Kemal Can yazdı: “Günahsızların” attığı taşlar başımıza yağar

Seçim sonrası tartışmaları, “yenilginin sorumlusunu bulma” tartışmalarıyla -aşırı kişiselleştirilmiş versiyonlarıyla- şekillendi. İlk refleks olarak bunun doğal olduğu düşünülebilir ama hadisenin bundan ibaret hale gelmesi sorunlu. Herkes sırayla “olanları bir de benden dinleyin” diyerek başlıyor anlatmaya. Yapılırken bilinen ve sessiz kalınan yanlışlar, sanki yeni keşfedilmiş gibi konuşuluyor. Bazı siyasiler neredeyse bütün siyasi faaliyetlerini bu izahatlara ayırmış görünüyor. Oysa senelerdir eksik bırakılmış, seçim öncesinde “acil gündemin” ezdiği, seçimden sonra neredeyse hiç değinilmeyen bir sürü yapısal sorun, ortada öylece bekliyor. Üstelik bunlar sadece durdukları yerde durmayıp hükümlerini icra etmeye devam ediyor. Zaman zaman kurumsal ve profesyonel siyasetin hayli önündeymiş gibi görünen toplumsal dinamikler ve hakim eğilimler, bu yapısal bozulmanın rüzgârında savruluyor ve yeniden etki alanına giriyor. Zaten seçim sonuçları, kopmanın beklendiği kadar olmadığını göstermişti. Şapkadan tavşan çıkarmak yerine bildiğini okumanın yeteceğini gören iktidar, bundan kârlı çıktı. Muhalefetin seçim sonrası tartışmaları, eski siyasetçilerden rahatsız olmakla birlikte “eski siyasete” fazla kafa yorulmayan bir vasata sıkıştı.

Küresel siyaset krizinde, “sistemin” “akıllı” tasarımının ve çarkların dönmesi önceliklerinin payı ortada. Alternatiflerini kendine benzeten, onu yapamıyorsa bile rakiplerini kendine tabi kılan siyaset mimarisinin hâlâ yeterince güçlü olduğu görülüyor. Geçen haftaki yazıda değindiğim üzere, siyaset alanının daralması, müdahale (dahil olma) kanallarının (imkânlarının) daralması, aşırılıkların hükümranlığı, kazara ortaya çıkmış yan etkiler değil, aksine istenen ve kurgulanan sonuç. Türkiye’de de iktidarın, siyaset üzerindeki negatif katkısını sürekli tekrar ediyoruz. Muhalefet aktörleri dahil profesyonel siyasetçilerin bu konudaki vebali çok büyük. Fakat siyasetin mücavir alanında, seçmenden (toplumdan) başlayarak fikir ve kanaat üreten çevrelere kadar uzanan sorumlular listesine de bir bakmak gerekir. Zira bu cendereden çıkmanın -varsa- formülleri veya cesaret verici işaretleri, ağır bozulmanın kısmen dışında kalabilmiş odaklar ve dinamiklere bağlı. Ancak bozulma, özel olarak belirli bir alanı tutmuş lokal bir hastalık gibi durmuyor. Herkesi içine çeken ve ciddi şekilde biçimlendiren, her yeri sarmış bir zaaf var ortada. Siyaset kurumu yozlaşırken akademi sağlam kalacak, toplum kutuplaşırken medya ilkeli olacak değil elbette.  

Tahmin edileceği üzere, son 50 yılda şekillenen “sistem tahribatının” bilançosunu çıkarmak, bir hafta sonu yazısı için fazla iddialı. Ancak göz önündeki bazı noktalara bakarak sorunun derinliği hakkında fikir edinmek mümkün. Çok uzun bir süredir yerleşik standarda dönüşen medya uzmanlığı (yorumculuğu) müessesesi, sadece siyasetin ve medyanın değil akademik alanında da meselesi olmalı bence. Seçimden çok önce başlayan yaygın tarz, seçim sonrası tartışmalarında yine iyice öne çıkmış durumda. Pek çok akademisyen, sahip oldukları bilgi ve ilgilendikleri alanın teorik imkanlarını, -çok dar- siyasi danışmanlığa hasretmiş gibi davranıyorlar. Siyasetin finansmanı ve bu finansmanı kullanma biçimi açısından tartışılması gereken, sağlıksız bir ilişki zemini oluşuyor. Kimi açık profesyonel ilişkiler içinde kimi ise fazla kısa vadeli entelektüel tatmin (övgü) arayışında olanların, görüşleriyle etkili insanlara yön verme hevesi bir akademik kariyer ölçütüne dönüşüyor. “Hanım veya bey” ekleyerek liderlere ön ismiyle hitap eden gazetecilere, aynı alışkanlığı devralan akademisyenler eklendi. Oysa “danışmanlık”, yapısı gereği asıl olarak ihtiyaçla belirlenen bir faaliyet olduğu için entelektüel bağımsızlık için fazla zehirli. Yıllarca faydalanılacak birikimi, kısa vadeli ihtiyaçların hizmetine açmak, iyi yatırım sayılmaz. “Sıcak akıl”, sıcak para gibi.  

Toplumsal dinamiklerin gücünün, kurumsal siyasetin imkânlarından daha geniş olduğunu düşünenlerdenim. Siyasetin, değişmesi, değiştirilmesi zor kalıpların içindeki fırsatları kullanma cambazlığı olduğuna hiçbir zaman ikna olmadım. Toplumsal dinamiklerin -sistemli biçimde engellenen- asıl motorunun, dayanışma ve değişimden yana olduğuna inanıyorum. Daha iyi bir dünya ütopyasının eskidiğine inanmıyorum. Ancak bu, toplumsal alanın hasarsız olduğu veya birilerinin söylediği gibi (milletin sesinin) en doğru iradeyi yansıttığı fikrine katılmak anlamına gelmiyor. Hatta milletin iradesinin, alerji duyduklarının ve hassasiyetlerinin tartışılmaz olmadığı gibi siyasetin en çok tartışılması gerekenler olduğunu düşünüyorum. Otoriter iktidarların kutuplaştırma konusundaki kışkırtıcı zorlamaları elbette haklı ya da haksız bazı tepkilerle sahici buluşmalar içinde olabiliyor. Yüz yıl önce Avrupa’ya faşizmi “dışarıdan gelenler” getirmedi. Kapitalizmin “tarihin sonunu getirecek” bir süreklilik kazanabileceği iddiası, kötü hırpaladıklarını bile dönen çarkın parçasına dönüştürme becerisine yaslanıyor. Aynı şekilde otoriterliğin, kötülüğün ve faşizmin kalabalıkları suç ortağına çevirme kabiliyetini, Arendt, Benjamin, Reich ve daha niceleri anlattı. 

Siyaseti, ayrıcalıklarını koruma ve ötekini engelleme gücü olarak tarif ettiğiniz zaman, daha kalabalık olduğuna inanan kesimlere yaslananlar (veya yaptıkları tarif sayesinde öyle görünmeyi başaranlar) karşısında fazla şansınız kalmıyor. Çoğunlukçu siyaset algısı sadece “çoğunluk” olarak davrananların değil, “azınlıkta” olanların da katkısıyla güçlü kalıyor. Siyasi etkinlik veya yaptırım gücünü, devletin kontrolü yerine onu harekete geçirme ayrıcalığıyla ele almak, sadece ilkesel bir sorun yaratmıyor, aslında süreklilik kazanan bir zaafiyeti besliyor. Yaptığını beğenmediğiniz birini, bu rahatsızlığınızın görünürlüğü için haksız ve doğru olmayan bir uygulamaya maruz bıraktırmak bir başarı olmuyor. Siz Atatürk’e hakaret eden bir kişiyi tutuklatmayı zafer sayarsanız, “onlar” cumhurbaşkanına hakaretten on çocuğu evinden aldırmayı normalleştirir. Siz insanların hukuksuz biçimde hapiste tutulmasını veya “göz bebeklerinizce” açıkça işlenen suçları sorgulamayı, “iktidara fırsat veren” siyasi hata sayarsanız, onlarca siyasi rehinenin daha hücresini hazırlamış olursunuz. Siz, “alerjinin gerekçesini hiç tartışmaya yanaşmadan “en az alerjik olanın en uygun olduğu” iddiasına “bilimsel hakikat” derseniz, milletin sesine değil o sesi yönetene tabi olursunuz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.