2003’te bir akşam üstü uçsuz bucaksız sessizliğin ortasında Kasiyyun Dağı’ndan dalıp gittiğim Şam manzarası bana şunları yazdırmıştı:
“Kasiyyun Dağı’ndan Şam, Çamlıca’dan İstanbul ve Demavend’den Tahran gibi görünüyor. Şehrin silüetindeki kontürü, Emevi (Benu Umeyye) Camii’nin çevresinden başlayarak helezoniyle Tahran ve İstanbul’a kadar dalgalanan hafızanın tanıdık öğeleri oluşturuyor. Kentin sosyal ve kültürel dokusuna ilişkin fikir edinmek için gece ışıltısı öğretici tecrübelere fırsatlar açabilir. Öyleyse Şam’ın merkezinde devrana durulduğunda yürek titreten simgelere cesaretle dokunmak gerek: Vaftizci Yahya’nın kabri, Peygamber torunu Hüseyin’in kesik başının teşhir için konduğu oyuk, Hüseyin’in oğlu Ali Zeynelabidin’in namaz kıldığı köşe, Selahaddin Eyyübi’nin kabri, Ali Şeriati’nin ruhaniyeti ve diğerleri hızlı akan bir tarihin ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ ayarında zihne üşüştüğü anılardan başkası değil. Thomas ya da başka bir Şam kapısından şehre adımını atan herkes Roma takından geçerek İslam kültür havzasına girdiği an kentin ruhunda bir köşeye kıvrılmak için yeteri kadar neden bulabilir. Kabil ve Bağdat işgalcileri, şimdi işte bu binlerce yıllık zevk, dinginlik ve hoşnutluk fezasını zehirlemek istiyorlar.” (“Küllü halin yezul”, Can Havliyle Düşünceler)
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın, Selefi-politikin insanı dehşete düşüren 12 yıllık terör, kıyım ve yıkımla Şam’ı ele geçirmesinin ardından aynı hissiyatı taşıdığından emin değilim. Kasiyyun’dan Şam’a bakarak kahve yudumladıklarını temsili gösteren yapay zekâ fotoğraflarındaki gibi kazandıkları zaferin çocuksu mutluluğu gözlerinden okunuyordur kuşkusuz, ama bu saadet, Sultan Selim’in 1516’da kılıçtan geçirdiği Sünni/Alevi, Arap/Türk/Kürt Suriye’den geriye kalanları temellük ederken hissettiğinden ne kadar farklı olabilir ki.
Mevcut kudret erbabının siyasal tekelciliğini Abdülhamit’in irade-i seniyesiyle karşılaştıran trol ordusu, Suriye’deki taze ‘reconquista’ nedeniyle mukayeseyi Sultan Selim’le yapsa daha doğru olur. Yani Avrupa’ya güven içinde sırtını dönüp Müslüman beldelere kanlı fetih seferlerine çıkan sultanla.
2003’te benim baktığım Şam’da, halihazırda Türkiye’de hükümferma idare tarzının sadece nicel bakımdan kıvamlısı, bu diyardakinin muadili katı, kapalı, sıkı bir siyasî rejim hüküm sürüyordu ama buna rağmen bizden çok farklı olarak capcanlı bir sosyal hayat vardı. Her inançtan, her hayat tarzından insanın yan yana sükunet içinde yaşadığı, kimsenin bir başka hayat tarzına müdahale etmediği, yaşam biçimi ve inancın ya da inançsızlığın kamusal alanda kabul görmek için kriter olmadığı, başı açık-başı kapalı gerilimine rastlanmayan bir sosyal hayat. Seyyide Zeynep türbesini ziyaret edenler veya Benu Umeyye Camii’nde namaz kılanlar ile arka sokakta meyhanede buluşanların eşzamanlı barışçı hayatı, politik katılıma akıl almaz tepkili ilkel siyasi rejimi dengeliyordu.
Şimdi ise Fidan ve Kalın’ın zaferin tadını çıkarırken baktıkları Şam’da, şiddet ve terörün en galiz suçlarına bulaşmış Selefizmin silahlı, korkutucu, tehditkâr hükmü tahakküm faslını açmış bulunuyor. Tenbihli olarak her mikrofona tekrarladıkları “özgürlük” ağızlarında öylesine iğreti ki. Anlamını bile bilmedikleri “özgürlük”ten her söz etmelerinin ardından kendilerini tutamayıp bu parodiye kahkaha patlatacaklar neredeyse. HTŞ tabelası altındaki grupların militanları, masalın kerevet kısmında oldukları hülyasıyla toplaşıp toplaşıp kutlamalar yaparken 3 milyon Şamlı evlerinde, dükkanlarında, devlet dairelerinde tedirginlik içinde belirsiz akıbetin netleşmesini bekliyor.
Büyük bir talihsizlikle eski sâkini olduğum mahallenin içinden konuşayım: Hakan Fidan’ı tanımadım, ama ortak tanıdıklar aracılığıyla rasyonel ve reformcu dindarlığın insanı olduğunu biliyorum. İbrahim’i (Kalın) öğrencilik yıllarından tanırım, o da öyle biri. Doktorada Molla Sadra çalışmış, daha ötesinde ne söylenebilir. Bu ikilinin anakronik tarihselcilik ve mezhepçiliği siyaset veya strateji edinmesi için ağır pragmatizme ihtiyaç olmuştur. Birkaç sene önce Beştepe’yi temsilen televizyonlarda tekfirci radikalizmden şikâyet eden Kalın, şimdi o akımın liderlerinden Culanî’nin misafiri olarak ön koltukta Şam sokaklarında nümayiş yapıyor.
Esad döneminde baskı rejimi olduğundan bahsedenler Nusra’nın çoğulcu, seküler, özgürlükçü bir demokrasi kuracağını mı düşünüyor? Tabii ki öyle düşünmüyorlar. Onların “baskı” dediği, kendi yaşam tarzları ve dinsel kimliklerinin tahakkümüne izin verilmemesi. Özgürlük dedikleri de o tahakkümün iktidar olması. Yani Türkiye’de muhafazakâr oligarşinin hali. Kuşkusuz bir de nesnel istibdat ve özgürlük tanımı var ve o da seküler, çoğulcu, özgürlükçü demokrasinin tüm kural ve kurumlarıyla var olması ya da olmamasıyla ilgili. Esad döneminde siyasal katılım alanında böyle bir durum yoktu, ama Selefi marjinalliği radikalleştirip serbest bırakan Nusracıların idaresinde de olması imkansız. Culanî, “Ahlak polisi şeriatı uygulamaktır. (…) İnsanları güce değil şeriata uymaya çağırıyoruz, ama davetimize direnirseniz şiddetin gücü ile karşı karşıya kalırsınız!” diyor hâlâ. Bu, el-Kaide’nin doktrini. Bu doktrinin egemenliğindeki Afganistan’da farklı ne var? El-Kaide ile haşır neşir olduklarını itiraf eden Hameneî rejimi de zâhiren Selefi tekfircilere karşı, aslında IŞİD ve Nusra’nın dünya görüşünün Şiî versiyonundan ibaret.
HTŞ çatısı altındaki Selefi örgütlerin 12 yıllık iç savaş boyunca riayet etmediği hukuk, adalet, eşitlik ilkelerine Suriye’yi ele geçirdikleri şu anda tam manasıyla uyacakları beklentisi bir fıkra olabilir ancak; ama güldüremeyen cinsten. Geçmişte işledikleri suçlar için kullandıkları hafifletici, hatta affedici sebep “savaş hali”. Ama aynı gerekçeyi Suriye ordusunun ihlalleri için konu etmiyorlar.
Tersten de okunsa düzden de, o hâlâ Culanî
Ahmed el-Şara, geçmişi ne kadar silmek istese ve başka birine dönüştüğüne dil dökse de o hâlâ “Culanî”. Şam’ı ele geçirmiş olmak, iç savaş boyunca işlenmiş suçları tek tuşla hiç yaşanmamış hale getirecek tılsım değil. Google’da unutulma hakkını kullanmaya benzemiyor gerçek hayat. Suriye’de faaliyet gösteren irili ufaklı onlarca terör organizasyonunu ya zor kullanarak tasfiye eden ya da ikna ederek etrafına toplayan Nusra, taraf değiştirmiş profesyonel savaşçılardan oluşuyor. Varlığının sona erdiğinden söz edilen IŞİD’in militanları buharlaşmadı, Nusra’ya yani HTŞ’ye katıldı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Kanmak isteyen kanabilir veya gerçeklere kulaklarını kapatabilir. Ama hakikat şu: Esad’ın katliamlarından öfkeyle bahsedenler, Nusra lideri Culanî’nin savaş suçlarını mütebessim hoş görüyor. Ellerinde bir de “ama çok zulüm gördüler” diye bir meşrulaştırma edevatı var. Sıkıştırıldıklarında cepten çıkarıveriyorlar.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, HTŞ’nin el-Kaide ve IŞİD’den uzaklaştığını, dolayısıyla terör listesinden çıkarılması gerektiğini söylüyor. Fidan’ınki, temsil ettiği iktidarın terör örgütüyle işbirliği yapıyor görünmesini önlemeye dönük gerçekliği yeniden inşa çabası. Yahut uluslararası hukuk nezdinde Türkiye’nin başını ağrıtacak bir durumun ortaya çıkmasına karşı tedbir. Çünkü kapısına HTŞ tabelası takmış Nusra, el-Kaide ile ilişkisini hiç kesmedi. Kanıttan bol bir şey yok. Bu kanıtların en görünür olanı da yabancı savaşçılardan oluşan ama Eymen Zevahirî’den biatını geri çekerek kendince Suriyelileşen “kızıl bandanalılar” gücü. Suriye el-Kaidesi’yle ilişkilerini ve ideolojik olarak aynı dünyanın mensubu olduğunu açıkça söylüyorlar. Culanî de başına kızıl bandana takıp, birlikte fotoğraf verip operasyonlarından dolayı ödüllendirerek onlarla ilişkisini sıcak tutuyor.
“Kızıl bandanalılar”ın vesayeti
Uzmanlara göre Nusra’nın “kızıl bandanalılar”ı (asaibu’l-hamra) olmasaydı HTŞ son hamlesinde başarı sağlayamazdı. “Kızıl bandanalılar” Selefilerin kızılbaşları. Suriye Ordusu’na ve Silahlı Direniş Güçleri’ne zor anlar yaşatan “ölümüne biat” savaşçıları. Hiçbir kural ve ahlaki sınır tanımamalarıyla meşhurlar. İdlib, Haleb, Hama ve Lazkiye’de düzenledikleri intihar saldırılarıyla yüzlerce masum insanı öldürdüler.
“Ölümüne biat” yakıştırması, 625’te Uhud Savaşı’nda Müslümanlar darmadağın olduğu sırada kalabalık Mekkelilerin saldırısına uğrayan Peygamber’in etrafında canlı kalkan olmuş yeminlilerin kararlı davranışına atıf. Peygamber’in ordusunun yenileceği anlaşıldığında Ömer’in dağa kaçtığı (Taberî, ö. 923, Tefsir, 7/172), Ebu Bekir’in “Ben de kaçtım, ama sonra döndüm” dediği (Nisaburî, ö. 1014, Müstedrek, 3/31), Osman’ın üç günlük mesafeye kaçtığı (Buharî, ö. 870, 4066) savaş. Ayette “Kimseye bakmadan kaçıyordunuz, Peygamber de arkanızdan sesleniyordu” (Âl İmran 153) şeklinde tasvir edilen manzara. Osman üç gün sonra Medine’ye döndüğünde Peygamber müstehzi “Epey açılmışsın” demişti (Taberî, Tefsir, 7/329) hani. İşte orada en umutsuz anda Peygamber’in çevresinden ayrılmayan sekiz kişi vardı. Ali hariç, yani sabit olmak üzere, farklı rivayetlerdeki listelerde isimleri değişen yedi kişi daha. (Vakıdî, ö. 823, Meğazî, s. 238).
Ali’yi hiç sevmeyen İbn Teymiyye’nin müridi “kızıl bandanalılar”ın kendilerine kahramanlık apoleti takarken Ali’nin “ölümüne biat” hatırasına atıf yapmak zorunda kalması, kahraman yoksunu tarihleri nedeniyle; çaresizlikten. Halbuki şeyhleri İbn Teymiyye, Ali’yi öyle sevmezdi ki onu mihrapta sırtından hançerleyen İbn Mülcem için “insanların en âbidi” diye yazdı; namazında niyazında, oruç tutan, Kur’an okuyan, Allah’a ve Rasülüne muhabbetinden bu işi yapmış muttaki biriydi ona göre. (Minhacu’s-Sünne, 7/47).
Konuyu dağıtmıyoruz. Derdimiz de bütün tuşlara basmak, fırsat bu fırsat başka şeyleri de aradan çıkarmak değil. Bunlar hep birbiriyle doğrudan bağlantılı şeyler. Teo-politik dediğimiz andan itibaren mevzumuz bundan başkası olmaz. Baasçı Esad devrildiğinde kutlama yapanlar, Baasçı Saddam devrildiğinde yas tuttuysa bunun bilinen tek nedeni, Esad’ın Alevi, Saddam’ın Sünni olmasıdır. Yani mevzu Baasçılık, diktatörlük falan değil, tamamen teo-politikle ilgili.
Nusra, Irak’tan gelmiş el-Kaidecilerden oluşan “kızıl bandanalılar” özel kuvvetinin varlığını 2018’de bir video ile duyurdu. Zaten Irak el-Kaidesi denilen de Saddam’ın devrilmesinden sonra Baasçı subayların eğitip yönettiği örgüt. En çok da Şiilerin dini törenlerine ve camilerine saldırıp kolay hedef olan yüzlerce insanı öldürmüş terör organizasyonu.
“Kızıl bandanalılar” hakkında yazan analistler, grubun kendi ülkelerinde askeri eğitim görmüş Çeçen, Özbek ve Azeri militanlardan oluştuğunu belirtiyor. Grup, Nusra’nın, Yani Culanî’nin hedefe ilerlerken tıkandığı yerde göreve çağırdığı ölümüne savaşanlar. 2016’da Ebu Refik Özbekî tarafından kuruldu ve başında da Ebu Yakzan Mısrî var. Lazkiye’nin kuzeyinde Türkmen Dağı bölgesine hakim Ebu Müslim Çeçenî liderliğindeki Cunudu’ş-Şam’ı bitiren ve bölgeyi HTŞ’ye kazandıran da bu grup.
AK Parti Sözcüsü “HTŞ artık fiilen terörist değil” gibi tuhaf bir cümleyle işin içinden sıyrılmaya çalışsa da “kızıl bandanalılar”la yapılan röportajda grubun küresel terör örgütü el-Kaide ile bağı açıkça söyleniyor. Batı başkentlerinde HTŞ’yi terör listesinden çıkarmak gerektiğini savunan sempatik beyanlara çok da güvenmeyen Beştepe’nin tedbiri elden bırakmayan böyle çekinceli açıklamalarına hak verilebilir. Fakat iddiaya göre 2016’da Atatürk Havaalanı’nda 45 masumun hayatını kaybettiği IŞİD katliamının fâilleri Culanî istediği için salıverildiyse diplomasi tarihinde bunun örneğini bulmak mümkün olmaz. Uluslararası siyasetin hiçbir çıkarı böyle bir takası meşrulaştırmaz.
“Kızıl bandanalılar”la yapılmış röportajdan HTŞ’nin fiilen de, resmen de, bal gibi de el-Kaide’nin terör yöntemini benimsediğini gösteren ilgili yerleri aktaralım:
S: Tanzim Hurrasi’d-Din (Suriye el-Kaidesi) hakkındaki görüşünüz nedir?
C: Heyet’le (Tahrir Şam) aynı amaçlara sahip mücahit bir grup.
(Aradaki tek farkın, Eymen Zevahirî’ye biatı bozma konusunda olduğunu söylüyor. Ama iki örgütün de aynı ideoloji ve yöntemi benimsediğini belirtiyor. Hatta Tanzim’e cephane tedarikini Heyet yapıyormuş.)
S: Heyet’in hâlâ Selefi cihatçı bir grup olduğunu söyleyebilir miyiz, yoksa bu adlandırmanın uygun olmadığını mı düşünüyorsunuz?
C: Heyet, şeriatın hükümlerini uygulamaya çalışan Selefi bir mücahit grubudur ve bu, Heyet’i ortaya çıkaran temel maddelerden biridir.
S: Neden Nusra Cephesi’ne katılmayı seçtiniz?
C: Şeriat hükümlerini tatbik etmek ve el-Kaide örgütüne sempati nedeniyle.
S: Hâlâ el-Kaide’yi seviyor musunuz?
C: Hâlâ el-Kaide’yi seviyorum, fakat buradaki fayda, el-Kaide’den ayrılmaktaydı. Şeyh Ebu’l-Hayr el-Masrî Suriye’deydi ve bu adımı destekledi. Çünkü sahanın çıkarı buydu.
S: Heyet üyelerinin çoğunun el-Kaide’ye sempati beslediğini söyleyebilir miyiz?
C: Bildiğim kadarıyla Heyet’te hiç kimse el-Kaide’nin hatalı olduğunu düşünmüyor. Tanzim Hurras’la olan anlaşmazlık el-Kaide’den dolayı değil; bilakis, biat ve silahlar konusunda bir yönetim ve içtihat meselesidir.
S: Devrimden önce Selefi yöntemi benimsemiş miydiniz:
C: Hayır, ortalama bir Müslümandım. Arkadaşım aracılığıyla Selefi oldum.
Bahsi geçen Eymen Zevahirî, el-Kaide’nin fikir babası ve Usame b. Ladin’in akıl hocası Abdullah Azzam’ı tasfiye etti. Azzam’ın damadı Abdullah Enes, kayınpederinin öldürülmesinden Mısır İslami Cihadı’nı sorumlu tuttu. (Marc Sageman, Understanding Terror Networks, s. 37). Zevahirî’nin talebesi, Şiî düşmanı Musab b. Zerkavî de annesi Şiî olan Usame Bin Ladin’i tasfiye etti. Irak’ta Saddamcı Baasın yeni yüzü IŞİD bu potada pişti. IŞİD lideri Bağdadî’nin talimatıyla Suriye’ye geçip Nusra’yı kuran Culanî bu mektepte var olmuş biri ve acımasızlığın kitabını yazan “kızıl bandanalılar”ı bu satırların yazıldığı sırada Suriye’nin egemenliğinin önemli parçası yapmaya hazırlanıyor.
Batı medyasından tercüme, “Culanî el-Kaide ile ilişkisini kesmişti” öyküsünün sadece taktik olduğunu açıkça söylemiş “kızıl bandanalı”. Foreign Policy analisti de Türkiye’de konuştuğu üst düzey bir ÖSO savaşçısından aynı cümleyi işitmiş: “Kamuoyu önünde bağlarını koparmış görünmesine rağmen Culanî ve adamları el-Kaide’nin tam teşekküllü üyeleri”. “Bu teröristler” demiş ÖSO’cu, “Oğlum da dahil, çok insana işkence etti.” FP yazarı, uzun boylu, iri yapılı oğlunun kambur yürüdüğünü görmüş. Culanî’nin emriyle iki yıldır işkence görüyormuş. BM, eylülde yayınladığı raporunda İdlib’i yöneten Suriye Kurtuluş Hükümeti’nin ve dolayısıyla HTŞ’nin cezaevlerinde infaz, işkence ve insan hakları ihlallerine ilişkin kabarık suç dosyasını detaylarıyla ortaya koymuştu.
Küresel cihada inanmış Selefi “kızıl bandanalılar” yeryüzünün tamamı İslam’ın oluncaya dek savaşmaya inanıyorken Culanî’nin “yeni Suriye”sinde onları demokrasiye entegre etmek nasıl mümkün olacak? Culanî’nin bile başına kızıl bant takarak görüntü vermek zorunda kaldığı hatırlanırsa “kızıl bandanalılar”ın Şam yönetimi üzerindeki askeri vesayeti nasıl önlenecek?
Olmayacak işler bunlar.
Cihatçı Selefiden vatandaş çıkar mı?
Culanî’nin şu anda, demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi kavramlar hak getire, modern kurumların işleyişinden bile habersiz cihatçı Selefileri silah bırakmaya, devlette görev almaya ve toplumsal hayata katılmaya iknaya çalıştığı yönünde medyatik kampanya var. Ama bunun beyhude çaba olduğu notu düşenlerin gerekçeleri daha ikna edici. Çünkü, analizde söylendiği gibi, bu adamların (evet, “adamların”, çünkü kamusal alana kadını sokmuyorlar) yönetim vizyonu “şeriatın uygulanması”ndan ibaret. “Şeriat” dedikleri de ellerindeki Selefi fıkıh kitapları. Sonuçta bunlar, Şam’a girdiklerinde Hafız Esad’ın mezarına işeyen, mezarı yakan insanlar. Peygamber, gözü önünde mescidine işeyen (Nesaî, ö. 915, Sünenu’l-Kübra, 1/92, hadis 51-52-53) aynı türden adamlardan iyi insan çıkarmayı başaramadı. Culanî daha etkili ve karizmatik biri mi ki bu sorunu mükemmel biçimde çözüme kavuştursun.
Nusra lideri Culanî’nin inançlara özgürlük, toplumda eşitlik vs. gibi laflar sarfetmesi yeterince dekoratif. Selefilerde bu projeyi bırakın hayata geçirmeyi, düşünecek gen dahi yok. İbn Teymiyye’den miras Selefizm, Emevi asabiyesinin (dönemin ırkçılığı) dinselleşmiş hali.
İbn Teymiyye ve ideolojik mirasçılarının Alevilerden neden bu kadar nefret ettiğini açıklayacak tek izah, Ali’ye ve evlatlarına olan husumettir. Alevilik, varlığıyla Müslümanlığın resmi tarihini yanlışladığı için kesintisiz meşruiyet krizi yaşayan yaygın Müslümanlığı yaşatmanın yolu Alevileri yok etmekten geçiyor. Selefizm buna odaklanmış durumda.
İbn Teymiyye hurafe karşıtı falan değildir. Sultana rab sıfatı yakıştıran (Mecmuu’l-Fetâvâ, 35/30) odur. Emevi Camiinde Allah’ın onun minberdeki basamaklardan indiği gibi yeryüzüne indiğini söyleyen (İbn Batuta, ö. 1368, Rıhle, 1/77), bildiğimiz tahtta oturduğunu iddia eden de (Muhammed Ebu Zehra, İbn Teymiyye, s. 268) odur. En sahih rivayetleri hiçbir dayanak göstermeden uydurma diye reddederken kendisi rivayet uydurur. Kitaplarda yer almayan iddiaları Şiilerin savunduğu yalanını söyler ve o iddiaya cevap verir. Oysa iddiayı uyduran da kendisidir. (Bunların çok sayıda örneği notlarımın arasında).
Selefizmin standardı budur, o nedenle onlara her şey mübah. Yalan da söyleyebilir, ırza namusa tasallut edebilir, malları çalabilir, masumları katledebilirler. Yüzlerce vakayla ispatlı, 2012’den beri Suriye’de bunları yaptılar. Fırsat buldukları her yerde yapıyorlar. İşte bu hastalıklı zihniyet dünyası Suriye’yi zaptetti, istila ve işgal etti. Bu faciayı meşrulaştıran tek sebep, Baasçı kapalı rejim. Rejimi ıslah edip özgürlükçü, şeffaf, katılımcı, demokratik yapmaya çalışacak yerde ve bu yöndeki çabalara destek verecekken Suriye’yi Türkiye’ye uydu yapacakları temennisiyle ülkeyi tarihin görüp görebileceği en vahşi güruha teslim ettiler.
Mesele entelektüel olarak tarihe bakış farklılığından ibaret kalsaydı dert edecek bir şey olmazdı. Fakat tarihteki sorunlar bugüne sarkıyor ve güncel Selefizmin ideolojik terörüne arka plan, zemin, temel oluşturuyor.
Sünnilerin Nasrallahı Culanî
Londra merkezli el-Mecelle dergisinin yazarı Suriyeli analist Malik el-Abda, Culanî’nin Sünnilerin Nasrallahı olmak istediğini yazdı. Abda, Culanî için dini inancın iktidarı ele geçirme motivasyonundan daha az önemli olduğunu savunuyor. Şam’ı ele geçirmeye odaklanmıştı ve bunun için her şeyi mübah görüyordu.
Culanî, Hizbullah tecrübesinden ders çıkarmış olarak iç savaşta yer almış örgütlerin silahlarını bırakacaklarını açıkladı daha işin başında. Bu hem o örgütleri kendisi için tehdit olmaktan çıkaracak hem de Lübnan’da Hizbullah’ı sürekli tartışma konusu yapan, egemen bir ülkede alternatif silahlı gücün ne aradığı sorgulamasının önünü alacak.
Akıbetinden ders çıkardığı Nasrallah da bu sorunun farkındaydı ama bir çıkmazdaydı. Savaşçılar Lübnan ordusuna katılabilir ve Hizbullah siyasi partiye dönüşebilirdi, ama Hameneî’nin “direniş ekseni”ndeki vasıfsız memurlar Hizbullah’a üst seviyede müdahildi ve ona lejyon olmaktan başka rol vermiyorlardı. Farklı bir yol aramaya kalksa yıllık 100 milyon dolarlık bütçesi kesilirdi. Hizbullah’ın içerideki ve dışarıdaki âkil insanları bu gidişin bir gün duvara toslayacağını biliyor ve bunu dile getiriyordu. Mesela İmad Muğniye’nin eniştesi, Hizbullah’ın askeri kanadının genel komutanı Mustafa Bedreddin, Tehran’ın talimatıyla Suriye iç savaşına katılmak zorunda kaldıklarında Hizbullah’ın kayıplarını gerekçe gösterip Suriye’den çıkmak istedi. Kasım Süleymanî ise Bedreddin’in çekilme planına karşıydı. Aralarında sert tartışma geçtiği anlatılıyor. Bedreddin, 2016’da Şam’da askeri havaalanındaki Kudüs Ordusu karargahında şüpheli şekilde öldürüldü. Tehran İsrail’in hava saldırısında öldüğünü iddia etti. Ama Hizbullah “Tekfirci grupların saldırısı” dedi. Halbuki o grupların Şam’a en yakın noktası 15 km. uzaktaydı. İsrail “Kendi adamları öldürdü” açıklamasını yaptı. Mossad yapmış olsa başarı olarak ilan ederdi zaten. Hizbullah’ın şimdiki lideri Naim Kasım o günlerde olayı tüm ayrıntılarıyla açıklayacaklarını söylemişti, ama açıklama yapılmadı. Muamma çözülmeden olay ‘cold case’ haline getirildi.
Hizbullah’ın Tehran’ın güdümünde hareket etmesine eleştiriler “Direniş Ekseni” ofisinin kulağına ulaştığı her defasında Nasrallah “maaşınızı İran ödüyor” azarlamasıyla eleştiri sahiplerine hadlerini bildirdi ve Tehran’ı sakinleştirdi. Lakin bu politikanın neticesi Hizbullah’ın imhası oldu. “Direniş ekseni” ofisinin para aktaracağı Hizbullah yok artık. Gazze’de Hamas ve Yemen’de Ensarullah da. Hameneî, işsiz kalan ofisi kapatırsa şaşmamak lazım. Tehran’da “direniş ekseni” karartmasıyla bütçeden para tırtıklayanlar da kahrediyordur.
Hameneî’nin “direniş ekseni” menkıbesinin Oniki İmamcı Şiîliğe maliyeti çok ağır. Irak’ta onun gibi inanmayan veya Lübnan’da Fadlullah’ın fikrî mirasını izleyen mesafeli Şiîler dahi zarar gördü. Şia’nın tarihsel merkezi güney Lübnan’da Şiî nüfus kalmadı. Suriye’deki Şiîler Selefizmin teröründen kaçıp yerlerini yurtlarını terkediyor. Aleviler Lazkiye’ye sıkıştı ve HTŞ gruplarının sürekli taciz ve tehdidiyle karşı karşıyalar. Lazkiye’de sosyal hayat kontak kapattı.
Culanî bu tecrübenin Selefilik veya Sünnilik için tekrarlanmasını istemeyecektir. Bu nedenle Batıya sürekli yatıştırıcı mesajlar veriyor ve sınır aşan maceralara hevesli olmadığını uzatılan her mikrofona tekrarlıyor. Yeni Suriye’yi İsrail ve Batı karşıtı faaliyetlere üs olarak kullandırmayacaklarını taahhüt ediyor.
Hizbullah-İran ilişkisi şimdi Türkiye ile ilişkilerinde Culanî ve HTŞ için geçerli. O nedenle Culanî’nin çok erken bir vakitte silahlı militanların Suriye Ordusuna ve güvenlik güçlerine katılacaklarını açıklaması Hizbullahınkine benzer akıbetin önünü almak için olsa gerek.
Nasrallah’ın İran’ı gibi Culanî’nin de Türkiyesi var, fakat unutmamak lazım, bu ilişki türü her ne kadar güçlünün vesayetine dayalı ise de tek taraflı değil. Etkileşimli. Nasrallah ve Hizbullah nasıl ki İran’da İslamcıları radikalleştirdiyse Culanî’nin HTŞ’si de Türkiye’de İslamcıları radikalleştirir ve klasik Sünnilikten koparıp Selefileştirir. Hani 2013’te, henüz Amerika terör örgütü ilan etmemişken “IŞİD Sünni hareketin lokomotifidir” diyordu ya İslamcılar, işte öyle. Ama ABD ve ardından mecburen Türkiye, IŞİD’i terör örgütü listesine alınca hemen geri çekilip kalabalığa karıştılar.
Tehran’da yatışmayan şok hali
Hameneî’nin çeyrek yüzyıl ömür biçtiği İsrail’in bir yıldan kısa sürede sırasıyla Hamas’ı ve Hizbullah’ı bitirmesi, ardından da Esad’ın devrilmesini sağlaması Tehran’da şok etkisi yarattı. Büyük bir özgüven krizi yaşıyor “mutlak velayet-i fakih” rejimi. Sınır ötesi işlerle nüfuzu yayma, Şiîliklerin güvenilir merkezi olma, küresel ve bölgesel güçleri etkisizleştirme stratejisinin yaşadığı ağır yenilgiyi tarif etmekte zorlanıyor yorumcular. Hameneî’nin stratejik yanılgısını suçlayamayacaklarından dış düşman edebiyatını yardıma çağırıyorlar doğal olarak.
Sipah (devrim muhafızları ordusu) elemanı sosyal medya fenomeni Ali Ekber Raifipur, İran’ın dünyanın dikkatini İsrail’e toplamışken Türkiye’nin Şiîleri ve Alevileri hedefe koyup mezhepçi çatışmayı öne çıkardığını ve bu sayede İsrail’i kurtardığını öne sürdü. Amaİran’ın Suriye ve bölgeden geri çekilmeye zorlanmasını Kasım Süleymanî’den sonraki stratejik zaafa bağladı. Ona göre Süleymanî Suriye’deki muhalif gruplarla bile temas kurabiliyorken bu kabiliyet kaybedildi ve Esad’ın devrilmesine kadar varan sonuç ortaya çıktı. Raifipur’un iddiasına göre Hakan Fidan MİT başkanı olduğunda Sipah içindeki muadillerine Suriye’deki muhalif grupların hepsiyle nasıl temasta olduklarını sormuş ve bunun yolunu anlatmalarını istemiş. Raifipur, “biz bu konumdayken bu hale nasıl geldik” diye hayıflanıyor.
Reformculuğun sağ kanadından, Kargozaran Partisi’nin lideri Hüseyin Mereşî’nin iddiasına göre Kasım Süleymanî ona, muhalifler ile Esad’ın uzlaştığını, ama Erdoğan’ın bunun olmasına izin vermediğini söylemiş. Refsencanî “Baas kalsın ama Esad’ın değişmesi gerek” dermiş. Mereşî’nin Suriye tecrübesinden İran’daki askeri vesayet için çıkardığı bir de ders var: “Sipah gibi silahlı kuvvetlerimiz ve ordumuz bizim gücümüz ve onurumuz. Ama siyaseti asla askeri yapıya devretmemek gerektiğini öğrenmemiz lazım.”
İtidal ve Kalkınma Partisi’nin lideri Mahmud Vaizi de Esad’ın düşmesinden iki gün önce Dışişleri Bakanı’nın olan biten her şeyden habersiz onu ziyarete gitmesindeki gafleti eleştiriyor.
Oniki İmamcı Şia içinde Hameneî hizbinin İsrail’e karşıtlığı takıntılı, saplantılı, obsesif. Bütün bu yaşananlardan sonra perspektifini değiştirecek yerde hâlâ İsrail tehlikesinden bahsedebiliyorlar. Haksız ve yanlış çıkmayı kabullenmek yerine ısrar ve inat ediyorlar. Halbuki ne İran ve Türkiye, ne de Müslümanlık için İsrail tehdit. Antisemitik hezeyanların gerekçe ve dayanak yapılmasının kıymeti yok. Farazi yayılmacı komplo teorileriyle durduk yere celallenmek ve tehlike icat etmek sadece kaynak ve enerjiyi yanlış yerde sarfetmeye neden oluyor. Bu vehim için harcanan para beşeri sermaye için seferber edilseydi tüm bölge için verimli sonuçlara vesile olurdu.
Halife Ömer’in, Yahudilerin kıblesi Süleyman Mabedi’nin kalıntıları üzerine kondurduğu, Emevi halifesi Mervan’ın da Ka’be’ye alternatif ve rakip kıble olarak konumlandırdığı ve adına Mescid-i Aksa dediği yapıyı simgeleştiren Nazi/faşizm hayranı Emin el-Hüseynî neyse de Hameneî’nin “direniş ekseni”ne ne oluyor? Batı Şeria’da Kalkilya’da Saddam Meydanı ve heykeli varken, hem de üstüne dalga geçer gibi Hz. Hüseyin’in lakabı olan “seyyidu şuheda (şehitlerin efendisi)” yazmışken, İsrailliler, Yahudileri Babil sürgününden kurtarmasının anısına kaç şehirde caddelere İran kralı Büyük Kuruş’un (Kiros, Coresh, Cyrus) adını verdi oysa.
Hameneî’nin, 2005’te Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanlığıyla birlikte mutlak kontrolü sağlayıp tek adama dönüşmesinden sonra Filistin’e abartılı biçimde konsantre olması, her şeyden çok ve önce Şiî toplumları fethetmeye yönelikti. Bunun için Sünnilikle omuz omuza olmaktan destek aldı. İslam tarihi ve Sünnilik eleştirileri yapan Ayetullah Sadık Şirazî’yi “İngiliz Şiası” ilan etmesi gibi gösteriler bir taşla iki kuş işleridir: Sünnilerde güven uyandırmak ve bu vesileyle sert muhalifini de kriminalleştirmek.
Şia tarihinde Oniki İmamcı Şiîlik en küçük grupken ve Şia dendiğinde akla İsmaîlik geliyorken 12. yüzyıldan itibaren hızla Oniki İmamcı Şiîliği (isna aşeriyye) hâkim konuma getiren, irfanı terkedip fıkıhçı ekole dönüşerek çoğunluğa, yani Sünnîliğe benzemesi, bu sayede kendini kabul ettirmesiyle de diğer Şiî akımların marja itilmesini sağlamasıdır.
Hızlı, aceleci ve kestirme sonuçlara vardığımı düşünenler olabilir. Onlara bu tezi bağımsız bir yazıyla kanıtlayacağım. Burada bu yazıyı ilgilendirdiği kadarıyla yetinelim.
“Filistin davası” devrim sırasında ve sonrasında İran’ın birinci gündemi değildi. Zamanla Humeynî, yeni İran’ı ve devrimi kabul ettirebilmek için Sünnilerle ortak strateji bahsinden Filistin’i daha fazla vurgulamaya başladı. Tıpkı kitabını bile okumadığı Selman Rüşdi hakkındaki fetvası gibi. Onun “Şeytan Ayetleri” kitabıyla mürted olduğu, kanının heder edilmesi gerektiği vs. tipik Sünni fıkhıdır ve Rüşdi’nin romanında geçirdiği “şeytanın vahye müdahalesi”yle ilgili rivayetler Sünni hadis kaynaklarında yer alır. Humeynî’nin bu fetva vesilesiyle Sünnilikle yan yana olma stratejisi bariz bellidir. Üstelik kanının heder edilmesini istediği Rüşdi, Edward Said’in yakın arkadaşı olarak ondan çok daha fazla Filistin konusuyla alakalı bir aktivist idi.
Gücü yetenin iktidarı dönemi
Hakan Fidan, “yeni Suriye”deki “kardeşler”inin egemenliği temsilen üniter Suriye’yi mümkün kılacağını ve YPG’nin bu projede yeri olmadığını kendinden emin söylüyor. Ama bu daha çok temenni gibi gözüküyor, çünkü üniter, merkezi, egemen Suriye Nusracıların hem kapasitesini aşıyor hem de bunu sağlayacak nosyondan yoksunlar. Dolayısıyla şu anki heyecan ve coşku dindiğinde, yani çok uzak olmayan vadede HTŞ içindeki grupların veya Selefi egemenlere muhalif oluşumların güçsüz şu yeni yapıyı alaşağı edecek hamlelere girişmesi sürpriz olmayacak. Ankara’nın senaryoları arasında bu çatışmalı ortama dahil olmak varsa Türkiye’nin ruhuna fatiha okunacak aşamaya çok hızlı gelineceğini aklı başında kurmay zekalar çoktan analiz etmiştir.
Bölge dışı güçlerin Suriye denkleminde ikincil anlamı var. HTŞ’nin Kürtlere savaş açma niyetini caydıracak bayrak gösterme faaliyetinden öteye geçmeyecekleri anlaşılıyor. Sahadan bildiren gazetecilerin öngörüsü doğru çıkar da HTŞ ve ÖSO/SMO, Kürtlere ve Hıristiyan milislere yönelik imha harekâtına kalkışırsa Amerikalılar ve müttefiklerinin nasıl davranacağını bilmiyoruz. Kesin olan şu ki bölgesel güç olarak İsrail artık Suriye meselesinin başat aktörü ve İsrail’le doğru ilişki kuran taraf Suriye’nin etkin aktörü olacak.
Madem bütün aktörler reel ve rasyonel davranıyor ve çıkarlarına uygun siyasetleri, stratejileri benimsiyor, öyleyse Kürtlerin ve Alevilerin de el-Kaidecilerin, Selefilerin imha niyetine karşı kendi güvenlikleri ve güvenceleri için İsraille işbirliği yapmaları gayet normal, doğal, rasyoneldir. Böyle bir hakları var. Culan/Golan sahasındaki Dürzilerin, Selefilerden korunmak için İsrail’in himayesine girmek istemesi gibi. Himaye modeli zaman içinde Suriye’de bu kez İsrail desteğinde yine bir iktidar değişimine varacak boyuta evrilebilir.
Suriye’de halkın katıldığı bir devrim yaşanmadı. Silahlı Selefiler Şam’ı ele geçirdi ve yönetime el koydu. Böylece gücü yetenin iktidarı dönemi de açılmış oldu. Hangi vadede olacağı bilinmez, yeni bir gücü yeten ortaya çıktığında mevcut heyeti kolayca tasfiye edebilecektir.
Nusra’nın epey bir destekle Esad’ın ülkeden ayrılmasını sağlayıp yönetimi ele geçirmesi Sünnilikteki “gücü ele geçirenin meşruiyeti” teorisini ihya ettiğini gösteriyorsa aynı koşulu sağlamış başka güç de benzer denkleşmeler meydana geldiğinde mevcut iktidarı zor kullanarak ülkeden gönderebilir. Suriye’de Selefî cihatçılara verilen mali, siyasi, askeri destekle ülke istikrarsızlık tüneline sokuldu bir kez, bunu geri döndürmek imkansız görünüyor.