Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (46): Bahçeli’den Akşener’e yeni davet, Demirtaş tahliye olur mu? Çıplak arama iddiaları

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın olaylarını değerlendireceğiz. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba, Ruşen.

Çakır: Tabii ki bu haftanın en önemli olayı, Selahattin Demirtaş’la ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararıydı. Onu konuşacağız; ama önce, seninle en favori konumuz ve siyasetçimiz Devlet Bahçeli’den başlayalım: Devlet Bahçeli, il başkanları toplantısı sonrasında yaptığı konuşmada Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala konusuna değindi. Ama bence en câzip kısmı, Meral Akşener’e, “Dön evine, artık bitsin bu çile” diye bir kez daha bir çağrı yapmasıydı. Biliyorsun, Meral Akşener’le yaptığım yayında da kendisine bu konuyu sormuştum. Başkaları da sormuştu. Kapı aralık değil, ama Bahçeli ısrarla bu çağrıyı yapıyor. Bu çağrı, aslında Meral Akşener’e ve partisine bir güç atfetmek oluyor. “Sen orada kötü durumdasın, gel seni kurtaralım” gibi bir hava vermek istiyorsa da onu yapamıyor. Aslında “Gel bizi kurtar” çağrısı yapıyor, öyle değil mi? Bu da çok akıl kârı bir şey değil. İlk çağrısını yaptı ve reddedildi. İkincisini yapması garip. Ya ben bir şeyi yanlış yorumluyorum, ya da Bahçeli bir yanlışta ısrar ediyor. Sen ne düşünüyorsun?

Can: Bahçeli’nin, hem bu reform meselesinde Erdoğan’a ve iktidara dönük çıkışlarında, hem de bu çıkışında, kendi dışındaki aktörlerin, zamana yayılmış ve biraz daha rahat hareket edebildikleri alanları daraltmayı tercih ediyor. Daha önceki tavırlarında da bunu görüyoruz.  Bahçeli’nin politik çıkışları, genellikle zamana ilişkin. Yani hiçbir şeyin zamana yayılmasına izin vermeyen, herkesin tavrını ve pozisyonunu netleştirmeye zorlanması üzerine kurulu; herkesin böyle davranmasını isteyen bir tarzı var. İster bu reform meselesinde “Erdoğan’a gönderdiği mesajlar” diye yorumlananlar için bakalım, ister Akşener için tekrar ettiği çağrısı için düşünelim, aynı sonuç çıkıyor. Bahçeli, bütün çıkışlarında, hiçbir şeyin zamana bırakılmasına izin vermek istemiyor. Bu, Erdoğan için de geçerli, Akşener için de geçerli. Hatta hatırlarsan, Numan Kurtulmuş’un çıkışının ardından yaptığı açıklamada, açıkça “Herkes tarafını seçsin ve kararını versin. Öyle, ‘duruma bir bakalım’ olmaz. Herkes pozisyonunu netleştirsin” demişti. Bahçeli’nin hem iktidardaki konumu hem de muhalefet üzerinde yaratmak istediği etkinin özelliği bence bu. O çıkışlarının hepsinin de, neye varmak istediğinden çok, zamanı nasıl kullanmak istediğiyle ilgisi var.

Çakır: Burada şöyle bir fark var ama: Diğerlerine yönelik, doğrudan ya da dolaylı olarak verdiği mesajlar, mesela Kılıçdaroğlu’na seslenirken ya da HDP hakkında verdiği mesajların hepsi çok sert ve antipatik. “HDP kapatılsın!” “CHP bir milli güvenlik sorunudur!” mesajları son derece sert. Ama Meral Akşener’e iyi davranıyor; ondan sempatik şekilde bahsediyor. Ha, ama arada da, hakaret etmek, küçümsemek istediği zaman, “İYİ Parti” demiyor, “İP” diyor. Fakat Meral Akşener’e yönelik cümleleri genellikle pozitif. Senin “Alan daraltmayı tercih ediyor” söylemini anlıyorum. Meral Akşener’e pozitif bir şey söylediği zaman, onun alanını daraltmak istiyor olabilir; ama ona pozitiflik atfettiği zaman, onun meşruiyet alanını da genişletiyor. Kendi tabanındaki insanların, “Devlet Bey bile Meral Hanım’ı seviyor aslında. Her şeye rağmen onu geri çağırıyor. Demek ki bu o kadar da kötü birisi değil” diye düşünmelerine yol açıyor. Benim söylemeye çalıştığım o. Bir daralma varsa bile, bence, aslında ona pâye veriyor ve onu güçlendiriyor.

Can: Evet, alanını genişletiyor, ama zamanını daraltıyor. Mesela senin röportajında Meral Akşener, Cumhur İttifakı seçeneğiyle ilgili ne düşündüğünü, olabilecek en net ifadeyle söyledi. “Cumhur İttifakı’na gidersek, bizim seçmenimiz bizi terlikle kovalar” dedi. Bir liderin, kendi seçmeniyle ilgili bu kadar net bir ifadeyle durumu açıklaması, normal olarak konunun kapanmasını gerektirir. Ama Bahçeli’nin çıkışları sayesinde konu kapanmıyor, kapanamıyor. Bugün iktidara yakın medyanın hâlâ, “Kapı aralık mı? Olur mu?” tavrını sürdürmesi… Hatırlarsan, yakın zamana kadar, İYİ Parti’nin iktidarla ortaklık seçeneği daha çok muhalefet çevrelerinde konuşulan bir şeydi. Muhalefet çevrelerinde, CHP’de, ya da nispeten muhalif basında, “Acaba böyle bir olasılık var mı? Muhalefet ittifakı çatlayabilir mi? İktidar, muhalefeti çatlatmak için oyunlar oynuyor” yorumları, daha çok bu tarafta tartışılıyordu. İlginç bir biçimde, iktidar tarafı, “Akşener kapıyı tam kapatmadı, aslında kapıyı açık tutuyor” minvalinde, bunun üzerine çeşitlemeler içeren şeyler konuşmaya başladılar. Senin dediğin gibi bir şey işliyor. Muhalefet blokunda netleşmeyi ve orada pozisyonların oluşmasını sağlayan, arkada bırakılan bir konu olmaktan, hiçbir zaman konu olamıyor bu mesele. Her zaman, tekrar ısıtılan ve muhalefet tarafında, bir tür tehdit olarak yaşanan bir şey.

Çakır: Tamam, muhalefetin içerisine, “Acaba İYİ Parti gider mi?” gibi bir kuşkuyu bırakıyor. Ama yine başta söylediğim şeye geliyoruz: Bahçeli Akşener’i ısrarla çağırınca…  Biliyorsun, Erdoğan da Bahçeli’nin ilk çağrısının arkasından Akşener’i davet etmişti. Belki bu sefer de çağrısını tekrar eder. Bahçeli’nin bu ısrarlı çağrısı, “Cumhur İttifakı’nın takviyeye ihtiyacı var ve artık tek başına kendisine güvenmiyor” duygusunu da vermiyor mu?

Can: Tabii ki veriyor. Ama mesela, Bahçeli’nin bu açıklamasından önce, Erdoğan’ın dün söylediği, “Yerli ve milli muhalefeti de inşallah biz yaratacağız” sözüne dikkat çekmek lâzım. 

Çakır: Ben bu açıklamadan ne anladım biliyor musun? “İlk seçimde kaybedeceğiz, muhalefete geçeceğiz. ‘Yerli ve milli’ olacağız” demek istedi belki de.

Can: Ama onu söylemek istese, o zaman, “Onu da biz göstereceğiz” demesi gerekirdi. “Onu yapacağız” diyor.

Çakır: “Biz muhalefette olduğumuz zaman, ‘yerli ve milli’ olacağız, merak etmeyin” demiş olabilir.

Can: Tabii, olabilir. Bu, fena bir fikir değil, bunun üzerine düşünülebilir. Muhalefet blokunu çatlatma konusunda çok fazla çaba harcandığını biliyoruz: “İYİ Parti geçer mi, kopar mı?” meselesi, HDP’yi kullanmak, hatta İYİ Parti dâhil partilerin içine giren operasyonlar yapmak… Bunların hepsi denendi. Muhalefet blokunu dağıtmak, bir seçenek olarak hâlâ üzerine uğraşılan bir şey. Ama alternatif seçenek olarak, illâ oradan bir parçayı kopartıp… Sen zaten bu seçeneği çok olası görmediğini söyleyen bir yayın yaptın bir iki gün önce. Ama muhalefeti kendisi için daha zararsız halde tutmanın arayışı, hâlâ çok mümkün bir şey. Çünkü aslında muhalefetin temel dinamikleri içerisinde saldırı odağı, ağırlıklı olarak zaten hep HDP idi. Çok yoğunlaşmış biçimde, Bahçeli’nin sözcülüğünde, CHP hedefe kondu. Muhalefet bloku içerisinde CHP ve HDP düşmanlaştırılırken, muhalefet dozlarını artırmış olmalarına rağmen, hâlâ DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’ne çok yüksek bir reaksiyon gösterilmiyor. Onlara da, İYİ Parti’ye de bir şey yapılmıyor. Aslında muhalefet blokunun içerisinde “sağ nüve” olarak özetleyebileceğimiz bir alanı, diğer muhalefet birliğinden fizikî olarak ayırıp –Cumhur İttifakı’nın terkibini değiştirmek mümkün olmasa bile–, muhalefetteki ağırlık refleksini ve temel muhalefet argümanlarını kontrol etmek gibi bir çabanın içerisinde olduklarını düşünüyorum.

Çakır: Muhalefetin merkezine, İYİ Parti’nin oturmasını, ana muhalefet konumunu CHP’nin değil de İYİ Parti’nin almasını tercih etmeleri, bir tuzak bence. Kamuoyu araştırmalarında, İYİ Parti’nin zaten bu hâliyle bile güçlendiğini görüyoruz. Böyle bir şeyin olması durumunda, gerçekten kendilerine çok ciddi bir alternatif de yaratmış olabilirler. İstersen bu konuyu çok uzatmayalım, çünkü çok spekülatif. 

Diğer konulara geçelim. Selahattin Demirtaş kararından önce, Can Dündar ile ilgili söylemek istediğin bir şey varsa söyle. Ben dünkü yayınımda biraz bahsettim. Can Dündar, ikimizin de yıllardır tanıdığı arkadaşımız, meslektaşımız. Bu karambolde kendisine bir de korkunç bir ceza verdiler. Hatta Almanya’dan istediler, ama Almanya vermeyeceğini açıkladı. Ona bir parantez açalım, sonra Selahattin Demirtaş konusuyla devam edelim.

Can: Tıpkı Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala’ya olduğu gibi, Can Dündar’a da özel bir muamele yapıldığı ve özel bir cezalandırma çabasının olduğunu görüyoruz. Bunun da bir siyasî çaba olduğunu gayet net biliyoruz. Ama daha da önemlisi, Can Dündar’ın mahkûmiyet kararı, aslında Can Dündar’dan bağımsız olarak, gazetecilik faaliyetiyle ilgili de çok önemli bir nokta hâline geliyor. Çünkü Can Dündar’ın, doğrudan haber konusu olan bir şeyle haber yapmış olmasının, bir “casusluk faaliyeti” olarak cezalandırılması ve bunun kabullenilmesi, Can Dündar’a kesilen cezadan daha başka bir anlam taşıyor; bu tarafını da gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu ülkede gazetecilik faaliyetinin suç teşkil etmesinin birçok örneklerini yaşıyoruz. Ama Can Dündar olayı, bu serinin çok sembol davalarından biriydi. Bir tür düşman hukuku işletilmesi bir tarafa, gazetecilik faaliyetine bakışı çok önemli ölçüde etkileyecek bir karar çıktı. Büyük ihtimalle bu da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde konu olacak ve muhtemelen, bu dava da Türkiye’nin aleyhine sonuçlanacak. Birçok insan, belki şu anda Can Dündar’dan bahsetmemek için, bunun bir veri olarak ortaya çıkmasına değinmiyor olabilir. Ama bu, bütün muhalif çevreler açısından ve gazetecilik faaliyetinin bütünü açısından, çok utanç verici bir tablonun artık netleşmesi anlamına geliyor. Bu tarafından da bakmak lâzım.

Çakır: Zaten işimiz zordu, her geçen gün daha da zorlaşacağının bir kanıtı olarak karşımıza çıktı. Demirtaş meselesine gelelim: Kerem Altıparmak, Avrupa nezdinde Selahattin Demirtaş’ı temsil eden avukatlardan birisi ve konuya çok hâkim. Bugün sosyal medyadaki bazı paylaşımlarını gördüm: “ ‘AİHM kararı bizi bağlamaz’ söylemleri ciddiyetsiz ve sorumsuz açıklamalardır. AİHM kararı bağlar ve bağlayacak. Bunu hep birlikte bekleyip göreceğiz” açıklamasını yaptı. Zaten Rıza Türmen gibi ya da Medyascope’ta yaptığımız yayınlarda konuşan, Marmara Üniversitesi’nden Prof. Osman Doğru gibi, uluslararası hukuku ve AİHM meselesini biraz bilen herkes, konunun bağlayıcı olduğunu söylüyor. AİHM’in “Derhal serbest bırakılsın” kararı da var. Hem HDP’liler, hem Kerem Altıparmak ve avukatlar çıkacağını söylüyorlar. Ne diyorsun, çıkacak mı? 

Bir de şu var: Buradan çıktıktan sonra, yeniden dava açarak yeniden tutuklarlar mı? Bu, işin başka bir boyutu tabii. Ama bir anlığına bile olsa, “AİHM kararını uyguluyoruz. Evet, tahliyedir” diye bir karar çıkabilir mi Türkiye’de? Tabii bunun şöyle bir versiyonu da var ki bu seçeneğe daha önce değindim: “Bu karar bizi bağlamaz” diye yüksek sesle bağırırsın, ama mahkemelere de, “Siz bize bakmayın, nasıl biliyorsanız öyle yapın” diye haber yollarsın. Sonra da, “Bakın ben o kadar karşı çıktım, ama mahkeme bıraktı. Görüyorsunuz, Türkiye hukuk devletidir” dersin. Bu seçenek var. Ama ben Erdoğan’ın bu seçeneğe razı olacağını sanmıyorum açıkçası.

Can: Bu, “seçenek” diye saydığın şeylerin hepsinin örneklerini gördük. Çok büyük bağırtı çağırtı arasında unutturularak birdenbire çıkan kararları da gördük. Hatırlarsan Erdoğan, bir savcı rolüyle kürsülere çıkıp, doğrudan insanları suçlayan, bu yetmiyormuş gibi onların mahkûmiyetini de ilân eden konuşmalar yaptı. Ama sonradan mahkemeler bunun doğru olmadığına karar verdi. Barış Akademisyenleri meselesini biliyoruz; beraat ettiler. Mesela Osman Kavala, hâlâ geçerli olan Türkiye’deki bir mahkeme kararıyla, Gezi Davası’ndan beraat etmiş birisi. Ama Erdoğan yine kürsüye çıkıp “Gezi’nin finansörü” diye konuşuyor. “AİHM bizi bağlamaz” söylemini geçtim, kendi mahkemeleri de bu iktidarı bağlamıyor. Anayasa Mahkemesi de bağlamıyor, Anayasa da bağlamıyor, yasalar da bağlamıyor. Bazen, olanı anlamaya çalışmaktan çok, olmayanı seçmek daha kolaydır ya; iktidar, tam olarak onları bağlayan şeylerin bir listesini yapsa, insanlar da ona göre bir pozisyon alsa, daha kolay ve öngörülebilir bir tablo oluşacak. Anayasa’ya bağlı değilsiniz. Yasalara bağlı değilsiniz. AİHM sizi bağlamıyor. Yerel mahkemeler kendini Anayasa Mahkemesi kararlarına bağlı hissetmiyor. Bu silsile böyle gidiyor. 

Ama burada, senin dediğin gibi çok temel bir şey var. Bu konuda, iddia edilen ya da rest havasının karşılığında, önüne gelebilecek problemlerle ilgili bir zorluk var. Çünkü ne kadar öyle söylerse söylesin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin başkanı, bir süre önce Türkiye’yi ziyarete geldi ve doğrudan bu iktidarın çeşitli temsilcileri tarafından ağırlandı. Hatta kendisi de bu yüzden yurtdışında çok ağır eleştirilere uğradı. Bunun da yapıldığını biliyoruz. Bu konu, bu kararları engellemek için yapılmış bir PR çalışması mıydı ve sonuçsuz mu kaldı? Yoksa senin dediğin gibi ya da birilerinin iddia ettiği gibi, aslında gürültüsünü çıkartıp, sonra biraz sessizlik ânında bir kararla bunu geçiştirmeye mi niyet ediliyor? Bunu bilmiyoruz. Açıkçası ben, “Mahkemeler de böyle karar vermiş” hamlesinin çok kısa vadede olabileceğini düşünmüyorum. Çünkü Erdoğan, “Dediler de yaptırdılar” görüntüsünü istemeyecektir. O razı olsa bile, hem Bahçeli’nin hem Soylu’nun çıkışlarından ve iktidara yakın medyada verilen havadan, bu zeminin çok hazırlanmadığını görüyoruz. Bunun için meseleyi unutturmak gerekir. Tıpkı rahip Brunson ve gazeteci Deniz Yücel olayında olduğu gibi, önce yüksek perdeden bir çıkış yapıp, sonra üzerine bir tür kül serpip unutturmak ve sonra birdenbire, âniden bir karar çıkartmak. Meseleyi onlar köpürttüğü için, ben çok kısa vadede böyle bir manevra beklemiyorum. Ama söylediğine de katılıyorum, ‘”Kesinlikle olmaz” diyebileceğimiz bir şey de değil. 

Çakır: Demin söylediğin sözlerin içinden, “İktidara yakın medyada verilen havadan” diye çok kışkırtıcı bir cümle yakaladım. Epeydir şöyle bir hissiyatım var: Bir süredir, iktidara yakın medyanın kamuoyu oluşturma fonksiyonu zaten büyük ölçüde aşınmıştı. Şimdi, “İktidar ne düşünüyor?” diye oraya bakıp anlama fonksiyonu da ortadan kalktı. O kadar zayıfladı ve işlevsizleşti ki… Bazı gazeteleri okuduğunda iktidarın ne düşündüğünü kolayca anlayabilirsin. Eskiden buna bakıyorduk. Ama şimdi öyle bir fonksiyonu da yok. Bunun bir nedeni Erdoğan’ın sürekli konuşuyor olması veya sözcülerinin, danışmanlarının sosyal medya üzerinde sürekli paylaşım yapması olabilir. Şu söylediğin hususta, Sabah, Hürriyet, CNNTürk, NTV veya Yeni Şafak gibi iktidara yakın medya, ancak trolvâri çıkışlar yaptıkları zaman ilgi odağı oluyorlar. Yoksa herhangi bir gündem belirleme, açılım yapma, iktidarın önünü açma gibi bir pozisyonları olduğunu görmüyorum. Ya ben iyice boşladım, ya da…

Can: Hayır, doğru söylüyorsun. Zaten “İktidar ne düşünüyormuş?” meselesini oradan öğrenmiyorum. Ama “İktidar neye izin veriyor?” Bunu oradan öğreniyorum. O medyadan takip ettiğimiz şey, “Neyin konuşulmasına izin var?” meselesi. Hatırlarsan, Berat Albayrak istifa ettiğinde, 48 saat boyunca dut yemiş bülbüle döndüler. Buradan anladık ki, bu çok hazırlıklı bir durum değilmiş. Ne diyeceklerini bilemediler. Konuşmaya başladıklarında, “İktidar neyin ne kadar konuşulmasına izin veriyor?”u anlıyoruz. O yüzden, iktidara yakın medyayı takip etmenin ya da arada bir oraya göz ucuyla bakmanın faydası, “İktidarda ne oluyor?” meselesini öğrenmek değil, onların neye ne kadar izin verdiğini anlayabilmek.

Çakır: Geçen gün Bülent Mumay’ın bir tweet’inigördüm, belki sen de görmüşsündür: “Bugün 22 sayfa çıkan Sabah gazetesini satır satır okudum. Ne 1. sayfada, ne de içeride tek satır Erdoğan haberi yok” diye yazmış. Kılıçdaroğlu gibi sorayım ben de: “Böyle bir şey olabilir mi?” 

Can: Bülent Mumay’a Allah sabır versin. Ben Sabah gazetesini hiç okumadığım gibi, öyle satır satır okuyup bir şey aramadım. Kendisi baktıysa ve bilgi olarak veriyorsa, doğrudur. Ama bundan nasıl bir anlam çıkar bilemedim. Tabii orada bir sorun olduğu anlaşılıyor; bir türbülans var. En azından şu var: Berat Albayrak’lı düzende, roller çok netti. Şimdi onların bir yenilenmesine ihtiyaç var. Bu boşlukta da bir kriz doğmuş olabilir, mümkündür. Ama böyle bir şey, biraz daha yüksek bir çatışma emâresi. İlginç. Bakmak lâzım.

Çakır: Geçtiğimiz Cumartesi Ahmet Davutoğlu ile yaptığımız yayında kendisine Pelikan yapılanmasıyla ilgili bir soru sormuştum. Hatta hazırladıkları bir video da vardı. Davutoğlu o videoyu izlemediğini, ama bilgi sahibi olduğunu söyledi. Videoda söylenenlerle ilgili de, “Hitapları bizlere karşı değil, kendilerini kullanan sahiplerine karşıdır. ‘Sizin için yaptıklarımızı unutmayın ve bize sahip çıkın’ demeye çalışıyorlar” diye açıkladı. Orada denklemlerin değişmiş olduğu muhakkak.

Son olarak, Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun gündeme getirdiği, Emniyet’te ve cezaevlerinde “çıplak arama” konusuna değinelim Kemal. Başından itibaren, bu konuda yapılan açıklamalarda, alınan tutumlarda, bunu bir sorun olarak gören bir yaklaşım olmadı. “Böyle bir iddia var. Bu iddia doğru mudur değil midir araştıralım” denmedi. Zaten Süleyman Soylu da Gergerlioğlu’nu “FETÖ’cü terörist” ilan ederek noktayı koydu. Yarın Ömer Faruk Gergerlioğlu ile bir yayın yapacağım. Bunları da kendisiyle konuşmayı düşünüyorum. Fethullahçılar’ın söz konusu olduğu bir hak ihlâlleri meselesi var. Bu, yeni yaşanan bir olay. FETÖ operasyonlarından alınan binlerce insanın, cezaevlerinde, tutukluluk süreçlerinde yaşadıkları hak ihlâllerinin bir şekilde gündeme getirildiğini görmüştük. Ama bu en sert anlarından birisi oldu. Tabii çok kırılgan ve çok zor bir olay. Bence Ömer Faruk Gergerlioğlu bir hak savunucusu olarak, bu konunun altından başarıyla kalkıyor. Süleyman Soylu’nun ona atfen söylediği “FETÖ’cü terörist” lâfına ne kendisinin ne AK Partili milletvekillerinin inandığını da sanmıyorum. O olay dönüm noktası gibi bir şey oldu. Zaten savcılık da iddiayı dile getirenlere hemen soruşturma açtı. Cezaevleri ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nden yapılan yazılı açıklama aslında olayı doğruluyor. Bu kırılma noktası oldu. Türkiye’deki insan hakları savunuculuğunda yeni bir safha. Çünkü daha öncekilerden de biliyoruz, çıplak arama ilk defa gündeme gelen bir şey değil. Daha önce Kürt veya sol kesimlerden insanların ya da gazetecilerin çok dile getirdiği bir şeydi. Burada başörtülü kadınlar söz konusu olunca, 28 Şubat göndermeleriyle filan, iş iyice ilginç bir hâle döndü. Üstünü örtmeye çalışıyorlar, ama örtemiyorlar. Örtebildiler mi sence?

Can: Zaten bu o kadar somut ki, örtülebilecek gibi bir şey değil. Üstelik bu, bugünün meselesi de değil. Cemaat operasyonlarında gözaltına alınanlar, hatta onların bazılarının ziyaretlerinde söz konusu edilen şeyler. Söylediğin çerçevede, Gergerlioğlu’nun gündeme getirdiği daha güncel şeyler. Ama daha önceki pek çok örneği de biliyoruz. Mücella Yapıcı, “Gezi” sırasında buna maruz kaldığını kendisi ifade etti. Ergenekon ve Balyoz davası sanıklarından bunu yaşadığını anlatanlar var. Bunları biliyoruz. Ayrıca, senin söylediğin gibi, verilen cevapta da, aslında bunun mevzuatta yeri olduğu ve uygulandığı anlaşılıyor. Ama buradaki dert, bu tür etiketlemelerle yaratılmak istenenler, bir cevap verme ihtiyacından değil. Zaten o tür etiketlemeler, bir hak arayışı ya da bir ihlâlden bahsediliyorsa: “Talimatı ya Kandil’den gelmiştir, ya Pennsylvania’dan gelmiştir, ya da Avrupa’dan gelmiştir.” Hani işleme konmayacak bazı dosyalara damga vurup komisyona havale ederler ya, açıkça sorumluluğu olduğu bir alanda, çok açık bir ihlâl dosyası önüne geliyor; damgayı alıyor eline, “FETÖ” diye damgalayıp, dolabına kaldırıyor. O etiketleme bir inandırıcılık derdiyle değil. Kimsenin, Gergerlioğlu’nun FETÖ’cü olduğuna ikna olacağı yok. Ama önemli değil. O dosyanın üzerine o damgayı vuruyor ve dolayısıyla, kendisinin cevap verme mecburiyetini ortadan kaldırıyor. Başka bir dosya geliyor önüne, “Bu, Kandil talimatı” deyip damgayı vuruyor, dolaba kaldırıyor. Cevap vermeye de gerek duymuyor. Kayyum atama meselesine ya da helikopterden atılmaya, “Ooh, oohh!” deyip daha da ileri gidiyor. Ama bunlar inandırıcılıkla ilgili bir şey değil. Zaten “Ooh, oohh!” dediğin zaman, aslında yaptığını kabul etmiş oluyorsun. Bu “Ooh oohh!” nidasını hepimiz çocukluğumuzdan beri biliriz. “Yaptım. İyi ki yaptım” anlamına gelir. Bu olayda da, açıkça, resmî ağızdan bir şey söyleyememenin, “Yapıyoruz ama bunlara yapıyoruz. Bunlara da müstahak” demenin yolu bu etiketleme. Bu etiketleme, savunma ya da buna cevap vermekten çok, cevap verme yükümlülüğünden kurtulmak için yapılıyor.

Bütçe görüşmeleri sırasında, bu, sadece hak ihlâlleri meselesinde değil, her olayda yapıldı. Akçalı sorunlarda da böyle. Bütçe görüşmeleri sırasında bakanlar gelip gelip Meclis’e fırça attılar. Atanmış memurlar seçilmiş vekillere, “Ayağınızı denk alın!” deyip gittiler. Meclis’in karşısına çıkıp hesap vermesi gereken kamu görevlileri, Meclis’e ayar verip gittiler. Süleyman Soylu, İçişleri Bakanlığı nezdinde birtakım hak ihlâlleri olduğunda hep aynı muameleyi yapıyor. Sanki mağdur olanlar, mağdur olanların sesini duyurmaya çalışanlar suçluymuş gibi damgalanıyor; kendisinin cevap verme, hatta hesap verme yükümlülüğü ortadan kalkıyor. Bırak cevap verip insanları ikna etmeye, bu, doğrudan suç teşkil eden ve sorumlularının hesap vermesi gereken ihlâller. Bunlar “Çok da doğru yapılmamış, pardon” denilecek şeyler değil ki. Bunların bir kısmı, işkence ve kötü muamele — ki bunun kendisi zaten suç. Doğrudan sorumlularının soruşturulması ve cezalandırılması gereken bir durum. “Sıfır tolerans” ne demek? Bunun hesabının verilmesi demek.

Çakır: “Sıfır tolerans” artık pek kullanılan bir şey değil biliyorsun. “Komşularla sıfır sorun” ve “Sıfır tolerans” geçmişte kaldı.

Can: Ama “sıfır tolerans”a birtakım odaklardan geldiği iddiasının damgasını vurduğunda, “Onlara asla tolerans yok” anlamında kullanıyor.

Çakır: Bu olayın değişik olmasının bir nedeni de şu: Daha önce buna benzer hak ihlâlleri, insanlık onuruna aykırı muameleler yaşandı ve insanlar bunu dile getirdiler; bunun mücadelesini verdiler. Bazı örgütlenmeler de bunu sahiplendi. Burada Fethullahçılık söz konusu olduğu zaman… Fethullahçılar sivil toplumda hiçbir zaman örgütlenmediler biliyorsun. Yani toplumda örgütlendiler, ama hak savunuculuğu veya sivil toplum anlamında hiç örgütlenmediler. Başkalarının haklarını önemsemediler, umursamadılar bile. Türkiye’de köklü bir hareket olmasına rağmen –evet, içeri atıldılar, kayıplar oldu, kötü muamele iddiaları var– bunca zaman geçti, ülke içerisinde bu konuda kamuoyu oluşturan birileri olmadı. Biz gazeteci olarak biliyoruz; bize tekil şahıslardan, e-postalar ya da sosyal medya üzerinden şikâyet mesajları geliyor. Ama bir örgütlülük yok.

Can: En çok, çekirdek aileden geliyor, Yani, aile sınırında kalıyor.

Çakır: Evet, daha çok bireysel şikâyetler geliyor. Örgütlenme zaten yok. Örgütlenebilecekleri bir durum da yok. Olayın bir böyle boyutu var. İşin bir diğer boyutu da şu ki, iş orada karışıyor: Fethullahçılar’ın yurtdışındaki örgütlenmesi bu tür olayları siyaseten kullanıyor. Ömer Faruk Gergerlioğlu veya onun gibi hak savunucularının ya da bizim gibi gazetecilerin işi daha da zorlaşıyor burada. Çünkü bir taraftan devlete karşı hak savunuculuğu yapmak zorundasın. Bir taraftan da Fethullahçılar’ın eline malzeme vermemek zorundasın. Biliyorsun onlar pek sever insan kullanmayı. Burada ince bir denge kurmak geriyor. 

Geçen gün, “Fethullahçılar’ın hakkını savunmak” başlığıyla bir yayın yaptım. “Tamam, temel hak ve özgürlükler, ayrım gözetmeksizin herkes için geçerlidir. Ama Fethullahçılar’ın da temel hak ve özgürlükleri savunma konusunda ne kadar takıye yaptıklarını yaşananlardan biliyoruz” dedim. Vay efendim! Bana, “Sen ‘ama’lı savunuyorsun” tepkileri geldi. Öyle bir şey yok. Ben, kendisi de cezaevinde yatmış, işkence görmüş birisi olarak, cezaevinde yatmış, kötü muamele görmüş o insanların hakkını sonuna kadar savunurum. Ama Fethullah Gülen ve onun ideolojisini de sonuna kadar eleştiririm. Bana, “Öyle hak savunuculuğu olmaz. Böyle demokrat olunmaz” tepkileri geldi. Sanki kendileri şu âna kadar herhangi bir insanın hakkını savunmuşlar gibi. Üstelik bunu söyleyenler de Türkiye’de yaşayanlar değil. Yurtdışında, Avrupa’da, ABD’de bayağı iyi koşullarda yaşayan, tuzukuru insanlar. 15 Temmuz darbe girişiminden hemen önce, nasıl yaptılarsa yurtdışına kapağı atmış insanlar. Hatta bazıları da, darbe girişimi sonrasında kaçanlar. Bunlar, kaçamayanların üzerinden bir tür siyaset üretmeye çalışıyorlar. Böyle sıkıntılı bir durum var.

Can: Evet, böyle bir durum söz konusu. Ama bu, iktidarı elinde tutanların sık kullandığı bir şey. Yoğun hak ihlâllerinin olduğu alanlar –bunu kullananlar olduğu için– mağdurları kriminalize eden bir şeye dönüşüyor. Hatırlarsan, daha önceleri, “Avrupa bizim aleyhimize kullanıyor” diye, Türkiye’deki işkence iddialarına bir tür “beşinci kol faaliyeti” deniyordu. Bu meseleyi birilerinin kullanıyor olması –ki genelde de senin söylediğin gibi, bir sürü alanda kullanıyorlar–, mağdurların kriminalize edileceği, o mağduriyetin yok sayılabileceği bir şey değil. Bu tıpkı, bir zamanların başörtüsü meselesi ile aynı şey. Bugün muhafazakârlar, birilerinin başörtüyü ve başörtülüleri siyasî olarak kullanmasıyla başörtüsü meselesinin kendisinin bir mağduriyet olup olmaması arasında bir ilişki kurarken konuya nasıl yaklaştılarsa, bu meseleye de öyle bakmaları lâzım. Birilerinin kullanıyor olması, hakikati, mağduriyeti kriminalize etmez, mağduriyeti yaratanları kriminalize edebilir. Senin o yayınında söylediğin gibi, bu kullanmadan birileri suçlanacaksa, bu kullanımı yaratan koşulları üretenler, yani yöneticiler suçlanmalı.

Çakır: Ergenekon sürecinde, cezaevinde hayatını kaybedenler oldu. O dönemde, Fethullahçılar ve onlara destek verenler, “Propaganda olsun diye öldü” anlamına gelen şeyler söylediler. Kuddusi Okkır’ı hatırla. İntihar eden Yarbay Ali Tatar olayında da böyle şeyler yaptılar. Öyle bir mağduriyet ki bunun sonu ölüm artık. Bu ölümlerde bile kendilerini mağdur göstermeye çalıştılar.

Can: İki örnek vereyim: Bir tanesi senin meşhur “Ama öldü efendim!” hikâyesidir. Metin Lokumcu olayında, senin sorduğun soru üzerine Erdoğan’ın verdiği cevap çok çarpıcıdır. Ölmüş bir adama yapılan muamele ile ilgili bir soru soruyorsun, o sana görüntüler göndermekten bahsediyor.

Çakır: Zaten görüntüler de hâlâ gelmedi. 

Can: Ne görüntüsü gönderecek ki? Sonunda sana “Ama öldü” dedirtecek cevabı veriyor. Bu, bir zihniyet. Mesela geçen gün bir televizyon kanalında, biri çıkmış, Selahattin Demirtaş’ın aslında mağduriyeti kullanmak için hapiste kalmayı kendisinin istediğini söylüyordu.

Çakır: Doçent miymiş ne?

Can: Evet. SETA’da Stratejik Araştırmalar Direktörü. Neyse ne. Ama bu raddeye varan, insanların sırf kullanmak için ya da propaganda olsun diye hapiste yattıklarını, işkence gördüklerini, hatta öldüklerini vehmeden bir tutum bu. Ama bu tutum, “Birileri kullanıyor” diye, belirli bir mağduriyeti önemsizleştirmek, hatta daha da önemlisi, suç hâline dönüştürmeye çalışmak, hep uygulanan bir iktidar yöntemi, bir otoriter, faşizan hak tahribi yöntemi. Bu yöntem, bu ülkede her kesimin, bir biçimde, en azından bir sefer tattığı bir şey olmasına rağmen, hâlâ hak savunusu meselesinde bir ilkesel zemin oluşmuyor. Ömer Faruk Gergerlioğlu, yaparak çok önemli bir örnek göstermiş birisi. Dolayısıyla, o gösterdiği örneğin rahatsız ediciliği yüzünden, şu anda hedefe konulmaya çalışılıyor.

Çakır: Metin Lokumcu’dan bahsetmişken, davası yıllar sonra açılabildi.

Can: O dava da Trabzon’a taşındı.

Çakır: Evet. Beklendiği gibi, Hopa’dan Trabzon’a taşındı dava. Metin Lokumcu’nun hayatını kaybetmesinde polisin attığı biber gazının etkisi olduğu söyleniyor. Davadan ne çıkar bilmiyorum, ama ailesinin ve hukukçuların ısrarla bu işin takipçiliğini yapmalarını, hak savunuculuğunun başarılı bir örneği olarak kayda geçmek lâzım.

Kemal, bu berbat 2020 yılının son yayınını yaptık. 2021 yılının ilk gününde yani 1 Ocak’ta da yayın yapacağız, değil mi?

Can: Tabii, yaparız.

Çakır: Nasıl olsa parti yasak, her şey yasak. Evde bile parti veremiyoruz. 

Can: Parti yapan evleri polis basacakmış.

Çakır: Evet. O zaman, 2020 yılının son yayınında izleyicilerimize iyi yıllar dileyelim.

Can: Herkese iyi yıllar. Biz biraz erkenden “İyi yıllar” demiş olalım.

Çakır: 2020’nin son “Haftaya Bakış”ını burada noktalıyoruz. İzleyicilerimize teşekkür ederiz. Yeni yılın ilk gününde tekrar buluşmak üzere. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.