Azerbaycan’da çok aşina olduğumuz manzaralar gördük geçen hafta sosyal medyada. Gedebey Bölgesi’ndeki Söyüdlü Köyü sakinleri, ülkedeki çürük-çarık iktidarın bir altın madeninde kullanılıp atığa dönüşen siyanürün dökülmesi için köyün yakınlarında bir yapay göl oluşturulması projesine karşı direnişe geçtiler. Tıpkı İkizdere’de olduğu gibi direnen köylülerin çoğu yaş almış kadınlardı. Gene ormanı korumak için linyit madeni açılmasın diye direniş başlatan Akbelenlilerin karşısına çıkanlara çok benzeyen “güvenlik güçleri”yle karşıladı Azerbaycan devleti Söyüdlü Köyü direnişçilerini. Bir müddet Azerbaycan’dan atılan tweetlere göz gezdirdim.
Yusif Azeroğlu şöyle yazmıştı: “Yaşlısını döyən polisimiz var, nədənsə Xocalı görüntülərinə oxşatdım (benzettim).” Alıntıladığı tweet’i Səməd Şıxı İngilizce yazmıştı: “Polis kendi yurttaşlarının yüzüne gaz sıkıyor.” Devamında Aliyev’in yasadışı işlerin döndüğü altın madenlerini kendi mülküymüş gibi gördüğünü de ekliyordu. Bir de video paylaşmıştı: Yüzü görünmeyen, kalkanlarının ve kasklarının arkasına gizlenmiş polisler, çiçekli entarileriyle direnişe gelen yaşlı kadınları bölgeden uzaklaştırmak için kafalarına vuruyor ya da yüzlerine gaz sıkıyorlardı. Ertesi gün bir polis müdürü açıklama yaptı bu görüntülerle ilgili: “Ne olduğunu biliyorum. Kimse polise taş atma hakkına sahip değil. Polis yurttaşlarımızı korur.” Birkaç kişi de, köylerini siyanürden korumaya çalışan yaşlı insanlara gönderilen güvenlik güçleriyle Azerbaycan’ın Karabağ’a gönderdiği askerler arasındaki farka dikkat çekmişti: “Bunları millət üçün saxlayıb Qarabağa 18 yaşlı uşaqları göndərdilər qırdırmağa.” Topraklarını korumak isteyen birkaç kadının karşısına dikilen polislerin, cepheye gönderilen askerlerden daha bakımlı ve eğitimli olmalarında nasıl bir hikmet vardı acaba? Belli ki yaşadıkları yerden vazgeçmeyen, onu çocuklarına torunlarına bırakmak isteyen kadınlar daha tehlikeliydi her türlü dış düşmandan. Yarın birgün torunları icat edilmiş bir cephede savaşa gönderilerek, yaşama ve yaşadıkları yeri talandan ve zehirden koruma sebepleri de ellerinden alınırdı nasılsa.
Aklıma tabii “tek millet iki devlet” lafı geldi, malum Azerbaycan ve Türkiye’nin birbirlerine ne kadar yakın olduğunu ifade etmek için kullanılır. Nitekim Aliyev’i, üzerinden neredeyse bir ay geçmiş bulunan genel seçimlerde de bir hayli görme fırsatı bulduk bizim devletin yanında yöresinde. Ne demişler üzüm üzüme baka baka…
Derken Rusya’daki henüz akıbeti belli olmayan “darbe girişimi” düştü herkesin gündemine. Hiç anlamıyorum Rusya işlerinden, ama olup bitenin tüm dünyanın kaderini belirleyeceğine şüphe yok. Pek öyle parlak bir kader gibi de görünmüyor yakın vadede yaşayacaklarımız. Taşlar bir türlü yerine oturmuyor. Hakkında düşünecek kadar bile bilgiye sahip değilim fakat Rusya’nın Sadat’ı hükmündeki Wagner’in başındaki adamın, Yevgeni Prigozhin’in söylediği bir şey dikkatimi çekti. Rostov’a girdiklerini ilan ederken diyordu ki: “Savunma Bakanlığı’nın birlikleri, ya da yolumuzu kesmek için önümüze atılan askerler (conscripts: zorunlu askerlikle mükellef tutulan acemi erler), kenara çekildi. Biz çocukları öldürmüyoruz. Çocukları öldüren, savaşa eğitimsiz askerleri, acemileri gönderen Şoygu’dur. Biz yalnızca profesyonellerle savaşırız.”
Wagner’in çocukları, yani acemi askerleri, öldürmediği konusundaki bilginin doğru olmadığını tahmin etmek hiç de zor değil. Dikkatimi çeken şey, Prigozhin’in savaşa sürülen acemi erlerden nasıl bahsettiği. Baktım, Rusya’da zorunlu askerlik 18-27 yaş arasında yapılıyormuş. 30 civarına yükseltmeyi düşünmüşler, hatta Putin de destek vermiş bu düzenlemeye ama, “ne yapalım, savaş var” deyip ertelemişler bu yılın başında.
Zorunlu askerliğin ne kadar kötü bir şey olduğunu bilmeyenimiz yok. Öte yandan profesyonel güvenlik birimlerinin hem halkların hem idarecilerin başına beladan başka bir şey getirmediğini de artık iyice öğrendik. Irak’ın ikinci işgalinden sonra ABD’nin kurduğu profesyonel ordular sonunda bütün dünyayı terörize eden hikâyeler doğurdular yalnızca. Sudan’da ve Rusya’da an itibariyle devam eden kanlı kargaşanın temelinde de devletin tanımı gereği içerdiği “şiddet kullanma tekeli”nin kısmen bile olsa özelleştirilmesi, yani egemenlik devri bulunuyor. Sonunda devletlerin gene halktan topladıkları vergilerle büyütüp besledikleri profesyonel ordular, ansızın gene aynı devletlerin zorunlu askerlik yoluyla oluşturdukları ordularla savaşa girişiveriyorlar. Bilin bakalım ilk ve daima kaybeden kim oluyor bu saçma sapan oyunda?
İktidar ne içindir?
Hayli zamandır dünya, iktidarı ısrarla elinde tutan “lider”lerden korkuyla karışık hayranlıkla bahsediyor. Ne de güzel sarılıyorlar ellerindeki güce, ne de dahice oynuyorlar oyunlarını. Her krizi fırsata çeviriyor, fırsat buldukça yeni krizler yaratıyor ve böylece iktidarlarını sağlamlaştırıyorlar. Büyük büyük laflar ediyor, uzun vadeli planlardan bahsediyorlar tam da bir önceki uzun vadeli planlarının felaketi andıran sonuçlar yarattığı anlarda. Ve gene de inandırıyorlar insanları. Yalanlar söylüyorlar, propaganda makinelerini çatlatasıya çalıştırıyorlar, insanlardan aldıkları her şeyi onlara yeni bağımlılıklar, yeni yalanlar ve yeni talanlar olarak ödüyorlar. Ama bakın gene de iktidardalar, bırakmıyorlar, hiçbir sınır tanımıyorlar iktidarda kalmak için. Halklarını baskıyla, açlıkla, adaletsizlikle terbiye ederek ikna ediyorlar kendilerine. Ama işte sonuçta iktidardalar değil mi?
Bulaşıcı bir hastalık gibi o ülkeden bu ülkeye yayılıp duruyor bu tür “liderlik”ler. Sadece devlet başkanları değil, en küçük mikro-iktidar evrenlerine bile bulaştırıyorlar bu yönetme ve iktidara hiçbir sınır tanımaksızın asılma hastalığını.
Sonra onların yönettikleri ülkelerde ne olup bittiğine bakıyorsunuz. Küçük azınlıklar dışında pek de mutlu olan yok. O da nasıl bir mutluluksa artık. Tuhaf bir hazcılık üzerine kurulu sanki. Dünya onlara düşman, gelecek karanlık, kendilerinin herkes için kurdukları düşler daha bile karanlık. Geriye kalanlar o düşlerin yalnızca taşıyıcısı ve nesnesi. O düşlere yem olmamayı seçen insanlar, hele de henüz yaşları gençse kaçıp gidecek yer arayışındalar. Kaldıkları yerde başka bir gelecek için mücadele edebilecekleri her açıklık sıkı sıkıya kapatılmış, karartılmış durumda çünkü.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bir ortak noktası var iktidara sımsıkı yapışan liderlerin belirlediği rejimlerin. Genç kuşaklardan, yani kendi çocuklarının canlarından kolaylıkla ve bir kalemde vazgeçiyorlar. Hatta korkuyorlar o çocuklardan. Boyun eğdirebildiklerini cephelerde, inşaatlarda, fabrikalarda, barajlarda bulabildikleri her yerde harcıyorlar. Boyun eğdiremediklerini hapsediyor, sürüyor ya da sesini çıkaramaz hale getiriyorlar. Hepsi de deliler gibi bağlı milli ve manevi değerlerine. Hepsinin de gözü geçmişin ihyasında. Sanki ülkelerini yaşayanlar değil de hayaletler adına yönetiyorlarmış gibi. Kendilerinden bırakın can, söz isteyen çocuklarını bile gözlerini kırpmadan gönderiyorlar ölüme. Bunu yaptıkça “dev”leşiyor, “Tepegöz”leşiyorlar. “Dev”leştikçe, “Tepegöz”leştikçe daha çok kurban istiyorlar.
Bir ortak noktaları daha var bu tür liderlerin. Yatıyor kalkıyor “aile” diye bir şeyden bahsediyorlar. Tıpkı idareleri altındaki ülke gibi sürekli tehdit altında olan hayali bir aile kurguları var. Kendi iktidarlarının bekâsı ve niteliğiyle vaat ettikleri “aile” arasında doğrudan bir bağlantı kuruyorlar. Ülkeyi korumak için icat ettikleri demir yumruğun bir benzerini babalara veriyor “al sen de bununla koru aileni” diyerek imtiyazlandırıyorlar. Bazı bürokratlara, valilere, şirketlere de yapıyorlar aynısını. İktidar, daha doğrusu egemenlik “millet” adına bu liderler, babalar, seçilmiş bürokratlar ve bir elin parmaklarıyla sayılabilecek kadar şirket tarafından kullanılıyor. Aralarında hem rekabet hem dayanışma üzerine kurulu bir oyun oynuyor ve geriye kalanlardan o oyunda piyon olmak üzere seçilinceye kadar seyirci olmalarını istiyorlar. Arada bir kalabalıklara önlerine attıkları kurbanları parçalama hazzı tattırmaktan da geri durmuyorlar elbette.
Aile değerleri
Melinda Cooper, “Family Values: Between Neoliberalism and the New Social Conservatism” (Zone Books, 2017 – Aile Değerleri: Neoliberalizmle Yeni Sosyal Muhafazakârlık Arasında) adlı çok kıymetli kitabında, özellikle Batı’da yeni sağın ve neoliberallerin, aslında Fordist ekonomiden ve sosyal refah vaadinden vazgeçerken, bu vazgeçişi tazmin etmek üzere yeniden yutturmaya çalıştıkları “aile” hapına solun da bir panzehir üretemediğini anlatıyor. Ona göre, 21. yüzyılın hemen öncesinde ve tecrübe ettiğimiz kadarında sol siyasetin en önemli açmazlarından biri bu konuda ne diyeceğini pek bilememesi.
Öte yandan, kolektif haklar için kolektif mücadeleyi mümkün kılan tüm örgütlenme dinamiklerini yerle yeksan eden ekonomik müdahaleler ve güvenlik anlayışı, aileyi mümkün, daha doğrusu her şeyi alıp en azını vermekle yetinmek isteyen iktidarlar açısından en katlanılabilir idari/iktisadi birim olarak bir yükselen değere dönüştürdü. Bu o kadar “dahice” bir hamleydi ki, en ateşli eleştiriciler bile ancak “başka bir aile mümkün” demekle yetindiler. Bir bakıma neoliberalizmi bu nokta-i nazardan, “bu politikalarla aile zayıflatmaktan başka bir şey yapamıyorsunuz” şeklinde bir mızıldanmayla karşıladılar.
Gelecek hafta kaldığım yerden devam edip aileyi bu denli merkezi bir yere koymakla çocukların canından vazgeçmenin neden bir ve aynı politikanın iki yüzü olduğunu tartışacağım Melinda Cooper’ın kitabındaki bazı argümanlardan yola çıkarak. Mevzu kitapta durduğu gibi durmayacak elbette. Cemaat-aile-devlet üçgeninin nasıl çocuk öğüten bir cendereye dönüştüğüne dikkatinizi çekmeye çalışacağım.