversitelerin istihdam edilebilir öğrenciler mezun ederek ve teknolojik gelişmeleri destekleyecek bilim yaparak ekonomiye katkı yapması beklentisi ve hatta baskısı giderek üniversitelerin eleştirel düşünen ve entelektüel temele sahip olan bireyler yetiştirmesini ve ekonomiyle bağı olmayan insanlık bilimleri gibi alanlarda bilim yapmasını gölgelemeye başladı.
Amerika’da siyasetçilerin yüksek öğretim üzerinde oluşturmaya başladıkları baskı ve bunu çerçeveledikleri söylemler üniversite özerkliği, akademik özgürlükler ve üniversitelerin misyonu gibi önemli başlıkları da gündeme getiriyor. Bu başlıklarda küresel olarak yaşanmakta olan gerilimlerin üniversitelerin tarihiyle yaşıt olduğunu hatırlamamız önemli. Fransa Kralı Philip II ve Papa Innocent III tarafından Paris Üniversitesi’ne 1200ler’in başında verilen yasal ve dini statülerden bu yana üniversiteler sürekli olarak farklı dış ve iç paydaşlarıyla ilişkilerini müzakere etmek zorunda kaldılar. Devletin önemli ama tek oyuncu olmadığı bu ilişkiler ağında üniversiteler sekiz asrı aşkın bir süredir ayakta kalmayı başardılar. Bakalım üniversiteler küreselleşme, neoliberal yüksek öğretim politikaları ve artan devlet baskısının kesiştiği bu dönemden nasıl çıkacaklar?