Hemen cevap vereyim: Evet. 1 Nisan’la birlikte Türkiye siyasetine bir bahar havası geldi. Benim gibi bir muhalefet seçmeniyseniz ve hatta kendi çapınızda az ya da çok bu iş başındaki zorbalıkla yıllar yılı mücadele etmişseniz, 31 Mart akşamı geleceğe dair umutlarınızın yeniden yeşerten o ılık bahar meltemini hissetmemiş olamazsınız. Derinden bir “Oh be, bunlar da olabiliyormuş” dememiş olamazsınız. Yıllar yılı hep bir mağlubiyet duygusuyla ve daha ne kadar kötü olacak korkusuyla baktığınız ekranların karşısında bu kez her an gelen yeni verilerle umutsuzluğa değil umuda ve mutluluğa kapılmamış olamazsınız. Yaşadığınız kentler, semtler, sokaklar, siyaseten aslında çoktan bitmiş olması gereken, bilhassa yeni kuşaklara söyleyecek hiçbir şeyi olmayan siyasal İslam’ın tasallutundan kurtuldukça sevinçten ağlayacak noktaya gelmemiş olamazsınız. Belki de benim gibi yaşadığınız ilçenin hayvanına, yeşiline, doğasına düşman bir belediye yönetiminin değişmesi, koca koca büyük şehirlerin kazanılmasından daha çok mutlu etmiştir sizi.
İşte biz müzmin muhalifler, 1 Nisan sabahına böyle uyandık. Daha mutlu ve umutlu uyandık. Belli ki bu ılık bahar melteminin tadını bir süre daha çıkaracağız. Bu çok doğal ve insani. Ancak bu bahar melteminin bir yalancı baharın habercisi olmamasını istiyorsak, o baharın sonbahara, kara kışa dönmemesini istiyorsak yapacak çok işimiz var. Sıradan vatandaşlar olarak, siyaseti ve onun kirli güç ilişkilerini etkileme kapasitesi son derece sınırlı insanlar olarak yapacak çok işimiz var. Zira o ılık ve yıllar sonra ruhumuzu ilk kez böyle usul usul okşayan bahar meltemi, CHP’ye teslim edilemeyecek kadar değerli ve kaybı da bir o kadar yıkıcı. O bahar meltemi, SHP’nin güler yüzlü lideri Erdal İnönü, 1989 yerel seçimlerinde ANAP hegemonyasını bitirdiğinde ve Haziran 2015 seçimlerinde Demirtaş’ın aydınlık siyaseti öncülüğünde muhalefet AKP’yi bozguna uğrattığında gene böyle günlerce başımızda kavak yelleri estirmişti. Bildiğimiz ve pek çoğumuzun deneyimlediği gibi ikisinin de sonu hüsran oldu. Meltem ekmiştik, fırtına biçtik.
Gençliğim, orta yaşlarım CHP ve SHP gibi o çizgideki partiler hakkında konuşarak, onları eleştirerek, onlardan şikâyetçi olarak geçti ve geçmekte desem yalan olmaz. Bu çizginin, Türkiye demokrasisine her ihanetinde, kutsal bildikleri devletin önceliklerini sistemle derdi olan insanların (Kürtlerin ve diğer azınlıkların, politikleşmiş örgütlenmiş aktivistlerin, öğrencilerin, işçilerin) önüne koyduklarında, “Anayasa’ya aykırı biliyoruz” diye diye ve bunun tek faturasının HDP’li milletvekillerine çıkacağını bile bile o dokunulmazlıkları kaldırdıklarında kahrolduk. Bunca hayal kırıklığına rağmen gene de bu çizgiden bir şeyler umduğumuz için kendimize çok kızdık. Ama beklentilerimizi bir türlü tümüyle kesip atamadık. Sisteme baş kaldırır gibi oldukları her an, zalimi yüksek sesle eleştirebildikleri, karşısına dikilebildikleri o birkaç istisnai durumda, yahut sokağa çıkıp kalkıp yürüdüklerinde heyecanlanmadan, “İşte bu!” demeden, hatta sonunda hayal kırıklığına uğrayacağımızı, yarı yolda bırakılmış hissene kapılacağımızı bile bile arkalarından yürümeden edemedik. Bu halkı ezen düzenin payandası olduklarını, iktidar sahipleriyle kameralar önünde, Meclis kürsülerinde kavga eder gibi görünseler de düzen içinde kendilerine verilenle çoğunlukla mutlu olduklarını bilsek de genel seçimlerde oy vermesek de onlardan vazgeçemedik.
Zira bunu söylemek zor olsa da onlardan tümüyle vazgeçmek, Türkiye’den, geleceğimizden vazgeçmekti, umudu kesmekti. Çünkü aslında her zaman azdık, azınlıktaydık. Çünkü, siyasal İslamcıların yarattıkları boğucu iklimin nefes alma duraklarında birilerinin en azından karşımızda olmadığını bilmek gerekiyordu. Siyasal İslamcılar, yalan ve para makinalarıyla, her köşeye çöreklenmiş çeteleriyle hayatlarımızı talan ederken yalnız olamazdık, yalnız kalamazdık. Yıllardır yaşanan manevi baskı ve talan son zamanlarda maddeten de insanlarımızı vurmaya başlayınca, bu büyük saldırı, ondan mustarip olan herkesi yan yana getirdi, belki bir süreliğine de olsa farklılıklarını muğlaklaştırdı, şimdilik konu dışı bıraktı. Ve hayatın zorladığı o yakınlaşma, 31 Mart seçimlerinde CHP’ye vurulan damgalarda bir gelecek ittifakına, bulduğu her aralıktan esiveren bir bahar meltemine dönüştü.
Şimdi o meltemin önünde aralanmış kapıları tümüyle açmak için çalışma zamanıdır. Bu, artık geri dönülmez bir yoldur. Geri dönme, kapıların bir kez daha üstümüze kapandığını seyretme şansımız yoktur. Peki biz sıradan faniler, mesela siyasi partilerin başkana tapınmalı, hiyerarşik yapıları içinde olmak istemeyenler ne yapabiliriz? Aslında pek çok şey yapabiliriz.
Seçmen, yerel idarelerde iktidara getirdiği ve 22 yıl sonra ilk kez AKP’nin önünde birinci parti yaptığı CHP’ye büyük bir sorumluluk yükledi. Ancak yakın geçmiş deneyimlerimizden şunu çok iyi biliyoruz ki, CHP’ye bırakılırsa bu sorumluluğu tek başına taşıyamayacak ve büyük olasılıkla bir fırsatımızı daha heba edecek. Bu nedenle artık her an CHP yerel yönetimleriyle uğraşmak gibi bir sorumluluğumuz var. İyi işler yapıldığında onayladığımızı, teşvik ettiğimizi göstermek ve desteklemek gibi bir görevimiz var. Örneğin, İBB’nin bastığı kitapları beğeniyorsak edinebilir ya da en azından yakın çevremize duyurabiliriz. Yerel yönetimlerin düzenlediği kültür sanat faaliyetlerine katılabiliriz. Yerel üreticiyi, gıda kooperatiflerini desteklemelerini teşvik edebiliriz. Daha çok yeşil alan, daha konforlu toplu taşıma ve benzeri taleplerimizi dile getirmek için örgütlenebilir, zaten örgütlü yapılar varsa dahil olabiliriz. Beğenmediğimiz, eksik veya yanlış bulduğumuz icraatlarını en yüksek sesle ve ulaşabildiğimiz tüm kanallar üzerinden eleştirebiliriz. Nasıl yapılması gerektiğine dair fikirlerimizi, çoğunlukla kalın duvarlara çarpacağını bilsek de çekinmeden dile getirebiliriz. Gerektiğinde protesto hakkımızı kullanabiliriz.
Kısacası, şu ana değin belki de hiç olmadığımız kadar aktif yurttaş olma, denetleme, sorma soruşturma, gerektiğinde teşvik etme, gerektiğinde karşısına dikilme sorumluluğumuz var. DEM dahil demokrat muhalefet, mahalli idarelerde başarılı olmak ve rüştünü ispatlamak zorunda. Başta yoksullar, engelliler, kadınlar ve çocuklar gibi kesimler olmak üzere tüm toplumsal grupların hayatlarını kolaylaştıracak, mutlu umutlu hissettirecek siyasetler üretmek zorunda. Bunun için muhatap olduğumuz yerel yönetimlerin deyim yerindeyse başlarının belası olmak mecburiyetindeyiz. Aslında düşünürseniz, mahalli idareler, yani belediye yönetimleri ve o belediyelerin ilgili kuruluşları, biz sıradan fanilerin örneğin bakanlıklara oranla çok daha kolay ulaşabileceğimiz yerler. Onların yaptıkları yahut yapmadıkları hayatlarımızı doğrudan etkiliyor. Örneğin, yaşadığım İstanbul/Acıbadem’de insanlar doğru dürüst bir parka sahip olmak için yıllardır mücadele içindeler. Benzer şekilde ellerinde kalan tek yeşil alan olan Validebağ koruluğunu, orayı bir açık hava düğün salonuna çevirmeye çalışan eski belediye yönetiminden korumak için günlerce gecelerce nöbet tuttular, mahkeme salonlarında yıllar süren bir hukuk mücadelesi verdiler ve kazandılar. Bu mücadelenin ilhamıyla ve 31 Mart’ın kattığı güçle yerel yönetimlere deyim yerindeyse el koymanın zamanıdır. Günü gelince Türkiye’yi otokratların baskıcı yönetiminden kurtarmanın yolu, bugün tüm demokratik süreçlerde var olmaktan, muhalefet belediyelerini denetleyen, hesap soran, aktif yurttaşlar olmaktan, onları doğa ve toplum yararına çalışmaya mecbur kılmaktan geçiyor.