Ruşen Çakır konuğu Metin Karabaşoğlu’nun Serbestiyet’teki “Teşhisi doğru yapalım” yazısını ele alarak Türkiye’deki dindarların dine yaptığı kötülükleri, dinin siyasetin elinde araçsallaşmasını, toplumda özellikle de gençler arasında, dinden uzaklaşmayı tarihsel süreci ele alarak değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler, iyi pazarlar. Metin Karabaşoğlu ile günümüz Türkiye’sinde dindarların dine ettiği kötülükleri konuşacağız. Bence çok var. Bakalım Metin ne kadarını söylüyor. Merhaba Metin.
Metin Karabaşoğlu: Merhaba.
Serbestiyet’teki yazından hareketle bu yayını yapma fikri geldi. Sağ ol, sen de kabul ettin. “Teşhisi doğru yapalım” diyorsun. Ve anladığım kadarıyla bu son Diamond Tema olayı ve onun hakkında çıkartılan yasak ve yakalama karârı üzerine kaleme almışsın. Zâten bu olay çok büyük bir yankı uyandırdı. Kendisiyle konuştum geçen, “Vallahi ülke için hayırlı oldu, ama benim için hayırlı olmadı” dedi Diamond Tema. Çünkü çok büyük bir stres altında belli ki. Ama o da bunun yarattığı tartışma ortamının aslında hayırlara vesîle olduğunu düşünüyor. Senin yazını da bu anlamda görmek mümkün. Diyorsun ki, cümleni tam söyleyeyim: “Farklı düşünce ve uygulama karşısında ‘polis çağırmayı’, ‘tutuklama talep etmeyi’ hamiyet zanneden ucûbe devletçi dindarlık”. Bu bayağı yaygın, değil mi?
Metin Karabaşoğlu: Evet, maalesef. Büyük bir problem. Hani çok uzun zamandır… çok uzun zaman demeyeyim de, şöyle bir anekdotla başlamış olayım: 2011 seçimlerinden sonraydı yanılmıyorsam, bir radyo programında bir değerlendirme programı olmuştu. Orada şunu söylemiştim ben: “Dindarlar bu ülkede 1920’lerden 30’lardan bugüne gelişe baktığımızda, Türkiye’de bir dindarlık varsa bu devlet sâyesinde var olmadı, devlete rağmen var oldu. Ama buna karşılık, şimdilerde artık dindar kesimde, ‘Devlet bizim, devlet biziz’ gibi bir anlayışın gelişiyor olduğunu ben görüyorum ve önümüzdeki en önemli, Türkiye dindarlığı açısından en önemli tehlike, en önemli tehdidin de bu anlayış olduğu kanaatindeyim” diye ifâde etmiştim. İşte 13 sene önceden aslında ipuçları görülen bir tabloydu, bir manzaraydı bu. Öncesinde de vardı belli ipuçları, ama artık sonraki mâlûm olaylar, tüm Türkiye’nin içine girdiği türbülans dâhilinde bu tablonun, hani dindarların devletçileşmesi ve milliyetçileşmesi, bu ikisi paralel gidiyor. Milliyetçileşme gerçi daha önce de vardı, ama onun üstüne devletçileşmesi bence Türkiye’de dinin, dindar kesimin düşüncelerini kamuoyuna geniş ifâde etmesi ve mâkuliyet, meşrûiyet zemininde sözünün dinlenir halde olması noktasında en önemli iki problem olarak görüyorum. Şöyle bir şey var, bu da yine senelerdir söylediğim bir şey. Aslında tablo şu: “Devleti ele geçirdik” zannı içinde bâzıları var ki, bence devlet hiç kimsenin ele geçirmemesi gereken, herkesin olması gereken bir kurum niteliğinde. Kim devleti ele geçirirse, bu hiç kimsenin hayrına olmuyor. Toplumun tamâmının hayrına olmadığı gibi, ele geçirdiğini zannedenlerin de hayrına olmuyor. O zâten başlı başına sorunlu bir anlayış. Ama ben temel problemi bir kere şöyle görüyorum burada da; devlet tarafından ele geçirildi bence dindarlar. O güzelim din, evrensel, bütün zamanlarda, bütün coğrafyalarda, bütün insanlara hitap edebilir haldeki bir din, yani bir devletin ve bir siyâsetin elinde araçsallaştığında kaybeden en başta din oluyor.
Araya gireyim. Sen Nurcu kökenli birisin. Nurcu’sun bildiğim kadarıyla hâlâ.
Metin Karabaşoğlu: Ona ufak bir şey yapayım. Yani cemaat anlamında belli bir grup âidiyetim yok Ruşen, sen de biliyorsun. Ama Risâle-i Nur geleneğine âidiyetimi, mensûbiyetimi ifâde ediyorum, haklısın.
Şimdi meselâ bu demin anlattığın olaya en çarpıcı örnek Said Nursî ve Nurculuk hareketi. Bu hareket devlete rağmen var oldu. Ve belki de, şunu söylesem katılır mısın? Devletin baskısı olmasaydı, yasakları olmasaydı, belki o târihte bu kadar da yayılamazdı. O risâlelerin gizli gizli çoğaltılması, iletilmesi vs. bir baskıya tepki hareketiydi. Yanılıyor muyum?
Metin Karabaşoğlu: Kesinlikle haklısın. İki boyutuyla söyleyeyim. Bir kere Bediüzzaman’ın kendisinin de ifâde ettiği bir şey var. Kendisine şunu söylüyorlar meselâ: “Sen Ankara’ya dâvet edildiğinde orada sana teklif edilen resmî görevleri kabul etseydin, devlet erkânına daha fazla nüfuz edebilirdin. Sözünü onlara dinletebilirdin. Ve sonrasındaki, meselâ Dersim vs. gibi bâzı olayların vuku bulmasına belki engel olurdun” gibi bir şey kendisine yöneltiliyor. Said Nursî ise şu cevâbı veriyor: “Belki dediğiniz olabilirdi, ama o zaman ben bu risâleleri yazamaz ve bu hizmeti yapamazdım”.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Şimdi meselâ istisnâlar tabiî ki var, ama ben bakıyorum, zâten bir Fethullahçılık olayı yaşadık. Fethullahçılığın da bir devleti ele geçirme projesi olduğu ortaya çıktı ve Nurculuk’tan esinlenmiş oldu. Orada bir arkadaşımız var.
Metin Karabaşoğlu: Kaçak var, girmeye çalışıyor. Sen seversin.
Severim, severim. Böyle bir olay yaşadık. Fethullahçılık deneyimi vardı. Bugün hepsinin günâhını almayayım, ama bildiğim bâzı Nurcu grupların da devlette, emniyette, yargıda vs. örgütlü olduğunu ve bu olayın, bir çarkın parçası olduklarını görüyorum. Sâdece Nurcular değil tabiî ki, birçok İslâmî yapının olduğunu… bunların hepsini görüyoruz. Ama Nurculuk bahsinden baktığımda, uzun bir süre sesini çıkartmayan birtakım yapılar AK Parti döneminde devlette, özellikle de Fethullahçılardan boşalan yere yerleşip orada polis, yargı mensubu vs. olarak insanların peşine düşüyorlar.
Metin Karabaşoğlu: Evet, maalesef evet, böyle oluyor. Özellikle farklı belli gruplar, siyâsetle daha temas hâlinde olan bâzı gruplar var Nurcu gruplar içerisinde; özellikle onlar açısından böyle bir olgunun varlığından maalesef haberdarız. Ve bu yine onların hayrına mı, onların âidiyet iddia ettikleri, yani Risâle-i Nur hizmetinin hayrına mı dendiğinde, elbette ki hayrına değil. Şunu ifâde edeyim, az önce de ifâde etmiştim; devlet hiç kimsenin olmamalı, hiç kimsenin ele geçirdiği bir şey olmamalı. Adâlet, ehliyet, hakkaniyet ölçüleri dâhilinde bir toplumun içerisinde kimin belli bir göreve liyâkati varsa; etnik, dinî, ideolojik vs. ayrım gözetilmeksizin herkes hak ettiği yerde, hak ettiği mevkide, hak ettiği işi yapabilmeli. Bu temel bir prensip. Devlet hizmetinde bir Nur talebesi de olabilir, bir tarîkat mensubu da olabilir. Kendisini ideolojik olarak komünist, milliyetçi olarak tanımlayan biri olabilir. Türk, Kürt, Müslüman, Gayrimüslim, Alevî, Sünnî olabilir. Yani bunlarda problem görmüyorum. Buradaki problem, yani kim olursak olalım, belli bir siyâsetin güdümünde olmamız ve bizim belli bir mensûbiyetin içerisinde görev yapma psikolojisi içerisinde bulunmamız. Meselâ kendisini Nur talebesi, Nurcu olarak târif eden biri, meselâ diyelim ki emniyetin veya yargının içerisinde, ama orada temel olarak davranması gereken kriterler anayasa başta olmak üzere temel hukuk formları dışında hareket ediyorsa ve başka bir şey, yani emir, tâlîmat, ricâ mekanizması işin içine giriyorsa, bu durumdaki bir Nur talebesi en başta kendisi mensûbiyet ifâde ettiği, yani Risâle-i Nur’la, Bediüzzamân Said Nursî’nin duruşu ve mîrâsıyla çelişki hâlinde — ki Bediüzzamân’ın 31 Mart 1909’da, mâlûm, bugün hâlâ üzerinden 100 küsur yıl geçmesine rağmen yakın dönemin en çok konuşulan hâdiselerinden biri olarak 31 Mart Hâdisesi’nde ayaklanan birliklere yaptığı konuşma var.Yani orada, hani Bediüzzamân, devletin içerisinde ordu, ordunun içerisinde bir işleyiş, yani bu işleyişe mânî olacak paralel bir tutumun, yaklaşımın, ordunun ve devletin işleyişi açısından yanlış ve kesinlikle problem olduğunu söylüyor. Meselemiz Ruşen, bence bu noktada, işte anlamıyorum, gene bir Nurcu, diyelim ki böyle bir şeyde farklı kurumlar içerisinde nasıl olabilir? Yani şunun derdinde olması lâzım; yani adâlet olsun, adâlet herkes için olsun, hukuk olsun, hukuk herkes için olsun. Ne pozitif ayrımcılığa mâruz olalım, pozitif ayrımcılık isteyelim, ne de negatif ayrımcılığa mâruz kalalım. Ama bence işte gördüğüm, benim son 20 sene, özellikle son 10-12 sene içerisinde dindarlarla ilgili gördüğüm, kendini de dindar, mütedeyyin olarak tanımlayan, bu şekilde yaşamaya çalışan biri olarak gören biri olarak en büyük hayal kırıklığı da bu. Hani bu kadar sene devlet tarafından horlanmak, ötelenmek, yani ikinci sınıf muamelesi görmek, yani o kadar içeride büyük bir ukde biriktirmiş ki.Yani bu defa, şöyle diyeyim, köle muamelesi görürken, yapılması gereken şey eşitliği sağlamak, herkesin devleti olmasını sağlamakken, meselâ bu devletin efendisi olmaya çalışmak, “Artık biraz da biz efendi olalım” psikolojisi, yani bu beni dehşete düşürüyor.
Evet, “Sıra bizde” psikolojisi. Şimdi senin yazında da var. Bunu daha önce seninle konuştuğumuzu da hatırlıyorum. Bunun nasıl ters teptiği… Ben geçen gün Şebnem Gümüşçü Hoca’yla da bir yayın yaptım. O da bir makale yazmıştı: “Yukarıdan aşağı İslâmîleşme” örneğini, AKP dönemini ele alan, nasıl yapıldığını. Ama orada da şöyle bir şey çıkıyor: Yukarıdan aşağıya devlet eliyle İslâmîleştirme politikaları genellikle –İran bunun en çarpıcı örneği biliyorsun– ters tepiyor. Ve senin yazında da var. Özellikle gençlerde “deizm”, “ateizm” ya da en yumuşak ifâdeyle: Dine mesâfe koymak. Dini reddetmek olmasa bile, dinî konulara çok fazla ilgi duymamak. Namaz kılıyorsa bile onu sırf mecbûriyetten kılmak gibi bir eğilim var. Ve bunu biliyorsun, Diyânet bu konuda bayağı bir panik hâlinde araştırmalar falan da yaptı.
Metin Karabaşoğlu: Diyânet de bu tablonun en büyük sorumlularından bu arada. Özellikle Ali Erbaş yönetimindeki Diyânet, bunu da parantez olarak söyleyeyim. Buyrun.
Evet, ne gözlüyorsun o konuda? Sen gençlerle çok yakın temasta olan birisin bildiğim kadarıyla. Nasıl bir yaklaşım var? Meselâ bir 20 yıl öncesine göre gençlerin sordukları, ettikleriyle şimdikilerin sordukları, ettikleri ya da dine karşı ilgi, ilgisizlik bağlamında çok çarpıcı gelişmeler olduğunu düşünüyorum.
Metin Karabaşoğlu: Evet. Şöyle bir kere: Net bir şekilde, din yorgunu bir tablo var. Hani din yorgunu tablo da: Sürekli din din. Hani konuşulurken de, yani süreç içerisinde, hani bunun üzerinden iktidar bir tahakküm ilişkisi inşâ ediyor birileri. İster bunu yapan kişi siyâsî oldun, ister siyâsî olmasın—meselâ belli bir cemaatin, tarîkatın içerisindeki daha böyle hoca, kanaat önderi, abi durumdaki kişi olsun veya evdeki anne, baba veya geniş âiledeki amca, dayı vs. olsun. Yani din birileri tarafından sürekli birilerine anlatılan, empoze edilen bir şey durumunda olduğunda, dinin kıymeti, yani anlatılanın gözünde değerli hâle gelmiyor, bilâkis değerden düşüyor maalesef. Bunu daha büyük veya daha güçlü durumdaki kişiler yapıyorlar, yani bunu çok yapıyorlar. Bir kısmı bunu iyi niyetle yapıyor, onları şey yapamam. Yani yanlış yapıyorlar olsalar bile kendilerince bir kısmının iyi niyetle yaptığını düşünüyorum; ama diğer bir kısmı da yani buradan bence, din üzerinden esâsen bir tahakküm inşâ ediyorlar — ki daha önce, birkaç sene önce de bu mânâda bir yazı yazmıştım. Dini mi seviyor dini anlatan insanların belli bir kısmı, yoksa din üzerinden bir tahakküm inşâ etmeyi mi seviyorlar? Yani diğer taraftan buna karşılık ise, yani insanda tahakküme karşı, zora karşı, empoze etme tutumuna karşı, söylem düzleminde gelelim, yani böyle göz hizâsında eşit bir muhâtaplık yerine, tepeden didaktik bir sunuma, anlatıma karşı insanda fıtrî bir îtiraz var. “Fıtrî” kelimesini özellikle kullandım. Ben Allah’ın varlığına, birliğine inanan biri olarak o kelimeyi özellikle kullandım. Yani Yaratıcı’nın insana böyle bir fıtrî, yaratılıştan böyle bir özellik vermesini çok değerli buluyorum. Gençlik çağı isyan çağı olarak târif edilir, mâlûm. Bu da yine bence bununla ilgili. Niye? Çünkü Allah bizden zorla bir kabul istemiyor. Yani dindarlar, bâzı dindarlarımız bunu istiyor olabilir; ama Allah bizden zorla bir kabul istemiyor. Bilâkis bize bir cüz’î irâde de diye ifâde edilir, bir özgür irâde vermiş. Onun dinini seçeceksek de bunu kendi özgür irâdemizle seçmemizi istiyor. O yüzdendir ki zâten çocukluktan gençliğe gelirken, biz hangi toplumda, hangi sosyal şartlarda, hangi âile çevresinde yaşıyor olursak olalım; gençlikle birlikte gördüğümüz, o güne kadar duyduğumuz, bize öğretilen her şeye böyle bir îtiraz, bir soru, bir sorgulama tutumu içerisinde zâten oluyoruz. Gençlik bu demek. Çok da güzel bir şey bu. Niye? Çünkü tercihimiz bizim tercihimiz olsun. Biz başkasının dayattığı şeyi değil; kendi hür irâdemizle seçtiğimiz şeyi yapıyor ve ona göre yaşıyor olalım. Artı/eksi sorumluluğu veya ödülü de yine bize âit olsun. Şimdi işin gerçekliği buyken, din zâten devlet eliyle âdeta dayatılan veya devletin kontrolünde bir aygıta, bir âlete dönüştüğünde ve dini konuşanlar bunun üzerinden şu veya bu şekilde bir tahakküm inşâ etmeye çalıştıklarında, üstüne üstlük diğer taraftan bunu yaparken din ile, söylemleri ile kendi eylemleri arasında muazzam bir çelişki de ortada olduğunda gençler ne yapsın? Ben gençlerin mevcut durumdaki tepkisini dine tepkiden ziyâde, evet bu şekilde yansıyor, bu şekilde gözüküyor, tezahür ediyor baktığımızda, ama esâsen dinin gücün elinde araçsallaşmasına tepki, dindarların din üzerinden tahakküm inşâ ediyor olmalarına tepki veya dindarın din ile ilgili söylemleriyle kendi eylemleri arasındaki muazzam çelişkiye bir tepki olarak okuyorum şahsen.
Bir şey söylemek istiyorum. Devlet kısmı, eyvallah, bir de bireysel olarak, özellikle eskiden hani böyle câmilerde vaazlar falan verirlerdi ya da birtakım yerlerde yaparlardı. Şimdi sosyal medya var ve mâşallah herkes kullanıyor ve önümüze sık sık –senin de düşüyordur– birtakım videolar düşüyor.
Metin Karabaşoğlu: Ben o yüzden mâşallah değil, maâzallah kullanıyorum.
Şimdi geçen bir tânesine baktım: Yani adam çıkmış, 70 yıl süren kahvaltı, 70 bin çeşit kahvaltı malzemesi falan. Yani adamın, Allah günah yazmasın diyeceğim; adamın tipi tip değil, söylediği lâf değil. Ve şimdi bunu dinleyen belli bir eğitim seviyesindeki herhangi bir gencin bu insanın dediğine inanması, ona kanması… Hadi diyelim ki inandı, yani şöyle çok şey kaçacak ama: Ya, onun olduğu cennette olmayı tercih etmez insan yani. Çünkü hiçbir câzibesi yok. Yani şu çağda kılık kıyâfetinden üslûbuna, konuşmasına, seçtiği kelimelere ve yaptığı tasvire kadar. Bu bir tek örnek değil, ama biliyorsun, yani bu en son meşhur örnek, ama bir yığın böyle örnek var. Kimisi tehdit ediyor, kimisi aklı sıra câzip kılmaya çalışıyor. Bir kere her şeyden önce, tamâmen bir erkek dili, kadınlar yok işin içerisinde. “Bunlar yasaklansın” filan diyecek hâlim yok. Ama böyle bir çağda, teknolojinin imkânlarının bu tür kullanımı da herhalde… Ben görüyorum, meselâ Diamond Tema’nın bir agnostik olarak bu kadar ilgi görmesinin nedeni… meselâ yan yana koy: O 70 bin çeşit kahvaltılık söyleyenle onun söylediklerini yan yana koy, bir genç, iyi kötü eğitimli bir genç hangisine daha yakın hisseder kendisini?
Metin Karabaşoğlu: Bizim vâizlerle ilgili sorunumuz bugünün sorunu değil, geçmişten beri hep olagelmiş bir kere bu. Ben yine Bediüzzamân’a referansla söyleyeyim: “Ben vâizleri dinledim, nasîhatları bana tesir etmedi” diyor. Yani 100 sene önceden yazdığı bir şey. “Kalbimin katılığından başka üç sebep gördüm” diyor. Ve gördüğü sebep işte: Muvâzenesizlik, dengesizlik, kime konuştuğunu bilememek ve dinin değerleri içerisindeki sıralamayı doğru yapamamak. Yani böyle din, iman, tevhid, Allah’ın varlığı birliği en merkezde gelirken, böyle çok teferruatın teferruatı olan bir meselede ve dengesiz bir şekilde konuşuyorsunuz. Yani bugünün konusu olmayan bir şey, ama okuduğumuz kitaplarda var diye konuşuyoruz vs.. Bu maalesef hep olagelmiş, yani dediğiniz gibi bir kısmı –ki bunu iyi niyetle yapıyor– bu şekilde dini daha sevimli, daha câzip kılacağını düşünüyor. Kötü niyetle, dine kötülük olsun diye yaptığını da zannetmiyorum. Ama bütün bunlarla birlikte Ruşen, ben şunu da ifâde edeyim: Bu yeni teknoloji, sosyal medya, bunu herkesin kullanması –ki söylediğin gibi, hiç kimseye “Sen kullan, sen kullanma” diyemeyiz–, bir şekilde ben gene bu meseleyi olumlu görüyorum. Şöyle olumlu görüyorum: Dindarlar açısından bakarsak, daha mâkul bir dindarlığı temsil eden kişiler geçmişte bâzı şeyleri söylediğinde, “Şuna dikkat edilmesi lâzım, böyle bir üslûp olmaması lâzım. Din böyle anlaşılmaz ve anlatılmaz” filan dendiğinde, işte “Sen sûizan ediyorsun, çok böyle tekil bir olayı büyütüyorsunuz, abartıyorsunuz” vs. gibi söylemlerle karşılaşabiliyor.Bugün ise biz dindarlar olarak, yani artısıyla eksisiyle neyiz? İçimizde neler var, kimler var, ne gibi düşünceler var, ne gibi yaklaşımlar var, üslûplar var, kim neyi nasıl konuşuyor, anlıyor, anlatıyor? Yani bütün bunları gördük. Bence deyim yerindeyse, işte yazının başlığı da “teşhis” kelimesi içeriyor, mâlûm, durumumuzu gördük yani. Bence bu bütün semptomlarımıza olumsuz tablosu açısından bakarsak hepsi ortaya çıktı.Ben bunu hayırlı görüyorum; çünkü bu teşhisi getirir, teşhis de çözüm ve tedâvi noktasında en önemli adımdır. Yani süreç içerisinde, yeter ki birileri, özellikle devlet işin içine girmesin, birileri birileri lehine meseleye müdâhale etmeye kalkmasın. Ben dindarların kendi içerisinde, süreç içerisinde, yani o öyle söyleyecek, bu böyle söyleyecek, o tartışacak, bu buna cevap verecek derken su akar yolunu bulur. Yani bu işin dengesini bulur. Neyin ne olduğu, neyin nasıl konuşulması gerektiği açığa çıkar zaman içerisinde diye düşünüyorum.Yani iş, deyim yerindeyse kendi akışına bırakılırsa, kendi sivilliği içerisinde yol alabilirse, ama 3 sene ama 5 sene ama 15 sene sonra, bu noktada biz daha mâkul bir noktaya geliriz diye düşünüyorum. Ama korkum o ki, hani birileri siyâseten sonuç aldığı ve istifâde ettiği için meseleyi kendi akışında bırakmazlar. Yani böyle bir endîşem var.
Bundan birkaç yıl önce bir yayın yapmıştım, “Din elden gidiyor” diye. Orada şöyle demiştim: “Geçmişte dindarlar, ‘Devlet dine müdâhale ediyor, devlet dini yasaklıyor’ diyerek sloganlaştırıyorlardı”. Bunu biliyorsun. Yani devletin uygulamaları nedeniyle, yani devletin negatif uygulamaları nedeniyle diyelim. Şimdi aynı sloganın, devletin, sözüm ona, “pozitif” müdâhaleleri nedeniyle yaşıyor gibi bir durum var. Böyle demiştim o zaman. Herhalde şimdi çok daha güçlü bir şekilde bu kendini gösteriyor.
Metin Karabaşoğlu: Benim açımdan da Ruşen, çok uzun zamandır yazageldiğim bir şey. Belki 90’lı yıllarda yanılmıyorsam ilk Birikim dergisinde “dindarların devletçilikle imtihânı” üzerine bir yazı yazmıştım. 98 mi bilmiyorum târih olarak. Yani belki 20-30 senedir yazdığım, söylediğim bir şey. Yani Abdülhamid tecrübesi var. Aslında dindarların çok ders alması gereken bir tecrübe.Ama işte Necip Fazıl başta olmak üzere bâzılarının ürettikleri bir Abdülhamid miti ile sonraki dindar kuşaklar, bence Abdülhamid dönemi tecrübesini doğru değerlendirme imkânından mahrum olup yanlış bir târih okuması inşâ ettiler.Bu bence onların dinî veya din-devlet ilişkisiyle ilgili tutumlarını da etkiledi. Şimdi Abdülhamid döneminin 30 senelik istibdat uygulamalarına baktığımızda, gençliğini o dönemde geçirenlerin çoğunun İttihatçılar olduğunu, yani deyim yerindeyse önemli bir kısmı dinde lâkayt gözüken İttihatçılar oldular. Çocukluğunun ve gençliğinin de 30 senesini Abdülhamid’in istibdat döneminde geçirenler de din karşıtı, bir kısmı sonraki Kemalist entelijansiyaunsurları hâline gelen ve açıkça din karşıtı düşüncelere sâhip olan insanlara dönüştüler. Ben bu açıdan şahsen sorulsa hani: “Devletin dine karşı bir tutum içerisinde olması mı din için daha tehlikelidir, devletin dine sâhip çıkıyor gözükmesi ve kendisi için onu araçsallaştırması mı din için daha tehlikelidir?” diye. “İkincisi daha tehlikelidir” derim.Çünkü en başta bu ülkede Abdülhamid dönemi bunun bir örneğini oluşturuyor. Yanı başımızda İran’ı görüyoruz son 35 senenin tecrübesi içerisinde, İran bunun bir örneği. Maalesef biz şu anda zâten böyle bir tecrübenin içinde yaşıyoruz. O yüzden, diyelim ki devletin içinde dindar insanlar var, gerçekten iyi niyetle din için bunu yapıyorlar, dini âlet etme gibi bir düşünceleri yok, pozitif bakalım. Ama ben onlara şunu söylemek istiyorum: Dine hizmet etmek istiyorsanız, siyâset dinden elini çeksin, devlet dinden elini çeksin. Bence dine hizmetleri böyle olur.
Çok sağ ol Metin, çok güzel bir yayın oldu. Çok teşekkürler.
Metin Karabaşoğlu: Ben teşekkür ederim.
Evet, Metin Karabaşoğlu ile günümüz Türkiyesi’nde dindarların dine ettiği kötülükleri konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Size de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.