Geçenlerde Boğaziçi Üniversitesi Senatosu, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ile Fen Edebiyat Fakültesi’ni dağıtıp, buradaki bölümleri yeni oluşturulacak bir fakülte çatısında bir araya getirmeyi karara bağlamak için toplandı.
Bu niyet duyulur duyulmaz kamuoyunda tepkiler yükseldi. Öğrencilerin yanında veliler de bu fikre itirazlarını dile getirmeye başladılar.
Neticede Senato konuyu karar bağlayamadan İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’ni olduğu gibi korumaya karar verdi.
Yönetimin aldığı bu kararda ne kadar samimi olduğunu bilmek mümkün değil. Belki de kamuoyu dikkatlerini üniversiteden uzaklaştırdıkları bir anda, bu kararı hayata geçirmek için ertelemiş olabilirler.
Bu tarz tepeden inme kararlar, Boğaziçi gibi gelenekleri olan üniversitelerde pek rastlanmaz(dı). Geçmişte bu tarz düzenlemelere yönelik kararlar alınmadan önce, kararların olumlu ve olumsuz tarafları ilgili bölümlerin tüm paydaşlarını içerecek şekilde tartışılır ve taraflar ortak bir müşterekte buluşurdu. Bu müzakereler bazen hızlı olur, bazen de zaman alırdı. Ama önemli olan kararın paydaşlarla birlikte alınmış olmasıydı. Böylelikle tartışmalar üniversite içinde kalır, öğretim üyelerinin de gerektirdiğinden fazla zamanlarını almazdı.
Ülkemizdeki üniversiteler geçmişte de ciddi yönetsel baskılar altına oldular. Ama gelenek sahibi üniversitelerimizdeki yöneticiler bu baskılara rağmen çalışanları için akademik hayatı çekilir kılınmaya çalıştılar. Örneğin İTÜ’de Rektör Kemal Kafalı döneminde 12 Eylül yönetiminin okuldan atılmasını istediği öğretim üyelerinden hiç birine o meşhur “sarı zarflar” göndermemiştir. Bugün hâlâ İTÜ bu istisnai uygulaması ile övünmekte ve Kemal hocayı takdir ile anmaktadır. Böylece o baskıcı ortamda İTÜ, askerler istedi diye kendi öğretim üyelerinden hiçbirini atmamıştır.
Bunların sonrasında da rektörler yasaları uygularken, kendilerine verilmiş olan yasal hakları ekseriyetle üniversitenin paydaşlarıyla birlikte kullanmaya özen göstermişlerdir. Bu yönetim tarzı hem eğitimde, hem de bilimsel çalışmalarda yöneticiler ile çalışanların benzer hedefleri paylaşabilmelerine olanak sağlamıştır.
Boğaziçi Üniversitesi geçmişte bu tarz yönetim pratiklerinin yapıldığı en uç örneklerden biri olmuştur.
Zaten Türk üniversitelerinin her şeye rağmen bugüne kadar dünya sıralamalarında yer almaları, bilimsel faaliyetlerde varlık gösterebilmesi bu birliktelik ve anlayış sayesinde mümkün olmuştu.
Uzun yıllar boyunca ülkemizdeki yükseköğretimin başında bulunanlar da Boğaziçi, İTÜ ve ODTÜ gibi üniversitelerin geleneklerine saygı duymuş, bu üniversitelerin aldıkları kararlara müdahale etmemeye özen göstermişlerdir. Bazen de bu üniversitelerde gelenek haline gelmiş bazı pratiklerin de ülke sathında diğer üniversitelerinde de uygulanması yönünde çaba gösterilmiştir.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Hatta bu üniversitelerin her birinin, YÖK’ün zorlaması olmadan, sadece kendi çabaları ile dünyadaki üniversitelerle rekabete girdikleri ve bu amaçla eğitimde uluslararası düzeyde kaliteyi yakalamak için uluslararası akreditasyon süreçlerini uyguladıkları görülmüştür. Toplum düzeyinde gösterilebilecek bir saygı ve kamuoyunda edinilebilecek bir itibar dışında bu çabalarının karşılığında herhangi bir maddi ve/veya şahsi beklentileri olmamıştır.
Çok daha önemlisi, geçmişte elde edilmiş olan bu kurumsal başarılar günümüzde işbaşında olan üniversite yöneticilerin de işlerini yapabilmeleri için uygun ortamın oluşmasına katkı yapmıştır. Onlardan beklenen kurumun ulaştığı bu standartları ileriye götürmek, ya da en azından olanı koruyabilmeleridir.
Buna rağmen Boğaziçi Üniversitesi’ndeki yönetim kurumun geçmişten gelen ve o kurumu başarılı kılmış olan teamüllere uymak istemiyor. Onların geçmiş başarılarını ve deneyimlerini dönemi temsil eden bir kibir ve bilmişlikle ret ediyor. Hatta bu yaptıklarını kamuoyu nezdinde meşru kılabilmek için de “milli ve yerli” temalı hamaset söylemini devreye sokuyor.
Yasanın kendilerine sağladığı imkânları sonuna kadar kullanarak, siyasilerin desteğini almış dar bir kadro, kendi doğru bildiğini tüm üniversiteye kabul ettirmeye çalışıyor. Bunu yaparken de kendilerine direnen öğretim üyelerini kamuoyu karşısında düşman göstererek haksızca itibarsızlaşmaya çalışıyor.
Oysa ülke ve dünya bilim dünyasına çok önemli katkılar yapmış ve bu katkıları yapacak insanları yetiştirmiş olan bu üniversitenin seçkin öğretim üyeleri böyle bir muameleyi hak etmemektedir.
Boğaziçi Üniversitesi yönetimi, kendine ait kötü yönetim pratiklerini görünmez kılmak için, iktidarın da başı sıkıştığında sıklıkla başvurduğu “yerli ve milli” söylemine sığınıyor. Bunu yaparak kendi yaptıklarına karşı çıkanları toplum gözünde yabancılaştırmayı amaçlıyor.
Ancak böyle bir söyleme konu edilen gelenekleri olan bir üniversite ve bilim olunca “yerli ve milli” söylemi de geçerliliğini yitirmektedir. Zira bilimde yerli ve milli söylemi anlamsızdır. Aynen 1980 öncesi ülkemizde bazılarının tartıştığı gibi, nasıl “halkçı kimya” ve “halkçı fizik” olmayacaksa, milli ve yerli bilim de olamaz.
Çünkü bilim evrenseldir.
Sosyal bilimlerde açısında incelemeler konu olan ülke deneyimleri ise, evrensel bilgi birikimine yapılmış ampirik gözlemlerden başka bir şey olarak görülmemelidir. Bu özgün ülke gözlemleri başka ülke ve toplumlar için çıkartılacak dersleri içerecekleri düşünülerek, dünyadaki diğer araştırmalara örnek teşkil ederler. Dolayısıyla bugün belli kesimlerin üniversitelerimizde icra ettikleri yönetim pratiklerine meşruluk kazandırmayı amaçlayan “yerlilik ve millilik” vurgusu kastını aşmış, bilimde anlamsız bir söylemden başka bir şey değildir.
Bugün üniversitelerimizde karşı karşıya kaldığımız sorunlar birdenbire çıkmadı. Maalesef bir sürecin neticesinde bu noktaya gelindi. Temelinde yatan sebep de üniversitelerin aşırı siyasallaşmasıdır.
Belki, “geçmişte de böyleydi” diye itiraz edenler olacaktır. Ama üniversiteler hiç bu kadar bilim ve eğitimin dışında kalan insanların öğretim üyeliğini sıradan bir memurluk gibi, sadece bir “özlük” meselesi gibi görmemişti. Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde yeterli kadro olanaklarına sahip olmadan açılan onlarca üniversitenin kadro sorunlarını hızlıca çözmeyi amaçlayan bir yönetim anlayışının bizleri getirdiği bu sonuçtur bu. Herhangi bir bilimsel gelenekten gelmeyen, kendi dar alanları içinde bulabildikleri imkânlarla yetişmiş insanların, sadece sayısal üstünlükleri üzerinden ülkemizdeki bilim üzerinde kurdukları tahakkümün sonucudur.
Özellikle yöneticilerin iyi-kötü seçime dayalı olarak belirlendiği dönemde bile, yöneticilerin vaatleri arasında en işlevsel olanı her zaman öğretim üyelerinin özlük meseleleri hususunda verilen sözler olmuştur. Bu zamanla siyasiler ile üniversite yöneticileri arasındaki ilişkileri belirleyen ana unsur haline gelmiştir. Ankara ile uyumlu kişilerin ya da iktidara yakın olanların üniversitelerdeki kadro sorunlarını daha kolay çözeceği düşünülerek, iktidara yakın olan adayların seçimini de böylece kolaylaşmıştır. Bu durum siyasilerin üniversitelerin işleyişine çok kolay müdahale edebilmelerinin yolunu açmıştır.
Elbette kurulma aşamasında olan üniversitelerde ise bu durum çok daha ileri düzeylere gelmiş, küçük kent eşrafının bile rektör seçimlerinde siyasi bir baskı unsuru olarak ortaya çıktığı görülmüştür. Üniversite’nin kurulacağı yerin tespitinden tutunda, açılacak olan bölümlere kadar her konu da o bölgelerdeki eşraf ve siyasi parti yöneticileri söz söyleyebilecek duruma gelmiştir.
İnşaat yatırımlarının yanında üniversitelerimizin kendi bünyelerinde öğrencilerine verdikleri hizmetlerin taşeronlaştırılması ve bu işlerin yapımının ise siyasi yakınlıkları olan işletmelere verilmesi sık karşılaşılan bir uygulamadır.
Dahası bazı büyük üniversitelerin ellerindeki taşınmazların TOKİ aracılığıyla birtakım kurum ve kuruluşlara gelir paylaşımı veya karşılığında bir yatırım projesinin yapılması amacıyla verilip elden çıkartılması da yaygın bir uygulamadır. Oysa geçmişte bu tip yatırımların karşılığı olan para maliye tarafından üniversitenin bütçesine konulurdu. Yani üniversitenin kendi varlıklarını elden çıkarması gerekmezdi. Şimdi ise üniversitelerin taşınmazları yine üniversitelerin yasal rızası alınarak bir nevi TOKİ aracılığı ile özelleştirilmektedir.
Böylece üniversiteler sadece eğitimin ve bilimin yapıldığı kurumlar değil, aynı zamanda sahip oldukları maddi değerlerin yeniden dağıtılacağı maddi zenginliklerin de kaynağı haline gelmiştir.
İşte tüm bu yeni pratikler siyasilerin üniversitelerdeki etkinliklerinin artmasına neden olurken, kamu üniversitelerindeki atamalara yeni motivasyonlar eklemiştir. Üniversitelerin kendi bünyelerinde görev yapan bazı öğretim üyeleri de siyasilerin bu zaaflarını kullanarak, kendi makam hırslarının esiri olmuş ve sırf kendi üniversitelerinin rektörü olabilmek için bu siyasilere taviz vermekte hiçbir beis görmemiştir.
Bunun karşılığında siyasilerin üniversite yöneticilerinden beklentileri karşılayabilmek için zorunlu olarak yönetim kararlarında şeffaflıktan uzaklaşmaları gerekmektedir. Buna bir de rektör atamalarının doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından yapılması dâhil olduğunda, ilgili yöneticilerin hesap verebilecekleri merci olarak Cumhurbaşkanı önem kazanınca, üniversite paydaşlarının düşüncelerinin onlar için hiçbir önemi kalmamıştır.
Bugün Boğaziçi Üniversitesi’ndeki gördüklerimiz bu yönetim pratiğinin en uç örneklerinden sadece biri. Boğaziçi Üniversitesi’ni farklı kılan ise öğretim üyelerinin göstermiş olduğu dirençli tepkidir. Maalesef diğer üniversiteler benzer tepki gösteremediler ve kurumlarını siyasilerin emrine teslim ettiler.
Kendini atayan siyasi iradeye sadakat gösteren, son derecede siyasallaşmış rektörler hemen hemen her yerdeler. Kendilerini atayan idareye kendilerini göstermek için temsil ettikleri kurumların menfaatlerini hiçe sayarak her türlü uygulamayı yapabilmekteler.
Kimisi tekrar atanabilmek veya daha üst makamlara sesini duyurabilmek için Ankara’ya yakınlığı olan kurum veya kuruluş temsilcilerine “fahri doktoralar” verirken, kimileri de üniversite kadrolarını eşini dostunun istihdamı için kullanmaktan çekinmiyor.
Bu tarz yöneticilerin hiç birinin derdi “bilim” olmadığı için bilimsel liyakatlarının olup olmaması bu görevlere atanabilmeleri için kısıtlayıcı bir koşul oluşturmamaktadır. Sadece atanabilmeleri için gerekli yasal koşullara sahip olmaları yeterli görülmektedir.
Bugün Türk üniversitelerimizin içinde bulunduğu karanlığın nedeni bunlardır.