Elif Gökçe Aras yazdı: Kendinden nereye?

Merdivenlerden çıkarken bir kan damlası görüyorum. Bir tane daha, bir tane daha. Normal zamanda olsa endişelenir ve kafamda senaryolar yazmaya başlarım, muhtemel kişiyi belirlemeye çalışırım ama bugün normal bir gün değil. Bugün, bir varlığın başka bir varlık için kurban edilmesi olağan. Evet, Tanrı için değil, başka bir varlık için.

Zamanla çok şeyin içi boşaldı, kurban ibadetinin de. Dernekler, vakıflar türedikçe gözden ırak feda etmeye başladılar insanlar kurbanlarını. Kendileri yerine kurban edecekleri varlığın başında getirilen tekbirlerin ve gözyaşlarının yerine, “Kurbanınız kesilmiştir, şükür namazınızı kılabilirsiniz” haberi gelmeye başladı. Eskiden bayram sohbetlerinde herkes o gün kendisi adına kurban edeceği hayvanın ne kadar da kuvvetli, ne kadar da güzel olduğunu, kime kurbanından ne kadar et düştüğünü hesaplamaları yapılırdı, şimdi tatlının çıtırlığı, yaprak sarmanın püf noktası konuşuluyordu, hangi kurumun bu işi ne kadar profesyonel yaptığı.

Yıllar önce, dindar olduğum zamanlarda, ailemin teşvikiyle ben de kurban kesmiştim. Başında durup kesilen son kurbanlardandı. Görmediğiniz müddetçe bazı şeylere tahammül etmek çok daha kolaydır. Gördüğünüz halde tahammül etmek içinse kendinizden fersah fersah uzaklaşmış, başka dünyanın kenar süsü olmuş olmanız gerekmektedir. Her neyse, babam mangalını hazırlarken, ben kurbanımın başındaydım ve kesilme zamanı geldiğinde tekbirler getirilmeye başlandıkça “neden ben değil de o?” sorusu yükselmeye başladı içimde. İnanan bendim, Tanrı’yla ilişki kurmak isteyen bendim de; neden kurban edilen ben değildim? Böyle saçma şey olur mu? Tekbirler yükselmeye başladıkça, vaktin geldiğini anladıkça gözyaşlarıma hâkim olamadım. Zaten en başından o kurbanın eve girmesine müsaade etmeyeceğimi ifade etmiştim, şehrin yoksul bir mahallesine gidip bölüşecektim. Ama yine de benim adıma kesilmiş bu hayvanın Tanrı’yla aramda bir yaklaşmadan ziyade bir günaha sebep olduğunu hissediyordum, içimde görevimi yapmış olmaktan ileri gelen bir ferahlama değil, bir suça alet olma ve kendimi kandırıyor olduğum hisleri baskındı.

Başından beri planladığım gibi payıma düşen eti aldığımız gibi şehrin yoksul bir mahallesini seçtim ve bir sokağı yukarıdan aşağı inene kadar eti dağıttık. Hiç tanımadığım bu insanları seçmek zor değildi. Bazı evlerin kapıları içerideki hayattan haber verir, kaldı ki bu sokaklarda kapılar genellikle açıktır, başınızı şöyle bir uzatsanız iki göz odanın yokluğu fazla vaktinizi almaz. Kadınlar kapı önünde, çocuklar sokaktadır, evde yaşanacak bir hayat yoktur çünkü. Erkekler nadir izin gününde sırtında taşıdığı iş elbiselerinden soyunmuş atletle, pijama altıyla dolaşır. O günden sonra bir daha kurban kesmedim. Zaten bir müddet sonra kendimle yüzleşmelerim çırpındı, çırpındı ve iman kuşu uçup gitti.

Etrafımdaki insanlarla bu yaptıkları ibadet sonrası davranışlarıyla bunun Tanrı’yla kurdukları ilişki açısından ne kadar sorunlu olduğunu anlatmayı denedim, dolaplarında ayırdıkları yerler, doydukça daha derinden edilen şükürlerde bir tuhaflık yok muydu? Ancak elimi uzattığım alan öyle riskliydi ki, onlar için derhal elime vurulan bir tokatla çekmek zorunda kalmıştım muhafaza örtülerinden elimi. Altında sakladıkları şeyi başta kendileri, kimsenin görmesini istemiyorlardı. Siz bilirsiniz. Onları oldukları gibi görmek başta yıpratıcıydı, çünkü “düzeltmek” için içinizde bir ateş yanmaya başlıyordu. Ama sonra buna ne kadar hakkım olduğunu sorgulamaya başladım, dileyen dilediği gibi uyanabilmeliyse, dileyen dilediği gibi “bile isteye” yanılabilirdi.

Zaman ilerledikçe, uyanmış yahut hiç uykuya dalmamış insanların bile içlerinde bir inanama, kendinden kaçma ihtiyacı içerisinde olduklarını fark ettim. Öyle güçlüydü ki kendinden kaçma arzusu, kilometrelerce yolculuk yapıp Hindistan’a gidiyor, kendilerini zincirlerle dövüyor, kölelik yapıyordu insanlar. İnanmayanlar ve inanacak bir şey bulamayanlar, inanacak bir şey bulmak istemeyenler, kendilerine ve hayatın yalın acımasızlığına katlanamayıp intihar ediyor, bağımlı oluyor yahut deliriyordu. Bu hayat ve gerçekleri öyle sert, öyle korkunçtu ki, bir şey uğruna çekiliyor olmalıydı bunca acı.

İşte bunu sağlıyordu dinler ve yahut din gibi yeni icat edilmiş zamane inançları. Kendine ve hayatına var olduğu haliyle katlanabilen, etrafındaki insanları olduğu gibi görüp kabul edebilen çok azdı. Biri Mevlana’ydı mesela, ben Mevlana falan olamam. İğrenirim oldukları hallerinden ama yine de çok azını seçip yaşayabilirim insanlarla. Katlanabilirim yalnızca bir kısmına ve kendileri için uydurdukları masallarına, masumsa, hoşnutlukla. Yoksa uyandırmak isterim her ne kadar kaçarsa kaçsın kendinden, nafile bir çabayla. Sonra yeniden dönerim var olduğum halimle yalnızlığıma. Değişmek, anlamak, tahammül etmek ne zor bunca yalan arasında.

Yalanlardan bir yalan beğeniyor ve ancak böyle tahammül edebiliyor çoğu insan var olmak belasına. Geri dönmek ister miydim, bilmediğim, inandığım zamanlara? Elbette istemezdim. Bilmek isterim, olanı olduğu gibi ve mücadele ederim elimden geldiğince. Bulduğum her fırsatta çekerim o örtüyü alel acele üstü örtülünceye dek. Benim de rolüm buymuş bu hayatta.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.