Son on yılda, genel, yerel, cumhurbaşkanlığı seçimleri ve referandum derken tam on kere “milletin önüne sandık kondu”. “Getirin sandığı” çağrısı, eskiden demokrasinin işlediği veya işleyeceğinin işareti sayılan bir imayla kullanılırdı. Ancak Türkiye’de on yılda on kere sandığa müracaat edilmesi, demokrasinin öne çıktığı hatta milli iradenin belirleyici olduğu bir siyasi hareketliliği anlatmıyor. Paradoksal biçimde, bu kadar çok sandığa gidilmesi ya da siyasetin sadece sandığın etrafında ve kısa vadelerle şekillenmesi, demokrasinin iyice güdükleşmesine yol açtı. Sandık, hem atmosferi hem sonuçlarıyla, iktidarın siyaseti rehin almasının en etkili enstrümanına dönüştü.
İktidarın bu elverişli silahı “başarıyla” kullanması yanında, sandığın etrafından ayrılamayan muhalefet de bir başka sorun. Akademiyi de içine alan geniş bir çevrede siyaset, aşırı fonksiyonel ele alınıyor. Sığ kurumsal siyasetin çitleri aşarak konuşulamıyor. Partiler siyasetinin, hatta partilerin içindeki hizip dengelerinin, siyasi analizlerin ana hatta tek konusu olduğu bir zamanı pek hatırlamıyorum. Aksine, eskiden sokak siyasetinde ve siyaset biliminde, reel politikanın fazla küçümsendiğinden, dikkate alınmadığından şikayet edilirdi. Şimdi ise gündelik siyaseti, reel politik gündemler üzerinden konuşmayanı, siyasetten anlamamakla suçlamak popüler bir aktivite.
Köhnemiş, eskimiş, çürümüş “siyasetten” tiksindiği iddia edilen genç kuşağın, çeşitli kerametler atfedilen “z kuşağı”nın, kırk yaş altındakilerin, özellikle sosyal medya performanslarında, çukurun dışında olduğunu gösteren işaretler pek yok. Çukurun içindekilerin bir kısmının, çukuru açan ve içinde olan eskilere küfretmesinin “yeni” tarafını ben göremiyor olabilirim. Belki “birileri gitsin ve yapılmakta olanı yeni birileri devralsın” fikrinin tazeliğini algılayamıyorum. Belki de önleri açıldığında yapabileceklerini çok iyi gizliyor olabilirler. Ancak yine de sorun, sadece siyaset esnafı veya bu alanın profesyonel takipçileriyle sınırlı gibi durmuyor.
Tüm dünyada sefaleti aşikar hale gelmiş kurumsal siyasetin, negatif nitelemeler eşliğinde ama hiç durmadan konuşulması, dönüştürücü bir eleştiriden ziyade, bir tür yeniden üretim. Yaşanan anormalliklerle mücadelenin anahtarlarının, bizzat bunları oluşturan zeminde (çamurun içinde) aranması, yapısal krizlerin liyakat eksikliği ile açıklanmasına çok benziyor. Reel siyasetin kadrolarına lanetler yağdırırken durmadan ondan söz etmek fazla sorunlu. Bunları bir süredir tartışmaya çalışıyorum, bu konularda ısrarlı tekrarlarımı kesmek niyetinde de değilim. Ama bu yazıda, meselenin de bir parçası olan, reel politikanın güncel bir tutarsızlığından bahsetmek istiyorum.
Hadise; “partiler üstü siyaset”. Sanki sihirli bir muhalefet formülü muamelesi gören mesele, aslında tamamen başka bir dinamikten kaynaklanıyor. “Başarılı” sayılan ve model gösterilen Fransa-Macron deneyi yanında, başka ülkelerde geçici başarılar kazanan veya başarısız örnekleri ortaya çıktı. Süreci besleyen esas argüman, eskiyen ve köhneyen partiler sistemini aşabilecek “özel” siyasi aktörler keşfederek, sistem için yeni ve “dinamik” bir denge üretmekti. Neticede “ideolojiler öldüğü için” pazarlama ve toparlama kabiliyeti olan starlar, partiler sisteminin yerini alabilir, temsili demokrasi için -teknoktratlaşmayı bozmadan hatta “temsili” iyice yabancılaştıran- bir tazelenme sağlanabilirdi.
Ancak açılan bu kapıdan başka aktörler birer birer girmeye başladı. Partisi bile olmayan bazı tuhaf adamlar, partiler üstü sonuçlar almaya başladı. Aslında son derece eski (hatta arkaik) ideolojik semboller, uyduruk ambalajlarla tekrar çekici hale getirildi. Kendi söyledikleri ajitasyonlardan başka hiçbir şeyle bağlı olmayan bu aktörler, etraflarına şaşırtıcı kalabalıklar toplayabildiler. Galiba bu noktada, “biz nerede yanlış yapıyoruz” arayışı yerine, karşıtına benzeme veya rakibini onun silahıyla devirme güdüsü ya da acil çözüm arayışı fazla öne çıktı. Yeni dalgaya karşı barajın, tam da ona benzeyen bir biçimsizlikte kurulması, “çözüm ihtimali” tahtına fazla kolay yerleşti
Tekrar Türkiye’ye dönersek, son yıllarda ittifak siyasetinin ağır baskısı altında yürütülen arayışlarda ve özellikle son dönemde yaşanan aday tartışmalarında konu çok sık gündeme geldi. Sadece muhalefet stratejileri açısından değil siyasette “önem” kazanan bütün aktörler hakkında, “seçmenle doğrudan bağ kurabilme” kriterinden söz edilmeye başlandı. Mesela bugün artık esamesi okunmayan Süleyman Soylu’nun, iktidar cenahında partiler üstü bir siyasi figür haline geldiği veya gelebileceği hakkında çok konuşulmuştu. Elbette meselenin en canlı kısmı, muhalefetin ve muhalefet cephesinde yer alan seçmen kalabalığının tamamına “dokunabilen” adaylar etrafında yürütüldü.
Beş yıllık ittifaklı dönemin, muhalefet tarafında fiilen sona ermesini takiben, adaylar üzerinden geliştirilecek partiler üstü buluşmalardan yine bahsedilmeye başlandı. Ancak partilerin kendi seçmen tabanlarını aşan bir destekle buluşma gayreti yerine, bunu adaylara havale eden yaklaşım daha baskın. Doğrudan seçmenle ilişki kurma ve seçmene “farklı” seçenek sunma işinin, kurumsal yapılar yerine şahıslar üzerinden yürütülmesinin daha isabetli olacağı söyleniyor. Partilerin alerjik olabilecek bagajları, hantallıkları veya teşkilat rezervlerinden azade olunması gerekçe gösteriliyor. Ayrıca bu ülkede seçmenlerin şahısları (liderleri) dikkate alma alışkanlığı ileri sürülüyor.
Bu gerekçelerin önemli bir kısmının doğru olduğunu kabul etsek bile, adayların ya da partilerin örgütsel mensubiyetleri aşan iddialar ortaya koyabilmelerindeki imkan farklarının fazla abartıldığını düşünüyorum. Bunun en çarpıcı örneği, 70’li yıllarda Ecevit’in “Halkçı” etiketi ve CHP’nin alabildiği destek. Ecevit’in, her seçmen grubuyla çok kolay ilişki kurabilecek kişisel vasıflara ve organik avantajlara sahip olmadığını biliyoruz. Ayrıca o yıllarda özellikle büyük kentlerdeki CHP desteğinin, parti ortalamasının çok üstüne çıkmasında aday profilinin etkisi de bir hayli tartışmalı.
Dolayısıyla, yerel siyasetin öne çıktığı bir zeminde reel siyaseti yeniden işler hale getirecek stratejinin adının, partiler üstü siyaset olmadığı kanaatindeyim. Partilerin kendilerinin ve siyasetin sınırlarını zorladıkları, dolayısıyla siyasi temsillerin üstüne çıkan değil de, tabanına inen bir yaklaşımın daha sonuç alıcı olduğu fikrindeyim. Elbette bu noktada da aday profili son derece etkili olabilir. Hatta etnik kimlikten hemşerilik ilişkilerine kadar pek çok faktörün hesaba katılması bu yüzden. Ancak kavramsal ve kurumsal olana sistematik düşmanlığı devam ettirip, partiler hatta siyaset üstü aday veya stratejiler peşine düşmek, eskide asıl ısrar sayılmalı. İsimlendirme siyasetsizlik ısrarını ele veriyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.