Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can ile birlikte, yine geride bırakmakta olduğumuz haftanın siyasî olaylarını ele alacağız. Kemal, merhaba.
Kemal Can: Merhaba Ruşen.
Çakır: Bugünün olayı, aslında haftanın da olayı: Sokağa çıkma yasağının dün geceyarısı ilan edilip, sonra öğle saatlerinde Cumhurbaşkanı tarafından iptal edilmesi. Ben dayanamadım, bu yayını beklemeden, bugün 14.30’da bu konuyla ilgili kendi başıma bir yayın yaptım, onun için tekrarlamak istemiyorum. Sen anlat, bu olay sana neler düşündürtüyor? Çünkü bu acayip bir durum.
Can: Hakikaten en doğru tanım “acayip”. Böyle bir şeye ancak “acayip” denilebilir. Toplam 48 saat içerisinde şöyle bir hikâye yaşadık: Sağlık Bakanı, “Artık sokağa çıkma yasağı yok, bu iş bitti” dedi. Hatta bazı gazeteler bunu, “Sokağa çıkma yasağı bitti!” diye manşetlerine taşıdı. Sonra İçişleri Bakanlığı “Bu hafta da sokağa çıkma yasağı olacak” dedi. Sonra Cumhurbaşkanı, “Gelen reaksiyonlar nedeniyle ben bunu kaldırdım” dedi. Bunların hepsi topu topu 48 saatin içinde oldu. Bu, Başkanlık Sistemi, yeni sistem, yeni yönetim, süper koordinasyon filan hikâyelerinin içerisine hiçbir türlü oturmayacak bir şey. İki tane bakanı var, iki tane bakan da zaten doğrudan Cumhurbaşkanı’na bağlı; temel kararları o veriyor. Bakanlar her açıklamalarında “Cumhurbaşkanımızın verdiği karar doğrultusunda” diye açıklamalar yapıyor. 48 saat içerisinde, iki bakan ve bir Cumhurbaşkanı, birbirini ezen açıklamalar yapıyor. Hatırlıyorsan bu sokağa çıkma yasakları ilk başladığı süreçte de büyük bir türbülansla yaşamıştık bu meseleleri: Süleyman Soylu’nun istifası meselesi, günlerce konuşulan bir süreç yarattı. Bütün bunlar, temel bir strateji kurulmuş olsa, son derece basit bir biçimde işleyecek bir süreci büyük bir karmaşaya çevirebildiklerini gösteriyor. Ama daha önemli bir şey var: Aslında sadece genel sokağa çıkma yasağı açısından değil, 3 aydır sürmekte olan 65 yaş üstü açısından da bir acayiplik var. Zaten baştan itibaren sorunluydu, ama giderek “anayasal bir suç” kıvamına gelen bir uygulama yapılıyor: Bir yaş grubuna, anayasal haklarını ortadan kaldıracak düzeyde çok ağır, ayrımcı bir düzenleme, 3 aydır dayatılıyor. “O insanları risklerden koruyoruz” başka bir şey; başka insanları, kendi kontrolüyle AVM’ye gitmesini serbest bırakarak, onları korumaktan vazgeçebiliyorsunuz. Ama niye yaşlı insanların kendilerini koruyamayacağının veya gerekli önlemleri alamayacağının açıklaması yok. O insanları evlere tıkıyorsunuz. Yani dolayısıyla “iyi yönetildi” hikâyelerinin yanı sıra, bu sistemin ne kadar saçma sapan işlediği, aslında bir koordinasyon ve etkili yönetim yaratmanın tam tersi, nasıl bir karmaşaya yol açtığını çok bâriz bir biçimde gördük.
Çakır: Kemal, burada şöyle bir şey yok mu? Perşembe gecesi saat 01.30’da İçişleri Bakanlığı Genelgesi ile ilan edilen sokağa çıkma yasağı, İçişleri Bakanlığı’nın tasarrufu olamaz. Zaten biliyorsun, İçişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklamada “Sağlık Bakanlığı ve Bilim Kurulu’nun önerisi ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla” diyor. Yani sonuçta bu kararı veren de Recep Tayyip Erdoğan, iptal eden de Erdoğan. Ama sanki birileri bir karar almış, Erdoğan ülkeyi yanlıştan döndürmüş gibi bir hava yaratılıyor. Bir de biliyorsun, “Teşekkürler Erdoğan” diye, “O olmasa, milletin sesini dinleyen yok” gibi de bir propaganda alanı açılıyor.
Can: Ama bunu başka şeylerde de yaşadık: Mesela, termik santrallere filtre takma hikâyesinde yaşadık. Başka birtakım yasal düzenlemelerde de yaşadık. “Ben kaldırdım, ben veto ettim” diyor. Hatırlarsan, üniversite sınavıyla ilgili de 1 hafta geriye aldı… Bu da aslında demin söylediğim saçmalığın parçası. Böyle bir şey mi olur? Sonuçta bundan “Aman Cumhurbaşkanı sonunda doğru olanı yaptı” diyerek, işin yapılma biçiminin son derece sorunlu olduğunu saklayamazsınız. Tam tersi bunu yaparak Recep Tayyip Erdoğan’a bir tür pozitif bir şey sağlayabilirsiniz, ama sistemin kendisine büyük bir negatiflik üretmiş olursunuz. Çünkü sürecin karar alma aşamalarının hepsini… ki Süleyman Soylu’nun istifası meselesinde, hatırlarsan Soylu’nun istifa metninde, “Ben uygulama kararının değil, uygulama sorumluluğunun yükünü alarak istifa ediyorum” demişti. Yani aslında “Bu kararı başkaları aldı, tamam, ben uygulama hatasını üstüme alayım” anlamına gelebilecek şeyler söylemişti. Dolayısıyla bu meselenin hiçbir tarafından, sonunda dediğin gibi “Teşekkürler Erdoğan!” dense de, bu sistemin mükemmel işlediği, iyi yönetimin bir anahtarı olduğu sonucu çıkması imkânsız.
Ama daha önemli bir şey var: Hem bu keyfi yasaklamalar, hem daha önce bir gece, “Size ansızın yasakladık, iki saat sonra eve kapanıyorsunuz” denilip, insanların büyük bir paniğe sevk edilmesi olayında olduğu gibi… Çünkü bir sürü insanın planlamaları, belki yolculuğa çıkacağı, belki ona göre bir düzenleme yapacağı, esnafından tut bir sürü insanın hayatıyla ilgili çok kritik kararları etkileyebilecek bir şeyi, “Öyleydi, yok öyle değildi, şimdi ben değiştirdim” diye 48 saat içerisinde bir keyfîlik içerisinde yapabilmek… Belli bir yaşın üzerindeki insanları sorgusuz sualsiz, bilimsel, hukukî hiçbir dayanağı olmadan eve kapatmak gibi işlerin yapılabilir olması, yapılmasının sonucunda bir tepkinin oluşmaması, hatta söylediğin gibi bundan saçma sapan faydalar çıkartılıp, sanki bu Erdoğan’ın bir lütfuymuş gibi davranılması… İnsanların gündelik hayatını normal bir biçimde sürdürebilmesi bir insanın lütfuna bağlı olabilir mi? Bunu iddia etmek, kısa vâdede “Evet, Erdoğan bizim için iyi bir şey yaptı” olur, ama bunu yaratan sistemin kendisi her zaman sorundur. Yani bu kaçıncı olay? Ekonomide yaşananları bir kenara bırakalım, dış politikada yaşananları bir kenara bırakalım, hepsini bir kenara bırakalım; sadece şu korona vakasında ve krizinde, maske olayından sokağa çıkma yasaklarına, test meselesinden Bilim Kurulu’nun fonksiyonlarına kadar hemen her şeyde, sistemin, patlaya patlaya ve insanları son derece sorunlu, eziyetli süreçlere sokmasına tanık olduk. Bence bu, bir sistem sorunu olarak bir şeyi çok belirgin gösteriyor; ama daha sorunlu olan şey, bunun bir sistem sorunu olarak tartışılmıyor olması. Yani bunu genel olarak sadece seçmen böyle algılamıyor ya da buna bir tepki gelişmiyor diye söylemiyorum; muhalefet de bu konuda bir şey yapmıyor. Bu, akıl alır bir şey değil, bu kabul edilebilir bir şey değil. Bugün yaptığın yayında muhtemelen sen de bu noktalara işaret etmişsindir, ama bana iki tarafı da sorunlu geliyor.
Çakır: Evet, zaten ben de “Yaptığı bütün hatalar, fiyaskolar yanına kâr kalıyor. Hatta buradan bir tür propaganda bile üretebiliyor” demiştim. Normal şartlarda, bu kadar ciddi bir konuda bu kadar vahim bir hata, iktidarı ciddi bir şekilde zor durumda bırakması gerekir; ama bir şekilde olmuyor.
Bir diğer husus da normalleşme meselesiyle ilgili olarak, dikkat edersen Erdoğan’ın attığı tweet’lerin ilkinde şöyle bir husus vardı: “Vakalar 700 küsurlara inmişti, ama son günlerde tekrar 1000’lere doğru yükselmeye başladı. Bundan dolayı sokağa çıkma kısıtlamasını tekrar gündeme aldık.” Şimdi bu, rasyonel bir akıl yürütme. Ama şimdi “Bundan mütevellit karar aldık, ama sonra, gelen tepkiler nedeniyle karardan vazgeçtik; iptal ettim” diyen bir Erdoğan var. Bir de zaten orada şöyle bir şey var: İlan edildi, kimin ettiği belli değil. Ama “İptal ettim”, “Ben iptal ettim”. “Birileri ilan etti, ama ben iptal ettim.” Ama şimdi olay ortada duruyor. Bütün bu normalleşme durumuna rağmen, rakamlar, en azından vaka rakamları çok da fazla inmiyor. Çok şükür vefat rakamlarında az bir rakamdayız, ama Erdoğan’ın da söylediği gibi, 1000’e yakın bir vaka olayı var ve koronavirüs vakası hâlâ Türkiye’nin ciddi bir şekilde gündeminde. Sokağa çıkma yasağı tartışmasını bir kenara koyalım, şu haliyle neredeyse bütün alanlarda, toplu taşımadan birçok şeye kadar, bayağı bir normalleşme var. Toplu taşımadan fotoğraflar görmüşsündür. Uçak fotoğraflarında insanlar yan yana oturuyor. Maskeliler, ama yan yanalar. Bu çok riskli bir alan değil mi? Şu âna kadar korkulanın olmaması, bundan sonra… Mesela İran’da yaşanan en son olayı biliyorsun, vaka sayılarında birdenbire acayip bir patlama oldu. Şu anda bütün Türkiye’nin önünde böyle bir risk yok mu?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Can: Evet, zaten bunun bilimsel verilerine sahip değiliz. Ama senin de söylediğin gibi kendi açıklamalarında zaten bu çelişkiyi görüyoruz. Yani bunun gereği yoktu ise, insanları lüzumsuz bir eziyete soktularsa, bu süreç nasıl işledi ve bu kararı nasıl verdiler? Çünkü Sağlık Bakanı da “Artık sokağa çıkma yasağına gerek yok” demişti. O rakamları dikkate alarak bunun uyarısını yapacak merciin de Sağlık Bakanlığı ve Bilim Kurulu olması beklenir. Sonra, İçişleri Bakanlığı böyle bir lüzum görmüş. Peki, ondan sonra bu lüzum ortadan kalkmış? Dolayısıyla, 48 saatin içine giren bu 3 açıklamanın mesnedi, dayanakları ve iddiaları, birbirini eziyor. Sadece sonuç ezmiyor; bu sonuca varma yollarıyla ilgili söyledikleri şeyler de birbirini eziyor. Dolayısıyla, sürekli bir karmaşanın içinde oldukları ya da daha fenası, bütün dünyanın ve Türkiye’nin, birtakım keyfî uygulamalarla, bilimsel ve toplumsal bir deneyin aracı haline sokuldukları. Yani bir öyle yapıyorlar, bakıyorlar, o öyle olmazsa böyle yapalım. Hatırlarsan, bu İngiltere’de de yaşandı: “Yok, sürü bağışıklığı deneyeceğiz”, “Yok olmadı, tam öyle değilmiş”, “Bir dakika, öbür türlü yapalım şimdi”. İsveç’te benzer bir şey oldu. Amerika’da önce “Yok öyle bir şey”den başlayan, ama bugüne gelen tabloyu gördük. Dolayısıyla ağır bir keyfîlik içerisinde ve kendi içinde de bir tutarlılık arayışı olmayan… Yani şöyle bir şey olur: “Kardeşim, reaksiyon yok”. Son derece sert önlemlerle gidiyor. Böyle bir tercih kullanıyor. Öyle değil. Ya da, mümkün olan en az kapatmayla, normale en yakın biçimde süreci yürütmek istiyor. Öyle de değil. Bir o, bir öbürü. Söylediğin gibi, kendi gerekçeleri birbirini ezerek yürüyen bir sürecin içerisindeyiz.
Çakır: Bunu önümüzdeki hafta “Haftaya Bakış”a geldiğimizde konuşalım; rakamlar üzerinde konuşmaya daha bir elverişli olacak. Umarım son günlerde yaşanan artış yerine, vaka sayılarında bir düşüş yaşanır da bir normalleşme olur. Çünkü hakikaten herkes bir şekilde, bir yerinden istiyor. Biz de, az kişi de olsak, stüdyoya geldik; çünkü hayat bir şekilde devam ediyor.
Bu milletvekilleri meselesini konuşalım. Normalde çok büyük bir olay, ama nedense birçok olayda olduğu gibi tepkiler çok sınırlı kaldı. 3 milletvekili: HDP’den Musa Farisoğulları ve Leyla Güven, CHP’den Enis Berberoğlu, cezaları kesinleşmiş. Fezlekeler okundu, milletvekillikleri düştü ve sonra gözaltına alınıp tutuklandılar. Muhalefet partileri bunu “darbe” olarak tanımladı; açıkçası ben de öyle tanımlıyorum. Bugün DEVA Partisi’nin bir açıklaması vardı: Daha önce, Engin Alan ve Kemal Aktaş hakkındaki Meclis uygulamaları örneğini hatırlattı; onların fezlekeleri yasama yılının sonuna kadar bekletilmişti. Normal şartlarda, seçilmiş olan milletvekillerinin… Çünkü vekiller hakkında mahkemece verilen kesinleşmiş karar, Meclis Genel Kurulu’nda okunduğu anda bitiyor ve bu Başkanlık Divanı’nın tasarrufunda bir mesele. Tabii ki bu anlamıyla baktığın zaman, belli ki siyasî bir karar. Meclis Başkanlığı, belli ki Cumhurbaşkanı’ndan gelen talimatla ya da bir işaretle bunları okudu. Enis Berberoğlu, Musa Farisoğulları ve Leyla Güven’in vekillikleri düşürüldü. Tabii Enis Berberoğlu ayrı bir olay. Ama diğer ikisi zaten KCK’dan ceza almışlardı. Bu, iktidar koalisyonunun, “beka” söylemiyle de çok alâkalı bir şey ve belli ki radikal beka söylemini tekrar ciddi bir şekilde yaşayacağız. Bu sert politika, bunun bir nevi girizgâhı gibi ve devamı da başka şekillerde gelecektir. HDP’li milletvekillerine ve HDP’ye yönelik bir yığın uygulama ve engel zaten söz konusu. Açıkçası HDP de burada bir şeyler söylüyor, ama bir şeyler söylemenin ötesinde, etkili olabilme, tüm Türkiye’nin dikkatini çekebilme kapasitesini ya da yeteneğini bir süredir kaybetmiş durumda. Tüm Türkiye’nin ötesinde, kendi tabanını bile mobilize etmek konusunda HDP’nin de bir sorunu var, bunu ayrıca gördük diye düşünüyorum, ne dersin?
Can: Evet, HDP’liler Kızılay’a yürümeye kalktılar ve milletvekillerini tartaklayan polisleri bir kez daha gördük. Dolayısıyla, HDP, kendi tabanı değil, yasal koruma altındaki milletvekillerini bile sokağa çıkardığında büyük bir şiddet görüyor. Bunu da düşünmek lâzım.
Bu meselede birkaç boyut var: Bir tanesi, dediğin gibi hukukî ve idarî boyutu var. Bu konunun zaten 4,5 aydır bekletilen bir tarafı da var. Bu fezlekelerin siyasî bir kararla gündeme getirildiği çok açık. Bunların arkasına gerekçe olarak takılan hukukî kılıflar da sorunlu. Çünkü bahsettiğin KCK davası meselesinin savcıları, tıpkı Gezi Davası ve Osman Kavala davalarında olduğu gibi, o davayı açan bütün savcılar ve o davayı yürüten bütün hâkimler, o kararı üreten yargı mensuplarının tamamı, Cemaat mensubu oldukları gerekçesiyle şu anda mahkûm olmuş durumdalar ve ya hapisteler, ya firarîler. Hatta o davanın bir komplo olduğu konusunda da AKP’li yetkili isimlerin birtakım açıklamaları var. Dolayısıyla mesnet olarak kurulan hukukî zemin de sorunlu. Tıpkı Gezi Davası’nda olduğu gibi, onların mahkûmiyeti yeniden kıymetlendirilmiş bir davaya dayandırılıyor. Ayrıca, Leyla Güven’in, tamamlaması gereken 2 ay gibi son derece kısa bir mahkûmiyeti var. Dolayısıyla bu, kolaylıkla denetimli serbestlikle geçilebilecek bir şeyken, biraz gösterili bir hamleyle tutuklanmaya çalışılıyor. Dediğin gibi Enis Berberoğlu meselesi zaten, hani neredeyse Erdoğan’ın kişisel meselesi haline dönüşmüş bir şeyin uzantısı.
Bütün bunları bir araya koyduğumuzda bunun net bir siyasî karar olduğu çok açık. Bunu saklayan, gizleyen de yok aslında. “Hukukî prosedür işliyor” lâfları tamamen durumu idare etmeye dönük. Tam tersine, bu, açıkça talimatı verilmiş bir şey. Devlet Bahçeli tarafından da, Erdoğan tarafından da “Bu fezlekeler işleme konacak” bir vaat, hatta talimat olarak gündeme getirilmişti. Dolayısıyla bu bir süreç. Bugün sosyal medyada bazı kulis bilgileri de yazılıp çizildi: “Artık yeni bir dönem başlıyor, 4 Haziran kritik bir dönemeç, bu fezlekeler meselesi bir başlangıçtır” diye AK Parti kulislerinde birtakım lâflar dolaştığı anlatılıyor. İşin bu tarafı, bir mesele.
İkinci tarafı ise: Çok yakın bir zamanda darbe tartışmaları yaşandı. Fol yok yumurta yokken, biraz uydurulmuş gerekçelere dayandırılarak, söylenmemiş sözlere bindirilerek, bir darbe tartışması köpürtüldü. Ama senin de biraz önce adını koyduğun gibi, aslında, çok açık bir darbe süreci de işletiliyor. Yalan darbe tartışması, gerçekte işleyen darbe sürecini de bir tür gölgeliyor, onu görünmez kılıyor. Bu nedir? Yerel yönetimler sürecinde başlatılan, kayyum hamleleriyle mevcut yerel yönetimlerin iş yapamaz hale getirilmesiyle, yine bu korona sürecinde gördüğümüz gibi, hukuk dışı bazı uygulamalarla yaptıkları işlemler durdurularak, hukuk dışı müdahaleler yapılarak yürütülen darbe, doğrudan Meclis’e de yansıyan ve seçilmişleri, zorlama hukukî yorumlarla ya da “milli irade” diye tarifi edilen şeyin sadece iktidarın onayladığı çerçevede geçerli olduğu, kendisinin seçilmediği hiçbir seçimin meşrû sayılmadığı, kendisinin yapmadığı darbelerin sorun olduğu bir vasat yaratıyor iktidar. Yani iktidarın bugün Türkiye’nin önüne koyduğu şey şu: “Benim iktidarda olmam dışında bir şey istemek, darbedir. Benim seçilmediğim seçimler geçersizdir”. Çok uçlaştıran bir şey söylüyorum, ama kurduğu temel algı bu. Senin isimlendirdiğin gibi, bir tür kendi sivil darbesini ilerletiyor, genişletiyor, buna reaksiyon verilmemesini de sağlayarak adımlarını büyütüyor. Öbür taraftan da, ister belediyeler, ister milletvekilleri bazında, kendi onayı ya da memnuniyeti olmayan her türlü siyasî iradeyi yok saymak, kayyum hamleleri ya da bu fezleke darbeleri gibi yollarla tamamen ortadan kaldırmanın zeminini oluşturuyor.
Çakır: Başka bir boyutu da, sanki muhalefeti parçalamak. Çünkü işin içine HDP girdiği zaman muhalefette hemen bir sakınım, bir refleks var. Mesela CHP’lilerin yaptığı açıklamalara bakıyorsun: Üç kişinin başına iş gelmiş, bir tek kendi insanını, Enis Berberoğlu’nu söylüyorlar. Mesela Enis Berberoğlu’nun kendisi de çıktı ve diğerlerinden bahsetmedi bildiğim kadarıyla. “Demokrasi için CHP bedel öder.” Tamam, CHP bedel ödüyor olabilir, ama tek başına ödemiyor. Zaten bu ittifakın bir parçası olarak İYİ Parti’den de bir şey yok. Bu, aynı zamanda, bence muhalefetteki ittifakı da kontrpiyede bırakmanın bir hamlesi oldu ve çok da başarısız olduğu söylenemez. Çünkü burada bir kenetlenme görmedik: Muhalefet cephesi, “Ne olursa olsun, hangi partiden olursa olsun, böyle bir şey kabul edilemez” diye çıkmadı karşımıza. Ayrı ayrı, belki CHP’liler ve HDP’liler Meclis’te o anda birlikte bağırdılar, ama özellikle CHP, kendi milletvekillerini ayrı ve tek olarak ele almaya dikkat etti. İYİ Parti’nin çok ciddi bir tepkisini görmedim. Meral Akşener bu sabah Fox TV’deydi, bu konuya nasıl değindi bilmiyorum ama bir çıkışı olsa herhalde dikkatimizi çekerdi. Böyle de bir boyutu var. Zaten, iktidarın HDP’yi katarak yaptığı her hamle, beka üzerine kurduğu her hamlesi, taktiği, stratejisi esas olarak, muhalefetteki bir arada olma imkânlarını torpillemeyi de hedefliyor ve bu olayda da olduğu gibi kimi durumda çok da başarısız olduğu söylenemez.
Can: Evet, söylediğin örnekler çok bâriz örnekler. Kılıçdaroğlu’nun açıklamasında da, resmî olan açıklamaların çoğunda bir tür… Zaten bunların bir arada, bir paket olarak yapılması, tam da bu problemi göstermek için. Yani iktidarın, dediğin o işlevi yerine getirmesi için bu olayı bir paket olarak, aynı anda ikisini birden; hem HDP’li milletvekillerini hem Enis Berberoğlu’nu gündeme getirip, dolayısıyla burada farklı davranıldığını ve birlikte davranma, birlikte direnme konusunda bir ortaklık, bir ilkesel tutum oluşmayacağını, hem kendi tarafına bir güvence olarak göstermek… Çünkü son günlerde, muhalefet bloku meselesi, anketler üzerinden çok konuşuluyor. İktidarın toplamının kaybettiği oy, aslında kendi seçmenine şunu demiş oluyor: Kendi tarafına “Karşımda beni geçmiş görünen blok, blok değil”i göstermeye yarıyor. Muhalefet tarafına da “Siz, ‘birlikteyiz, iktidar karşısında birlikte davranıyoruz’ diyorsunuz; ama sizin birlikteliğinizin çapı, derinliği, etkisi nedir?” meselesini çok bâriz bir biçimde gösteriyor. Burada, daha önceki dokunulmazlık tartışmalarında, Kılıçdaroğlu’nun “Bizim aleyhimize kullanılır, anayasaya aykırı ama biz buna ‘evet’ diyeceğiz” meselesinin bir tür tekrarı sağlanıyor aslında. Bu “Bizim aleyhimize kullanılabilir” yaklaşımının bir kalkan olmadığı, aleyhe kullanılabilir gibi olan şeyden sakınmanın, son derece ilkesel davranıştan bu nedenle sakınmanın hiçbir koruyuculuk getirmediğini de CHP’liler öğreniyorlar: Hem belediyelerde kayyum meselesine itiraz etmemenin kendi belediyelerine nasıl döndüğünü gördüler. Hem de milletvekilleri meselesinde dokunulmazlık tavrının şimdi kendi milletvekillerine nasıl döndüğünü görüyorlar. Bundan sakınmaya yaramadığını, bunun kendilerini herhangi bir şeyden korumadığını, eğer iddia edildiği gibi birtakım mesnetsiz suçlamaların aracı yapılacaksa, ondan bile korumadığını defaatle görüyorlar. Dediğin gibi, bu hal, her seferinde aynı sonucu veriyor olmasına rağmen hâlâ değiştirilemeyen bu tavır, iktidar açısından faydalandığı bir kullanışlılık yaratıyor. Ama şöyle bir tarafı da var: Bunu kullanırken, muhalefeti böyle bir açmazın içine iterken, muhalefet aktörlerini, hem CHP’yi, hem biraz önce işaret ettiğin gibi İYİ Parti’yi de başka bir denkleme zorluyor. İYİ Parti, sürekli CHP’yi bir tür teste sokmanın, kendi pozisyonunu kuvvetlendireceği iddiasında, ama bunun olacağını düşünmüyorum. “İyi o zaman, sürekli tarafınızı seçin, kimin daha önemli olduğuna karar verin” diye CHP’yi zorlayan İYİ Parti’ye, CHP yarın dönüp “O zaman sen seç bakalım, hangisini seçiyorsun, hangisi senin için daha önemli? İktidarın iddia ettiği hassasiyetler mi, bizim iddia ettiğimiz demokrasi ilkeleri mi?” dese, o seçim noktasında o hangi açmazda kalır? Siyasîlerin birbirlerini sürekli açmaza zorlama hamleleri, son derece riskli hamleler.
Çakır: Bir şey söylemek istiyorum. İYİ Parti’nin, HDP üzerinden yaptığı açıklamalar, Sırrı Süreyya Önder’in cevabı filan o dönemde, güvendiğim birtakım kaynaklardan şunu duydum: İYİ Parti’nin taban ve teşkilatlarından Genel Merkez’e, bu konuda “Ne gerek var, neden bunlarla bu kadar şey uğraşıyoruz?” gibi bir rahatsızlık dile getirilmiş. Bu muhalefet ittifakı görüntüsünün çatırdıyor olmasından, kendi partilerinin, teşkilatlarının da rahatsız olduğu yolunda birtakım şeyler duydum — ki bu anlamda kaynaklarıma güveniyorum. Yani çok asılsız olduğunu sanmıyorum.
Can: Evet. Ben de katkı olarak söyleyeyim, MetroPoll’ün son araştırmasındaki Erdoğan’a destek, Erdoğan’ın görev onayı meselesinde, İYİ Parti seçmeni, CHP seçmeninin yarısı kadar Erdoğan’a güveniyor. CHP seçmeninin yüzde 22’si Erdoğan’a görev onayı verirken, İYİ Parti’de bu oran yüzde 11. Dolayısıyla, İYİ Parti seçmeninin, iktidar ve özellikle de Erdoğan alerjisi CHP’lilerden bile yüksek. Dolayısıyla o tür bir “iki koltuk arasında oturma” meselesinde daha büyük riske giren ve kendi tabanından daha büyük reaksiyon alacak olanın İYİ Parti olma ihtimali, hiç küçük değil. Seni teyit etmek için söylüyorum.
Çakır: Şimdi bu milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve tutuklanmaları…, aslında dokunulmazlık kaldırmanın da ötesinde, milletvekillikleri de bitirildi. Tutuklandılar. Bütün olabilecek en uç noktalara gitti. Bizim yine seninle daha önce yaptığımız yayında konuştuğumuz ve iktidarın son seçeneklerinden, kozlarından, “Ayasofya meselesi” tekrar masada. Siyasî Partiler Kanunu üzerinde ve seçim sisteminde birtakım ciddi değişiklikler yapma, milletvekili transfer yasakları — ki bu özellikle DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’nin önünü kesmek için düşünülüyor. Bütün bunları bir araya getirince, benim konuşulmasını çok sevdiğim o “erken seçim/baskın seçim” hikâyesini tekrar gündeme getiriyor sanki. Mesela, Siyasî Partiler Kanunu üzerinde bu kadar aceleci ve ısrarlı olmalarının nedeni ne olabilir? Normal şartlarda seçim eğer 2023’te olacaksa, bu transfer yasağı, şu, bu neden? Transfer seçeneği sadece seçime girebilmeleri için söz konusu, daha önce İYİ Parti’de olduğu gibi. Bu Ayasofya meselesi tamamen bir seçim yatırımı. Bir de orada dikkatini çekmiştir: Erdoğan “Millete soralım” demiş. Kulis haberi, ama herhalde doğru bir haber. Ayasofya meselesini pekâlâ bir halk oylaması konusu bile yapabilir sanki. Çünkü çok kolay bir mevzu ve kaybetme ihtimalinin olacağını sanmıyorum. Mesela “Ayasofya ibadete açılsın mı?” diye bir halk oylaması yapılacak olsa, çok net bir şekilde “Hayır, yapılmasın” diyecek bir muhalefet olabilir mi, çok kestiremiyorum. İYİ Parti de herhalde karşı çıkmayacaktır, Saadet Partisi zaten karşı çıkmayacaktır. Onu öyle bir şekilde, Ayasofya’yı, bir Cumhurbaşkanlığı kararıyla vs. ibadete açmak değil de, bir referandum, bir halk oylaması şeklinde gündeme getirerek belki bir şey yapmak isteyebilir. Bütün bunlar sanki bir seçim havası yaratıyor gibi. Bunu bir idefiks, sabit fikir haline getirdiğim için söylemiyorum. “Her şey bana çalışıyor” deyip, “Sen nasıl düşünüyorsun?” diye sorayım. “Kesinlikle seçim olmayacak, ama yine de bunları yapmak istiyor” diye mi düşünüyorsun?
Can: Evet. Ben zaten yazdım da. Açıkçası, ben pek seçim olacak izleniminde değilim. Olan şeyler, seçim malzemesi yapılabilecek şeyler, ama seçim malzemesi yapılacak temaların çok önde olması, çok kullanılıyor olması, seçimin yapılacağı anlamına gelmiyor. Tam tersine, ben bunun daha çok, muhalefet tarafından, bu bütün anketlerin gösterdiği sayısal kaybın, herkesin odaklandığı durumu değiştirilmek için yapıldığını düşünüyorum. Yani iktidarın, seçimin isteyen tarafı görünmeyi sağlayarak, seçimi kendisi üzerindeki bir baskı olmaktan çıkarmayı seçtiğini düşünüyorum.
Çakır: “Korkmuyoruz” havası yaratmak, diyorsun.
Can: Evet. “Bizim malzememiz var, bizim gücümüz var,” hatta istiyormuş havası yaratarak… Bazen bu gündelik hayatta da böyledir ya, sen çok olmasını istemediğin bir şeyi, çok istiyormuş gibi davranarak da durdurabilirsin. Bu, insanların birbirleriyle ilişkilerinde de kullanılabilen bir şeydir. Bu ihtimalin de az olmadığı fikrindeyim. Seçim fikrini kontrol etmeyi istiyorlar, o açık.
Çakır: Fahrettin Altun’un anketler konusunda yaptığı sosyal medya paylaşımı da sanki bunun bir başka şeyi. Ama belli ki, konuşulan anketlerden ciddi bir rahatsızlık var. Çünkü şu âna kadar benim duyduğum şeylerin içerisinde, iktidarın hoşuna gidebilecek herhangi bir kamuoyu yoklaması karşıma çıkmadı açıkçası. Şimdi bu noktada, senin bu demin bahsettiğin MetroPoll araştırmasındaki popülerlik ve onay meselesinde ilginç bir sıralama var. Biliyorsun, dün Murat Yetkin’le yaptığımız yayında da bunu konuştum. Recep Tayyip Erdoğan, Mansur Yavaş, Süleyman Soylu, Ekrem İmamoğlu ve Hulusi Akar. Böyle ilginç bir sıralama var. Süleyman Soylu’nun 3. sırada olduğu, Ekrem İmamoğlu’nun 4’e gerilemiş olduğu, Hulusi Akar’ın da bir şekilde gündeme geldiği bir sıralama. Tabii bu bir kamuoyu araştırması, ama yine de üzerinde konuşmaya değer. Açıkçası, Süleyman Soylu’nun o kadar popüler olabilmesi beni biraz şaşırtıyor. Ama kiminle konuşsam, çok normal olduğunu söylüyorlar. Tabii birçok ayrıntı var, ama beni en çok ilgilendiren açıkçası mesela buradaki Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu’nun yer değiştirmiş olmaları. Dikkat edersen Mansur Yavaş, artık son günlerde çok fazla popüler değil. Bir ara, salgının ilk dönemlerinde çok popülerdi; şu günlerde hakkında pek haber de çıkmıyor. Kendisi de sosyal medyada çok etkili bir şekilde çıkmıyor. Ama ilginç bir olay var: Murat’a onu sordum, bir şeyler söyledi ama ben de tam ikna olabilmiş değilim. Ekrem İmamoğlu bir zamanlar çok yüksek olan popülaritesini niye muhafaza edemiyor mesela? Aslında bu başlı başına bir yayın konusu bile olabilir.
Can: Bence, bu popülarite meseleleri, gündemde konuşulurlukla çok ilgili. İş hakikaten bir seçim meselesine geldiğinde, tıpkı bu Süleyman Soylu meselesinde senin de yaptığın yayınlarda filan konuştuğunuz gibi, bir popülarite elde edebiliyorsunuz. Ama bunun kalıcı bir siyasî güce dönüşüp dönüşmeyeceği başka dinamiklere bağlı. Bu siyasî aktörlerin dikkat çekmesi de biraz böyle bir şey. Yani Ekrem İmamoğlu’nun popülaritesinin yüksek olması veya giderek zayıflaması meselesinde, bence, seçenek olarak bir sonuç üretebilme yeteneğiyle ilgili. İnsanlar şöyle bir şeye bakıyor: Atıyorum, muhalefet kesimindeyse, “Erdoğan’ın karşısına çıkıp, kazanabilir olan kim?” Muhalefet açısından popülariteyi belirleyen şey, onu özel olarak beğeniyor olup olmaması değil, yapabilirlik kapasitesi. Yani Erdoğan’ın yüksek popülaritesinin arkasında, onu beğenmek, onun doğru şeyler yaptığına inanmak kadar, onun kazanacağına inanmak meselesi de belirleyici.
Çakır: Desteklemese bile, “Kazanır” diyen var.
Can: Evet. Dolayısıyla burada o etki çok belirleyici. Yani o sıralamada öne çıkan isimlerde de bu belirleyici oluyor. Ama iş sahiden öyle bir seçmeye geldiğinde, bu nasıl sonuç verir? Süleyman Soylu meselesinde seninle ortak düşündüğümüz, yani, “Bu hakikaten bir politik güce dönüşür mü?” tartışması bu yüzden çıkıyor. Çünkü bir seçenek olarak düşünmekle, onu oldurmak arasında farklı dinamikler işliyor. Seçim lâfı çok dolaşıyor ve sen de konuşmayı çok seviyorsun, ama henüz seçimin kendisi net biçimde ve taraflarıyla önümüze gelmeden, popülerlik sıralamalarına hep ihtiyatla bakmak gerektiği kanaatindeyim.
Çakır: Can Kozanoğlu ile yaptığımız yayını izledin mi?
Can: İzledim, evet.
Çakır: Can yine müthişti. Orada, özellikle “Gittiği yeri kurutan kalabalıklar”dan, prekaryadan bahsetti ki çok isabetli. Bak çok ilginç, orada yayın sırasında aklıma gelmedi: Mesela, Süleyman Soylu olayında da sanki öyle bir şey olabilirmiş gibi bir hava var. Süleyman Soylu da sosyal medyada çok öne çıktı, sahiplenildi; ama sürdürülüp sürdürülemeyeceği konusu, o destek veren kesimlerin, gerçek hayatta neyi ne kadar değiştirebildiğiyle ilgili bir husus. Mesela Can’ın anlattığı Muharrem İnce’nin başına gelenler –gerçi, o daha çok Ali Babacan sorusu üzerine buna cevap vermişti– sanki Süleyman Soylu ve daha birçok kişide de, bu tür gürültü çıkaran, siyasî aktörü havaya sokan, ama sonra en ufak bir şeyde de onu yapayalnız bırakabilen bir kalabalık var sanki.
Can: Evet, var ama bu tek blok değil. Bu, artık siyasî pozisyonların iyice ayrıştığı bir tabloda, bu popülizm ve kutuplaştırmanın çok daha kimlik siyasetinin önde olduğu, siyasî pozisyonların biraz taraftarlık gibi olduğu bir zeminde, bunlar çok karışıyor ve hemen her destek çevresinde bu tür öbekler var. Çok uzun süre “kararlılığını” sürdüren, belirli bir tarzı zorlayan, ama çok kolay bir şekilde de onu terk edebilecek bloklar oluşmuş durumda. Can Kozanoğlu’nun bahsettiği “Gaz veren ve sonra da sonuçsuz bırakan kalabalıklar” meselesi, siyaset yapma biçiminde herkes buna bir ölçüde katıldığı için, herkesi kuşatan bir risk olarak duruyor.
Ama şöyle bir durum söz konusu: Amerika’da da yaşanıyor: Bir polis bir siyahı herkesin ve kameraların gözü önünde boğuyor ve öldürüyor. Binlerce, milyonlarca insan bunu protesto ediyor. Bu protestolara en sakil biçimde karşılık veren Başkan’ın bundan fayda ve avantaj elde edebileceğini konuşuyoruz. Denklemin tuhaflığını görüyor musun? Yani çok açık bir biçimde böyle bir şey tarif edildiğinde ne olması beklenir? Mevcut yönetim bundan zarar görür. Ama senin “Transatlantik” yayınlarında da, Amerika’yla yapılan çeşitli bağlantılarda da konuşan bir sürü insan, Trump’ın bunun karşısında gelişen reaksiyonu kendi avantajına ve lehine çevirebileceği bir süreç başlatabileceğini de söylüyor. İşte bu, o tuhaf kalabalıklar sayesinde mümkün oluyor. Bu siyasî zeminin kendisi, dolayısıyla aktörleri değil, belki yönetimleri bile değil, bu vasatı önüne koyan bir siyasî bakışla ya da muhalefet diliyle, sonuç almak mümkün.
Çakır: Kemal, burada noktayı koyalım. Kemal Can ile birlikte yaptığımız “Haftaya Bakış”ı sonlandırıyoruz. İzleyicilere çok teşekkür ediyoruz. İyi günler.