Aslında bu yazının başlığı “Neden İYİ Parti Kongresi’ne gitmedim?” olacaktı ve o yazıda şimdi yazacaklarımın bir kısmı da yer alacaktı, fakat tabii ki İYİ Parti hakkında düşündüklerim yazının ana eksenini oluşturacaktı.
Vazgeçtim çünkü kongrenin beni İstanbul’dan Ankara’ya gidecek kadar heyecanlandırmamasının tek nedeni İYİ Parti’nin durumu değildi, genel olarak siyasetten yorulmamdı. Yani sadece bende olduğunu düşünmediğim siyasetten yorgunluk halinin tek sorumlusu olarak İYİ Parti’yi -istemeden de olsa- göstermek haksızlık olurdu.
Kaldı ki gitmesem de uzaktan da olsa kongreyi, özellikle de Meral Akşener’in konuşmasını izledim ve gecikmeden bunu bir yayında yorumladım. Üstüne bugün Burak Bilgehan Özpek ile yine İYİ Parti üzerine bir yayın yapmak için sözleştik. Anlayacağınız benim “yorgunluk” halim daha çok dilimde yine de ilgilenmeden duramıyorum görüldüğü gibi ve frene de basacak gibi de görünmüyorum (maalesef).
Çocukluktan beri siyaset
Fazlasıyla kişisel başlayan bu yazıyı aynı tonda sürdürmek yanlış olmaz. Ben (ve kardeşlerim) siyasetin içine doğmuştuk. Sülalemizin çoğu CHP’liydi. Babam Demokrat Parti iktidarı döneminde Hopa’da CHP ilçe başkanıymış. İlginçtir, önce ailesine aykırı bir şekilde DP’ye yönelmiş fakat iktidara gelmesinin arifesinde bırakıp aktif bir CHP’li olmaya karar vermiş. O küçük yerde muhalif olarak maruz kaldığı baskılardan yakınırdı hep. Solcu değildi ama sağcıları sevmezdi.
İstanbul-Çağlayan’da 12 Mart (1971) dönemini çocuk olmamıza rağmen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına sempatiyle ve tabii ki üzüntüyle geçirdik. Çok sıkı İsmet İnönü’cü olmasına rağmen babam, Bülent Ecevit’i çok seviyordu. Dolayısıyla O’nun “Karaoğlan” olarak yaptığı çıkışlar ve kısa süren iktidarı bizlerin ömrümüzün yegâne “mutlu siyasi dönemi” olarak kayıtlara geçti. Bunun dışında hep kaybeden tarafta olduk.
Militanlıktan gazeteciliğe
Tabii CHP’lilik kesmeyip “Ortanın Solu” yeterince heyecan vermeyince 14 yaşında Galatasaray Lisesi’nde yatılı okurken bir grup arkadaş “devrimci” olduk. Yaşımızdan beklenmedik ölçüde aşırı politize bir şekilde, çok ağır bedeller ödedik, işkence gördük, arkadaşlarımızı kaybettik, hapis yattık ama siyasetten çok yorulmadık, en azından ben yorulmadım.
Öyle ki cezaevinde kazandığım Boğaziçi Üniversitesi’ni aksatıp, yine siyasetle alabildiğine içli dışlı olan gazeteciliğe bulaştım, sonuçta okuldan atıldım ama mesleği sürdürdüm. Önce İslamcı, ardından ülkücü ve nihayet Kürt hareketi… Sol hareket üzerine bilhassa fazla yazıp çizmedim. Hiç pişman olmadığım militanlık dönemimden gazeteciliğe taşıdığım (bence) en isabetli tutum asla militan (şimdilerde aktivist deniyor) bir gazetecilik yapmamak oldu.
Anadolu kazan ben kepçe
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Gazetecilikte en çok seçimleri sevdim. İlk olarak Kasım 1987 genel seçimlerinde Le Monde muhabiri dostum Jean-Pierre Thieck ile Şanlıurfa, Mardin, Diyarbakır gibi yerlere gitmiştik. 1991 genel seçimlerini ise bir serbest gazeteci olarak tek başıma, İç ve Doğu Anadolu’da RP-MÇP-IDP ittifakını izleyerek geçirdim. 1994 yerel seçimlerinde Milliyet’te çalışıyordum, birçok Anadolu kentinde nabız tuttum ama RP’nin, özellikle de Recep Tayyip Erdoğan’ın gelmekte oluşu üzerine yaptığım çoğu haber önerim reddedildi.
En büyük pişmanlığım AKP’nin ilk kez iktidara geldiği 2002 seçimleri sırasında İsmail Cem’in YTP’sinden aday olup gazetecilik yapamamış olmamdır. Ama seçimler biter bitmez hemen mesleğe döndüm ve tüm seçimleri Vatan, NTV ve Habertürk adına yakından takip ettim. Bazen abarttım, mesela 2007 erken genel seçimlerinde 30 civarı Erdoğan mitingi izlemişimdir.
Fiziki değil zihni yorgunluk
Ve hiç yorulmadım. Tabii ki fiziki yorgunluk vardı ama zihnen her seçim bir sonraki dönem hakkında yepyeni fikirler, projeler, heyecanlar sunuyordu. Ta ki bugüne kadar. Bu seçimler tüm Türkiye’yi çok kötü yordu. Özellikle Erdoğan rejiminin değişmesini isteyen, bunun bu sefer gerçekleşeceğini umanlar çok büyük hayal kırıklığına, umutsuzluğa, yılgınlığa kapıldı.
Bütün bunlara bağlı olarak siyasete ilginin alabildiğine azaldığını görüyoruz, duyuyoruz, yaşıyoruz. Ben de bunlara bizzat tanık oluyor ve bizzat yaşıyorum. Ama birçok okuyucu, izleyici, eş-dost gibi “yoruldum, benden bu kadar” deme lüksüm yok.
Bu noktada 10 Haziran’da yaptığım “Neden ve nasıl yanıldım?” başlıklı yayının sonlarında söylediklerimi tekrarlayarak yazıyı sonlandırmak istiyorum:
“Çok kişi diyor ki: ‘Bırak bu işleri’. Vallahi çok iyi olur. Açıkçası çok istiyorum şahsen. Ama burada 8 senede yarattığımız bir Medyascope var. Çok zor günlerden geçiyoruz, mâlî krizler yaşıyoruz. Önümüz çok açık değil. İzleyicilerin desteğinde ve ilgisinde de çok, her siyâsî konuya olduğu gibi ya da mecrâya olduğu gibi, bir azalma var. Ama bu gemiyi yüzdürmekte kararlıyım ve onun için çok istemesem de –gerçekten, bunu samîmî olarak söylüyorum– yapmaya devam edeceğim. Takdir sizindir.”