Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Artıları ve eksileriyle muhalefet: Ruşen Çakır ve Levent Gültekin tartışıyor

Levent Gültekin ile muhalefet partilerinin artı ve eksilerini, seçimden önce bir cephe oluşturmanın mümkün olup olmadığını, nasıl bir cumhurbaşkanı adayının Erdoğan’a karşı başarılı olabileceğini konuşup tartıştık.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Bugün, artı ve eksileriyle muhalefeti konuşacağız Levent Gültekin’le.Levent, merhaba.

Levent Gültekin: Merhaba, iyi yayınlar.

Çakır: “Muhalefete muhalif” diye adın çıktı. Bu imajdan rahatsız mısın? Önce bununla başlayalım, sonra muhalefeti konuşalım.

Gültekin: Hayır, hiç rahatsız değilim. Ben muhalefeti 1,5-2 yıldır eleştiriyorum. Eleştirdiğime başladığımda herkes, “Ne yapıyorsun?” diye bakıyordu. Şimdi herkes eleştiriyor. Sosyal medyada büyük bir infial var muhalefete karşı. Medyascope’un programlarında ve seninle yaptığımız programların altındaki yorumları sen de görüyorsun. Toplumda, yapılması gerekenleri yapmıyorlar diye muhalefete yönelik genel bir kızgınlık var. Benim muhalefete yönelik eleştirilerim biraz uyarı, kendimce bir yönlendirme ya da dikkat çekme üzerine. Yoksa yerden yere vurmak değil. Geçenlerde bir arkadaşımla konuşuyordum, ona da söyledim: Ben “Muhalefet bir şey yapamaz” diyenlerden değilim. “Bunlardan bir şey olmaz. Bunlar bir şeyi toparlayamaz. Bunlar ülkeyi yönetemez” demiyorum. “Bir araya gelirlerse, derli toplu bir politika uygularlarsa daha etkili olurlar. Gelmiyorlar, zayıf kalıyorlar ve yapmaları gerekeni yapmıyorlar” diyenlerdenim. Amacım, o birlikteliği sağlamaya dönük, kendi gücümün yettiği kadar bir zorlama. Yoksa, “Muhalefetten bir şey olmaz. Bunların zaten bir varlıkları yok” diyenlerden değilim. Her birinin çabasına, yaptıkları işlere büyük bir saygı duyuyorum. Sonuçta zor bir dönemden geçiyoruz, kolay değil. Hem Ali Babacan hem Meral Hanım hem Kemal Bey, şehir şehir, kapı kapı dolaşıyorlar. “Bu, bütünüyle kıymetsizdir” demiyorum; ama sonuç alıcı bir işlevi yok. Daha sonuç alıcı bir birlikteliğe yönelmeleri gerektiği kanaatindeyim.

Çakır: Sen yayınlarında da bahsediyorsun. Aynı zamanda siyasetçilerle doğrudan ilişkin de var; onlarla sohbet edip konuşuyorsun. Gördüğüm kadarıyla, muhalefet liderlerinin her biri,  kendilerine yönelik –yapıcı veya değil– eleştirilerden rahatsız ve tedirgin oluyorlar. Mesela en son benim başıma geldi, bunu da bir şekilde yakın bir arkadaşımdan duydum: Meral Akşener’in, benim emekli amirallerin açıklaması ile ilgili yaptığım yayında ve daha sonra Kemal Can ve Ayşe Çavdar’la yaptığımız yayında söylediklerimizden rahatsız olduğunu duydum. Doğru olmamasını umuyorum, ama sanıyorum doğru. Sen yüz yüze konuştuğun için doğrudan muhatapsın. Gerçekten bir rahatsızlık var mı? Ne dersin? Şunu çok görüyorum: Mesela CHP’liler, “Yapıyoruz, ama medya görmüyor” diyorlar. 

Gültekin: Bir rahatsızlık vardır; ama ben bunun bir tavır almaya, bir ilişki kesmeye kadar gideceğini düşünmüyorum. Meral Hanım için söylüyorum. Kemal Bey’den zaten böyle bir şey beklemiyorum. Şunun hakkını teslim edeyim: Kendisini eleştirdiğim halde, en demokrat, en medenî yaklaşımı Kemal Bey’de görüyorum. Hiçbir zaman, “Ama sen de böyle demiştin, şöyle söylemiştin” diye bir yaklaşımı olmadı. Bir kızgınlık oluyordur muhtemelen. Meral Hanım’la konuştuğumda da kendisine söylüyorum. Genelde kendisine “Abla” derim. “Abla, kusura bakma eleştiriyorum, ama ben öyle susamam, yeri geldiğinde eleştiririm” diyorum. O da, “Eleştir, ama haksızlık etme” der. Evet, bir rahatsızlık duyuyorlar. Muhtemelen bir kadir kıymet bilinmediğine dair duyguları oluşuyor. “Biz elimizden geleni yapıyoruz, ama bazıları bir türlü memnun olmuyor” gibi bir yaklaşımları var. Ben Ali Babacan’la da uzun uzun sohbet ettim, Ahmet Davutoğlu ile de konuştum. Kemal Bey’le zaten sık sık sohbet ediyorum. Biliyorsun muhalefeti en çok eleştiren benim; “Muhalefeti yerden yere vuruyor” diye adım çıkmış. Hemen her programımda mutlaka muhalefetle ilgili birkaç eleştirimi, üstelik isimler de vererek dile getiriyorum. Mesela Meral Hanım’ın bu “zevzeklik” çıkışının çok talihsiz olduğunu düşünenlerdenim, bunu da ekranda söyledim. Ama bugüne kadar hiçbirinden, “Sen bizi niçin böyle yerden yere vuruyorsun?” diye bir tavır görmedim. Muhtemelen rahatsız oluyorlardır, ama benim yüzüme karşı çok belirtmiyorlar. Bence Meral Hanım’ın Medyascope’tan rahatsızlığı da bir tatsızlıktır. Bir cezalandırma, ilişkiyi kesme, görmezden gelme tavrına varacak kadar değildir. En fazla, “Ya, ayıp ettiler” gibi bir şey olmuştur.

Çakır: Ama zaten gazetecinin iyisi de memnun olunmayandır.

Gültekin: Bence de. Rahatsız etmek iyi bir şeydir. 

Çakır: Bence temel sorun galiba şöyle bir şey: Bir tarafta, ekonomide, siyasette, dış politikada tel tel dökülen bir iktidar var.  Mesela en son, dış politikada hükümet Ukrayna’ya destek verince, Rusya Türkiye ile havayolu trafiğini 15 Haziran’a kadar kapattı. Bu da Türkiye turizminde çok ciddi bir sorun demek. Diğer tarafta Kanada,  İHA ve SİHA’ları Dağlık Karabağ’daki çatışmalarda kullandığı gerekçesiyle, Türkiye’ye askerî teknoloji ihracat iznini iptal etme kararı aldı. Rusya’dan alınan S-400’ler nedeniyle NATO’da sorun yaşanıyor. Ekonominin durumu zaten ortada; vatandaşa bedava patates soğan dağıtmaya kadar vardı iş.

Ama iktidar bu durumdayken, gümbür gümbür gelen bir muhalefet yok ortada; ne bir parti ne bir lider. Yeni partiler de kuruldu. Önce İYİ Parti, ardından DEVA ve Gelecek partileri kuruldu. Bunlar da belli bir ilgi uyandırdı. “Şu kadar oy alıyorlar” deniyor, ama ülkeyi kapsayan, içeriden ve dışarıdan büyük bir hareketlilik, bir heyecan atmosferi yok. Dışarıda olanlara bakalım: Mesela Avrupa Birliği, ABD, Çin veya Rusya, Türkiye’ye baktıkları zaman, yine iktidarı görüyorlar. Halbuki 31 Mart yerel seçimleriyle insanlarda “Bir şeyler değişiyor galiba” duygusu oluşmuştu; ama bu sürdürülemedi. Sanki esas mesele, toplu bir dönüştürücü gücün, bir öncü hareketin, belki bir liderin olmaması. Sen biraz önce söz ettin: Kemal Kılıçdaroğlu da, Meral Akşener de, Ali Babacan da şehir şehir dolaşıyorlar. Ahmet Davutoğlu’nun son dönemde yaptığı Türkiye gezilerini de gördüm. Sürekli olarak sosyal medyada da paylaşıyorlar. Bunların her birinin ayrı bir değeri var muhakkak. Ama bir bütün olarak bakıldığında, “Muhalefet Anadolu’yu hallaç pamuğu gibi atıyor. Türkiye’nin dört bir tarafında insanlar muhalefetin etrafında harekete geçiyor” gibi bir manzara da yok.

Gültekin: Yok, çünkü rejimin değişmesiyle beraber Türkiye’de siyaset yapma şekli değişti. Eskiden futbol oynamak gibiydi, şimdi karate yapmaya dönüştü. İktidar karate yaparken, muhalefet futbol oynamaya devam ediyor. Futbol mantığıyla baktığımızda, “Çok güzel oynuyorlar” diyebiliriz. O esnaf ziyaretleri, şehir şehir dolaşmalar, “128 Milyar dolar nerede?” kampanyası. Bunlara baktığımızda, “Evet, çok da güzel pozisyonlar yakaladılar. Bazen iyi gol atabiliyorlar” diyebiliriz. Ama bu rejim değişikliğiyle beraber, siyaset artık futbol oynamaktan çıktı, karateye döndü. Muhalefet bir türlü karate tarzı siyasete geçmek istemiyor. Tabii bunu metafor olarak kullanıyorum. Peki, ne yapıyor muhalefet? “Biz futbol oynayarak bu mevcut iktidarı indirebiliriz” mantığıyla, hâlâ o eski oyunu devam ettiriyor. Sorunlardan biri bu.

Diğer sorun ise; iktidarın, kimlikler üzerinden, inançlar üzerinden, mezhepler üzerinden, ideolojiler ve yaşam tarzları üzerinden kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı politikası toplumda tutuyor. Toplum giderek travmatik bir hal alıyor. Bu da ister istemez bir partinin tek başına öne çıkmasını da engelliyor. Kimisi Babacan’a mesafeli, kimisi Davutoğlu’na mesafeli. Kimisi milliyetçilik damarlarından dolayı Meral Hanım’a, İYİ Parti’ye mesafeli. Kimisi CHP’nin geçmişini hatırlıyor, CHP’ye mesafeli. O yüzden buradan topyekûn bir güç ortaya çıkmıyor. Bir tanesi bu.

İkincisi, cumhurbaşkanlığı için adı geçenler dahil, muhalif aktörler içerisinde siyasetçi çok, ama lider yok. Bana “Etkili muhalefet nedir?” diye sorsan, “Topluma umut verebilendir, o umudu diriltendir” derim. Senin de söylediğin gibi, yıkılmış bir iktidarın enkazından, insanlara, “Burayı toparlarız, ayağa kaldırırız” diyecek, o cesareti, o heyecanı, o duyguyu yansıtabilendir. Bana göre etkili muhalefet budur. Mevcut siyasî aktörlerden hiçbiri –buna, ismi cumhurbaşkanlığı için geçenleri de katayım– bir dönüştürücü liderlik pozisyonuna talip değiller. Muhalefetin tamamında şöyle bir algı var: “Korkunç bir Erdoğan karşıtlığı birikiyor toplumda. Bu iktidar ülkeyi yönetemiyor. Halkımız bir gün bundan vazgeçip bize gelecek.” Toplumda biriken Erdoğan karşıtlığından yükselecek dalgaya binip, “Acaba biz iktidara gelebilir miyiz?” duygusuna sahipler. Toplumu, kendi tabanını dönüştürmek, onları bir şeye ikna etmek konusunda hiçbirinde bir çaba yok. Senin dediğin gibi, tel tel değil, bence tamamen dökülmüş bir iktidar var. Ne pandemiyi yönetebiliyor ne ekonomiyi yönetebiliyor, ne de bürokrasiyi tutabiliyor elinde. Kendi atadığı Merkez Bankası Başkanı’nı, yıkım pahasına 2 ay sonra görevden alıyor. Eğitimin durumu ortada. Tarımın hâli başka bir sorun. Üç yıl önce “soğan lobisi” diye depolarını bastığı insanlardan, elinde birikmiş soğan patatesi alıp halka dağıtmak zorunda kalıyor. Çünkü bir plan yok ortada. Tarımı da yönetemiyor. Hiçbir şeyi yönetemeyen bir iktidar var. Bunun karşısında, toplumun dikkatini çekecek, umudunu büyütecek bir muhalefet oluşmuyor. Oluşmamasının nedeni “yapmıyorlar” değil. Bana göre, ortada bir oyun var ve her biri bu oyunun parçası. Bu cümle olarak çok ağır gelebilir, ama “kasten kötülük yapıyorlar” anlamında söylemiyorum. Mevcut bir siyasî oyun var. “Ben ancak böyle davranırsam bu oyunun içinde kalabilirim” diyorlar.

Çakır: Belki şöyle demek daha isabetli olabilir: Erdoğan’ın çizdiği sınırlar içerisinde, onun sunduğu oyuna dahil olmak; ama oyunu başka yerde, başka bir şekilde kurmayı düşünmemek.”

Gültekin: Tam da bunu söyleyecektim. Bir siyaset oyunu var, hepsi onun bir parçası hâline gelmişler. Ama hiçbiri, cesaret edip o oyunun dışına çıkmayı istemiyor. “Acaba dışlanır mıyım? Marjinal görünür müyüm? Toplumun bir kısmının gözünde değersizleşir miyim?” korkusuyla, oyundan çıkamıyorlar. Ama oyunun kuralını belirleyen de, senin dediğin gibi, Erdoğan. Aslında siyasetin oyununu Erdoğan belirliyor. Muhalefet de o oyunda kalmayı bir siyaset yapma biçimi olarak görüyor. Böyle olduğunda, oradan, toplumu dönüştürecek bir siyasî aktör, bir liderlik çıkmıyor. En önemlisi, umut verecek bir politika da çıkmıyor. Muhalefet bu oyunun içinde ağız dalaşı yapmayı, iktidarı sözle zora sokmayı, sıkıştırmayı etkili muhalefet zannediyor. Ama ortada değişmeyen bir tablo var.

Çakır: Bugün Ayşe Çavdar’ın bir radyoda yaptığı söyleşi vardı. Şimdi ismini hatırlayamadım. Onun söyledikleri de bizim şimdi konuştuklarımızla örtüşüyor. Diyor ki Ayşe Çavdar: “Muhalefet hep Erdoğan’a bakıyor, Erdoğan gibi olmak istiyor.” Sonuçta, Muharrem İnce’nin bir ara deneyip fiyaskoyla sonuçlanan, “Kötü Erdoğan yerine, iyi Erdoğan” ya da “Başarısız tek adam yerine, başarılı tek adam” arayışına kilitlenmiş durumda. Halbuki burada önemli olan, muhalefetin birbirinden farklı kesimlerinin, birbirinden farklı eleştirilerin, kolektif bir yerde toplanabilmesi. Herhalde en büyük sorunu burada yaşıyor muhalefet. Benim bildiğim, Kemal Kılıçdaroğlu bunu sağlayabilmek için bayağı çaba sarf ediyor; ama partisi içerisinden de belli bir dirençle karşılaşıyor. Diğer muhalefet partilerinin de her birinin ayrı ayrı bagajları var ve bunlar fazlasıyla öne çıkartılıyor. Bu nedenle de birlikte bir fotoğraf verilemiyor. Mesela geçen gün, yapacağım bir yayın için muhalefet aktörlerinin bir arada olduğu bir fotoğraf aradım. Tabii istersen photoshop’la hepsini bir araya getirebilirsin. Ama böyle bir arada oldukları bir fotoğraf bulamadım. Sen rastladın mı hiç?

Gültekin: Hayır, hiçbir yerde görmedim.

Çakır: Erbakan’ın vefatının 10. yılı için düzenlenen anma programında birkaç lider bir aradaydı. Ama orada da Meral Hanım yoktu. Bütün liderlerin, tabii ki Pervin Buldan ve Mithat Sancar’ın en azından birinin olacağı, Meral Akşener’in, Kılıçdaroğlu’nun, Ali Babacan’ın, Davutoğlu’nun, Temel Karamollaoğlu’nun hepsinin bir arada olacağı bir fotoğraf yok. Mesela çok sayıda izleyiciden, “Muhalif liderlerle birlikte bir yayın yapın” talebi geliyor.

Gültekin: Evet, bana da çok geliyor.

Çakır: Tamam, yapalım. Teknik olarak hepsinin uygun zamanını da bulduk diyelim. Orada mesela “HDP’nin olduğu yere İYİ Parti gelir mi?” meselesi çıkacak. HDP’siz bir yayın yapmak daha kolay olabilir belki, ama biz Medyascope olarak böyle bir yayın yapmayı düşünmeyiz. Yani daha baştan, ilk düğmenin iliklenmesinde sorun çıkıyor.

Çakır: Zaten HDP’siz bir yayın, yarardan çok zarar getirir. Zaten bütün muhalefet bir araya geldiğinde ancak yüzde 51’in üzerine çıkıyorlar. HDP dışarıda bırakıldığında amaç hâsıl olmuyor; yine işe yaramıyor. Çünkü iki taraf için de 50+1 değişmez bir kural. Bunu sağlayamıyorsan, boşa kürek çekiyorsun. Muhalefet bir türlü durumun vahametini kavramak istemiyor. Benim sıklıkla kullandığım bir tanımım var: Muhalefetin, siyaseten bir “Olağanüstü Hal” ilan etmesi lâzım. İktidar 15 Temmuz sonrasında yaptığı gibi arada bir yapıyor ya, muhalefetin gerçekten bir “Olağanüstü Hâl” ilan etmesi lâzım. Bu her şeyi değiştirmek demektir. Mesela, Meral Hanım’ın çıkıp kendi tabanına, “Bir şekilde toplumun bütünüyle bir ittifak kurmamız gerekiyor; ayrılık gayrılık zamanı değil çünkü ülke gidiyor. Öyle bir noktaya geliriz ki ‘HDP ile konuşmuyoruz’ demek bizim için bir lüks aşamasına gelir” demesi lâzım. Veya CHP.  Bildiğim için söylüyorum; hem Ahmet Davutoğlu hem Ali Babacan, “Acaba CHP ile ittifak yaparsak, tabanı oraya taşıyabilir miyiz, yoksa tümüyle kaybeder miyiz?” endişesinde. Olağanüstü Hal dediğim şey, onların tabanlarına, “Bu artık filan partiyle bir araya gelme meselesi değil. Ülke dörtnala yıkıma gidiyor…” demeleri. Yıkımdan kastım, felâket tellallığı yapmak değil. Bir ülkenin gençlerinin yüzde 70’i “Ben bu ülkeden kaçmak istiyorum” diyorsa, o ülke yıkıma gidiyor demektir. Üç gençten biri işsizse, umutsuzluk had safhaya varmışsa, o ülke çürüyor demektir. Böyle bir ortamda, Olağanüstü Hal ilân etmeyip, kendi tabanının dönüştürecek bir siyasî liderlik ortaya koymuyorsa… Biz yerel seçimlerde niye bir umut besledik? Niye o umut yükseldi? Çünkü orada zımnen oluşan bir ittifak vardı. İstanbul’da İmamoğlu’nun, Ankara’da Mansur Yavaş’ın şahsında oluşan bir ittifak vardı. Ve her yerde bir birliktelik oluştu. Tabanın yaptığı o birlikteliği siyasetçiler bir türlü yapamıyorlar.

Çakır: Sözünü kesiyorum Levent, ama orada şöyle bir şey çıkıyor: Bunu sorduğumuz zaman birçoğu da “İttifak seçim için yapılır. Ortada bir seçim yok. Hele bir seçim kararı çıksın, bakarız” deyip, bu söylediğin tartışmaları erteliyorlar. Seçim ittifakı olduğu için aslında inandırıcı bir gerekçe. Orada da başka bir önerme geliyor: “Seçim ittifakı değil, demokrasi ittifakı.” Yani, seçimden seçime değil, seçim öncesinde, her an seçim olacakmış gibi Türkiye’yi nasıl yeniden yapılandırmak gerektiği üzerinden şimdiden bir ittifak ya da koalisyon kurulması gerekiyor. Muhalefet sanki böyle bir ikileme sıkışmış gibi.

Gültekin: Ben, iş sandığa kalırsa muhalefetin alamayacağını düşünüyorum. Muhalefetin, sandıktan önce, toplumda yarattığı duyguyla, umutla, heyecan dalgasıyla, zaferini ilan etmesi lâzım. Öyle bir atmosfer yaratmalı ki, sandığa gitmeden, iktidar yenilgiyi görmüş olmalı. İş sandığa kalırsa, muhalefetin alamayacağı kanaatindeyim. Çünkü sandığından YSK’sına, medyasından ajansına, yargısından polisine, Güneydoğu’daki askerinden korucusuna bütün enstrümanlar iktidarın elinde. “128 Milyar Dolar Nerede?” sorusunu billboard’lara astırtmayan bir iktidar var. O yüzden, muhalefet seçimi sandığa bırakmadan kazanmak zorunda. Peki, bunun yolu ne? Bunun yolu, yaratacağı o umut duygusu. Sandığa kalmış bir ittifakın pek işe yaramayacağı kanaatindeyim. Bunun iki sebebi var. Birincisi, tabanlar arasında ekilmiş bir çatışma hâlâ var. Bugünden itibaren, bu insanların bu süre zarfında birbirlerine niçin muhtaç olduğunun işlenmesi gerekiyor. Toplumun zihinsel dönüşümünün, o ittifaka, o heyecana, o duyguya hazır hâle getirilmesi lâzım.

İkincisi, bugün aday belirlensin anlamında söylemiyorum; ama muhtemel bir aday, o ortaklığın bu tarafta kabul görmesini sağlayacaktır. Örnek vereyim: AK Parti tabanında, Gelecek ve DEVA partilerinin de elini rahatlatacak birinin aday yapıldığını düşün. Buna CHP’nin, İYİ Parti’nin, HDP tabanının hazırlanması lâzım. Ya da, diyelim CHP’li biri aday olacak. Bu sefer, DEVA Partisi’nin, Gelecek Partisi’nin, Saadet Partisi’nin tabanının buna hazırlanması lâzım. Ben bunun böyle seçim ittifakıyla iki ayda olabileceğine hiç ihtimal vermiyorum. Ama tabii, “Hemen bugün yarın, İYİ Parti HDP ile ittifak kursun” da demiyorum. En azından çok ânî gelişmeler yaşandığında bu altı liderin bir araya gelip, nasıl davranacakları konusunda bir fikir teatisinde bulunmaları gerekir. Mesela, Kemal Kılıçdaroğlu’na bir mafya lideri tehdit savurduğunda, “Ne yapabiliriz, ne yapmak lâzım?” diye bir araya gelip konuşmaları lâzım. İstanbul Sözleşmesi iptal edildiğinde veya emekli amirallerin açıklaması sonrasında yaşananlara karşı bir araya gelip, nasıl bir tavır takınabileceklerine dair bir fikir teatisinde bulunmak önemlidir. O bir araya gelmeler olsaydı, eminim, ne Meral Hanım o talihsiz kazayı yaşamış olurdu, ne Ahmet Davutoğlu durup dururken “Ben darbe karşıtıyım” deyip kendini iktidarın söyleminin bir parçası hâline getirirdi, ne CHP çekingen bir davranış gösterirdi. Eğer hepsi bir araya gelip, “Bir dakika! Böyle bir durum var. İktidar bunun üzerinden bir şey yapacak. Ne yapalım?” diye o 6 kişinin aldığı ortak karar topluma deklare edilse, bu bile bir ittifak. Mesela senin yayınına gelmek bir ittifaktır bana göre. 6 lider buraya yayına gelip, “Biz şöyle bir Türkiye hayal ediyoruz. Şu şu değerler bizim için çok öncelikli” demeleri, ortak bir tepki vermeleri bile bana göre bir ittifaktır zaten.

Çakır: Bir örnek geldi aklıma. Söyleyince sen de hatırlayacaksın: Meral Akşener ve Pervin Buldan’ın, ayrı ayrı “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” maskesini taktıkları fotoğraflar var. İktidar yanlıları bu iki fotoğrafı photoshop’la yan yana getirerek, İYİ Parti’yi, “Bakın bunlar HDP ile aynı” diyerek rencide etmeye çalışıyorlar. Halbuki o fotoğrafta, ikisinin ayrı ortamlarda, aynı maskeyle çıkıyor olmaları, aslında ortak bir zeminde olduklarını gösteriyor. Meral Akşener ve Pervin Buldan’ın, ayrı ayrı “İstanbul Sözleşmesi” maskesini takarak yaptıkları birleşmeyi, 10 dakika yan yana yapmaları halinde birçok şeyin değişeceğini sanıyorum. Ama onu yapmadıkları için de, iktidar yanlıları onları photoshop’la yan yana getirerek buradan karşı bir propaganda çıkartmaya çalışıyor. Halbuki ikisi de samimi bir şekilde o maskeyi takıyorlar. Aslında bir konuda aynı şeyi söylüyorlar. Ama “Bir beş dakika yan yana gelin, birlikte söyleyin, birbirinize maske takın, yan yana maskeli bir fotoğrafınızı çekelim” dendiğinde, Pervin Buldan’ın itiraz edeceğini sanmıyorum, ama herhalde bu gerçekleşmez diye düşünüyorum. O iki maske aslında bir gösterge.

Gültekin: Bence de öyle. Bak, İstanbul seçimlerinin akşamında, kendi gözlerimle gördüm: Önümden bir konvoy geçiyordu; HDP bayrağı da vardı, CHP bayrağı da vardı. Atatürk posteri de, Türk bayrağı da vardı. Toplum zaten buna hazırdı. Muhalefetin şunu görmesi gerekiyor. İktidarın muhalefeti sıkıştırdığı söylemiyle toplumun herhangi bir kesimini dönüştürme şansı yok. İktidar şöyle dedi diye İYİ Partililer İYİ Parti’ye oy vermekten vazgeçmezler. İktidar şöyle dedi diye HDP’liler HDP’ye oy vermekten vazgeçmezler. İktidar “Aman bunlar da şöyle” dedi diye CHP’liler CHP’ye oy vermekten vazgeçmezler. İktidarın bu manipülasyonları muhalefetin oylarına etki etmiyor, etseydi şimdiye kadar ederdi. Muhalefetin bunu kavraması gerekiyor. O yüzden birazcık cesaret. Diyelim ki yarın, kadına şiddet konusunda bir araya geldiler. Ya da bir yerde büyük bir hukuksuzluk yaşandı, o adalet talebiyle bir araya geldiler, orada bir ortak açıklama yaptılar; bu zaten bir ittifaktır. Aynı zamanda tabanı da birbirine ısındırmak ve hazırlamaktır. Yoksa HDP ile İYİ Parti kâğıt üstünde bir araya gelsin, imza atsınlar, “Biz ittifak kurduk” desinler; bunu söylemiyoruz.

Çakır: Ama mesela Ömer Faruk Gergerlioğlu olayında böyle bir fırsat kaçırıldı.

Gültekin: Her yerde fırsatı kaçırıyorlar zaten.

Çakır: Gergerlioğlu olayı tam bir hukuksuzluktu. Uyduruk bir gerekçeyle mahkûm edildi. Milletvekilliği elinden alındı ve hapse atıldı. Ama muhalefetten çok az bir destek ve dayanışma geldi.

Gültekin: Hemen hemen hiç yoktu. Zaten sadece o değil, birçok konuda öyle. İstanbul Sözleşmesi iptal edildiğinde de böyle, Kemal Bey tehdit edildiğinde de böyle, saldırıya uğradığında da böyle. Şimdi aklımıza gelmeyen o kadar çok konu var ki. Her birinde atmaları gereken adımı atmıyorlar ve fırsatı kaçırıyorlar. Kendilerince “Aman iktidarın eline koz vermeyelim” beklentisi içerisindeler. Ama artık iktidarın, eline koz alabilecek ne dirayeti ne feraseti ne de toplumu ikna edebilecek gücü yok. Manipüle edecek takati de kalmadı, çünkü inandırıcılığı yok. Muhalefetin öncelikle Erdoğan’ın çizdiği o oyunun dışına çıkamaya cesaret etmesi gerekiyor. Sadece muhalefet değil, bütün aktörler öyle. 

Sen nasıl bakarsın bilmiyorum ama şu bana çok tuhaf geliyor: Türkiye’de cumhurbaşkanlığı için adı geçen 2 kişi var: Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu.  Bütün anketlerde de isimleri yüksek çıkıyor. Ama biz ikisinin de Türkiye ile ilgili fikirlerini bilmiyoruz. İkisi de “Ben belediye başkanıyım, bu konuları konuşmam” diyor. Topluma umut vermek dediğim bu. Yanlış yapıyorlar diye söylemiyorum. Muhalefetin cumhurbaşkanlığı için adı geçen iki ismi, Türkiye’nin meselelerinin çözümü ile ilgili konuşmamayı tercih ediyor. Az buçuk siyasetten anlayanlar, liderliğin teknik olarak böyle olmadığını, toplumda bir güven duygusunun oluşması gerektiğini bilir. Mesela, Mansur Yavaş’ı yakından tanıyorum. Kendisi dürüst, namuslu, Türkiye’de en beğendiğim siyasetçilerden birisi; bundan şüphem yok. Ama kamuoyu açısından baktığınızda, demokrasi kültürü nedir, hangi meseleye nasıl yaklaşıyor, eğitim konusunda, tarım konusunda ne düşünüyor tam olarak biliyor muyuz? Yarın cumhurbaşkanı olduğunda nasıl bir hayali var biliyor muyuz? Hayır. Aynı şey Ekrem İmamoğlu için de geçerli. Çünkü haklı olarak, “Biz belediye başkanıyız, bu konularla ilgili konuşmayız” diyorlar. Muhalefetin adı geçen iki adayı Türkiye’yi konuşmuyor. Öbür konuşanların da toplumda karşılığı yok. Adları geçen diğerlerini de anketlerde görüyoruz; böyle bir makama yakıştırılmıyor. Bu birliktelik aynı zamanda bu açığı da giderebilecek bir şey. Ortak bir tavır, ortak bir yaklaşım, ortak bir üslûp, ortak bir öncelik… Peki, neye öncelik verilmeli? Mesela “128 Milyar Dolar nerede?” konusuna öncelik verilecekse, bu sadece CHP’nin önceliği mi olmalı, yoksa bütün muhalefetin aynı anda önceliği mi olmalı? Orada beraber karar verebilirler. Kimisi “Bunun üzerinden yapılacak bir kavga bize yarar getirmez” der, bir diğeri “Şöyle bir yararı var” der. Sonunda bunu büyük bir kampanyaya dönüştürmeye karar verirler. Ama aynı anda hepsi, altı parti birden, bütün ülkeye, “128 Milyar Dolar Nereye Kayboldu?” sorusunu soracak. Bunun yarattığı etkiyle, CHP’nin ya da İYİ Parti’nin tek başına yarattığı etki aynı değil. 

Gelelim esnaf ziyaretlerine: Bu pandemide şehir şehir, kapı dolaşmaları kolay değil ve çok kıymetli. Oturduğum yerden kimseye “Boş işler yapıyorlar” demek istemem, ama artık insanlar zaten dolmuş. Sen gidiyorsun, dinliyorsun. Ama o insanlar senden bir umut istiyor. “Bana bir çıkış, bir yol göster. Ne yapayım, nasıl bir yol izleyeyim?” diye bir beklentileri var. Onu sunamıyorlar; çünkü söyledikleri tek şey: “Sabırlı olun. Biz geleceğiz bu işi düzelteceğiz.” Nasıl geleceksin, bilmiyoruz.

Çakır: Bir de “Zaten gidiyorlar” var.

Gültekin: Evet, bir de o var.

Çakır: Benim artık bıktırırcasına söylediğim bir lâf var; onu söylemenin zamanı herhalde: “İktidar kaybetti, ama kimin kazanacağı belli değil.” İnsanlar kazanacak bir şey görmek istiyorlar. Bu “128 Milyar Dolar Nerede?” kampanyası başarılı bir işti. Sosyal medyada gördüğüm kadarıyla, diğer muhalefet partilerinden bazı isimler de dâhil oldu bu paylaşımlara. Bu kampanyayı CHP yaptı, tamam, güzel. Senin demin söylediğinden hareketle, CHP, muhalefetin diğer partilerine, “Gelin, birlikte soralım bu soruyu” deseydi –herhalde dememiş– nasıl bir etkisi olurdu? O billboard’larda aynı anda birden fazla partinin amblemi olsaydı mesela, nasıl bir etkisi olurdu? Herhalde çarpardı. Çünkü hem sorunun kendisi çarpıcı hem de önemli bir soruyu birlikte sormalarının bir etkisi olacaktı.

Gültekin: Evet. Aynı şey Kanal İstanbul için de geçerli. Hem maliyet olarak yıkıcı, hem o bölgenin yapısını bozacak, depreme dayanıksız bir bölge. Naci Görür Hoca, zemin olarak depreme en dayanıksız bölge olduğunu anlattı. Ama buna karşı ortak bir tavır yok. Ekrem Bey kendince bir mücadele sürdürüyor. Toplumsal muhalefet, yani bizler, sosyal medyada 3-5 tweet atıp kendimizce karşı çıkmaya çalışıyoruz. Kimi bilim insanları dili döndüğünce birkaç cümle söylüyor. Bu arada iktidar da yürüyor. Halbuki 6 parti bir araya gelip şunu dese: “Kanal İstanbul’un Türkiye’ye 300 milyar dolar maliyeti var.” Dün Çiğdem Toker’in yazısında okumuştum. “Altımız birden bir araya gelip, Kanal İstanbul’un Türkiye’ye niçin zarar vereceğini topluma birlikte anlatalım.” Muhalefet olarak 1 hafta veya 1 ay boyunca sadece Kanal İstanbul’u işleyecekler mesela. Kapı kapı dolaşıp her gittikleri yerde, “Bu, senin çocuklarının geleceğini 50 yıl boyunca ipotek altına alan bir proje” diye anlatmaları lâzım. Senin de dediğin gibi, birlikteliğin nasıl bir çarpan etkisi yaratacağını hesaba katmıyorlar. Bunu katmamalarının bir tek nedeni var: Hepsi, toplumdaki Erdoğan karşıtlığını kendi hanelerine yazmayı birinci öncelik olarak görüyorlar. Burada bir tek Kemal Bey’in hakkını teslim edeyim. “Dostlarımızla birlikte kazanacağız. Bu sadece CHP’nin iktidar meselesi değildir” cümlesini sıklıkla vurguluyor. Ama diğer partiler hâlâ, kendi varlığını güçlü hâle getirmeyi Türkiye’nin yıkıma gidişini durdurmaktan daha önemli görüyor. O yüzden bu birliktelik oluşmuyor. Bu oluşmadığı için, Erdoğan’ı, mevcut iktidarı geri adım attıracak bir politika, bir güç, bir dalgakıran oluşmuyor. Sen konuşuyorsun, ben konuşuyorum, öbürü ağlıyor, toplum sızlıyor; iktidar da bildiğini okumaya devam ediyor.

Bugüne kadar muhalefetin itiraz ettiği herhangi bir konuda, iktidarın geri adım atmışlığı var mı? Her birini mutlaka yapıyor. O zaman durup bir şey dememiz lâzım. Biz konuşarak adamın işini kolaylaştırıyoruz aslında. Eğer bir konuyu tartışmanın onu engelleyici bir işlevi yoksa, meşrulaştırıcı bir işlevi olmaya başlıyor. Mesela bir süre sonra “128 milyar dolar” meselesi toplumda kanıksanacak; duyulmaz hâle gelecek. Halbuki ne kadar önemli bir konu değil mi? Konuştun, sordun, sakız ettin ve bitti. Maalesef her konu böyle. Mesela baroların bölünmesi. Vahametle yaklaştık, konuştuk, tartıştık. Bölündü ve bitti. Herkes kanıksadı. Sivil toplum için öyle, medya için öyle. Eğer tartışma o olayı durduracak bir toplumsal enerji çıkarmıyorsa, o zaman meşrulaştırıcı bir işlevi var. Muhalefetin bu dağınık, etkisiz yöntemle yaptığı tartışmalar, iktidarın mayınlarını temizleyen bir işleve dönüştürüyor diye düşünüyorum.

Çakır: Sen konuşurken aklıma Uygur Türkleri meselesi geldi. Bu konuda her birinin ayrı ayrı çıkışları var. Halbuki bu konu iktidar koalisyonunun ciddi bir yumuşak karnı. Uygurlar hem İslâm hem Türkler. Türkiye’de de bir tür Türk-İslâm sentezi koalisyonu var. Her birinin ayrı ayrı davaları aslında. Ama tamamen bir devekuşu politikası izliyorlar. Tabii bunun da birçok nedeni var: Çin’le kurulan ve kurulması düşünülen birtakım ilişkiler. Böyle bir noktada iktidar orada felç olmuş durumda. Bu konuyu İYİ Parti bayağı kurcaladı. Gelecek Partisi de bu konunun üzerine düştü. HDP ve özellikle Ömer Faruk Gergerlioğlu de gündeme taşıdı. Muhalefet bu konuda ortak hareket etse, mesela Doğu Türkistan Heyeti’ni beraber kabul etseler, bayağı bir değişim olabilir. Ama burada yine herkes kendi başına iş yapıyor. 

Bir diğer sorun da şu: İyi Parti Grup Başkanvekili Lütfü Türkkan’ın Suriyeliler çıkışı. Bu sığınmacılar meselesi aslında dünyanın her yerinde olduğu gibi, sağ popülist hareketlerin en güzel argümanlarından birisi. Bununla toplumsal destek sağlamak veya oy devşirmek kolay. Ama çok sakıncalı bence. Bir ittifaktan bahsederken, herhangi bir partinin bu tür popülist çıkışları yaparak ittifak duygusunu tehlikeye atma riski de var. Birçok izleyicinin, Suriyeliler ve sığınmacılar konusunda İYİ Parti sözcüleri gibi düşündüğünü biliyorum. Bu konuyla ilgili ne zaman konuşsam bana suçlamalar geliyor, ama bundan vazgeçmeye niyetim yok. Mesela bu tür olaylar da tek tek partilerin kullanmak isteyeceği birtakım sürpriz çıkışlar gibi bir risk oluşturur. Katılır mısın?

Gültekin: Tek tek partilerin kazançları, Millet İttifakı’nın zararıdır bana göre. Diyelim ki İYİ Parti, Suriye politikası üzerinden bir kazanç elde ediyorsa, Millet İttifakı dediğimiz o demokrasi cephesine zarar veriyor demektir. Benim öyle bir duygum yok. Ben “Mültecilerden bir an önce kurtulalım, kovalım, dışlayalım” diyenlerden değilim. Bu ırkçılığı siyaset malzemesi yapanlara da oy vermem. O taraftan bir kısmını alırken, benim gibi senin gibileri kaçırıyor. Bu sadece Suriye meselesinde değil. Mesela Ayasofya’nın ibadete açılması için Saadet Partisi, Gelecek Partisi, hatta İYİ Parti Meclis’te teklif verdi. Muhtemelen muhafazakâr bazı seçmenlerin gönlünü hoş etmiş olabilirler; ama öbür taraftan, seküler yani Ayasofya’nın siyaset malzemesi yapılmasını istemeyen birçok insanı da, “Bunlar Erdoğan’ın kopyası oluyorlar” duygusuyla kaçırıyorlar. O yüzden, bu ittifakın, senin dikkat çektiğin anlamda şöyle bir artısı var Ruşen. Bu farklılıkları konuşmayı da bir tarafa ertelemekle ilgili bir şey. Beş tane madde belirleyecekler: Demokrasi, adalet, güçlendirilmiş parlamenter sistem, laiklik ve liyâkat. “Bu 5 madde bizim ortak değerimiz. Önce ülkeyi buradan bir çıkaralım, sonra herkes kendi partisine gider, orada istediğini ele alır.” Diyelim Suriye meselesi. “Şu anda birinci önceliğimiz Suriye değil. Birinci önceliğimiz, ülkemizin demokrasisini kurtarmak. Kurtaralım. Sen git partine, Suriye karşıtlığı yapacaksan yap. Onun karşılığında toplum sana oy mu verir, destek mi verir, köstek mi olur, ayrı mesele.”  O yüzden, birliktelik aynı zamanda ortak değerleri ve ortak üslûbu belirlemeyi de sağlar. Bu sefer, İYİ Parti de CHP de kendi kazancı peşinden koşmaktan vazgeçer. “Benim kazancım, hepimizin kazancı” diye düşünürler.

Mesela şunu yapmıyorlar. Erdoğan “Yeni Anayasa hazırlığımız var. Mevcut Anayasa ile olmuyor” diyor. Türkiye’de anayasa deyince, zaten akla gelebilecek Serap Yazıcı, Ergun Özbudun gibi 3-4 tane doğru dürüst, demokrat anayasa hukukçusu var. Altı muhalefet partisi bir araya gelse, bu hocalara, “Bize özgürlükçü, demokrat, toplumun kabul edebileceği asgari bir anayasa taslağı çıkartır mısınız?” deseler, taslak çıktıktan sonra da dönüp iktidara, “Al arkadaş. Biz 6 muhalefet partisi olarak bir anayasa taslağı yaptık. Böyle bir Türkiye hayal ediyoruz. Buyur, tartışmak istiyorsan, sana bir anayasa teklifi sunuyoruz” deseler. Ama bunu bile yapmıyorlar. Bu maliyetli bir şey değil ki. 4 tane insanı görevlendirmek, 4 tane anayasa profesörünü bir araya getirmek, oradan bir taslak çıkartmak ve sahiplenmek.  Dikkat ettiysen, her bir parti parlamenter sistemle ilgili ayrı bir çalışma yaptı. Davutoğlu ayrı yaptı, Babacan ayrı yaptı, CHP ayrı yaptı, İYİ Parti ayrı yaptı. Ya arkadaş, muhtemelen hepiniz aynı insanlara, aynı hukukçulara yazdırıyorsunuz onu. Her bir partiden birer kişi bir araya gelip bir komisyon kursa, bir kişi onu yazsa, bu da sizin ortak bir belgeniz olur. Birbirlerinden o kadar uzak duruyorlar ki. Mesela Meral Hanım’ın, İYİ Parti’nin yüzde 12 oyu var. Yüzde 16 olsa ne olur?  Diyelim ki Meclis’te 45 değil de 75 vekili var. Ne olacak? Ya da CHP. Yüzde 22-23 oyu var. Yüzde 28 olsan ne olacak? DEVA Partisi yüzde 1,5-2 alıyormuş. Tamam, toplum senden memnun kaldı yüzde 7 verdi. Bunun hiçbir anlam ifade etmediğini, bir araya gelmek dışında, bu partilerin oylarının artırmasının siyasî anlamda bir karşılığının olmadığını bir türlü kabul etmiyorlar. Senin seçim ittifakı dediğin olayda, muhtemelen seçim günü masada eli güçlü olsun diye kendi partisinin pozisyonunu düşünüyor. Ülke bu haldeyken insan kendi partisinin pozisyonunu düşünmez ki. İnsanlar perişan halde. Yorumları okumaya yüreğimiz elvermiyor. Öyle çocukların öyle yorumları var ki, insanın canı yanıyor. Ekmek bulamıyor, 1000 TL ile okumaya çalışıyor, umudunu kaybetmiş. Ailesine bakamıyor. Böyle milyonlar var. Öbür taraftan, “Ülke gidiyor, bir şey yapamıyoruz” diye stresten, kaygıdan yara döken milyonlarca insan var. Sen hâlâ benim oyum 2 puan artsın peşindesin.

Çakır: Levent, yavaş yavaş toparlayalım programı. Sana Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığı meselesini sormak istiyorum, başından beri bu soru aklımda. Kendisine de soruldu. “Diğerleri de kabul ederse neden olmasın?” diye cevap verdi. Bu fikir kendi kafasından da geçiyor sanırım. Böyle bir seçenek mümkün mü sence?

Gültekin: Hayır. Kemal Bey’in kafasından böyle bir şey geçmiyor. Hem kendisiyle konuştuğum için hem de açıklamalarından biliyorum. Kemal Bey’in kafasından böyle bir şey geçmemesinin nedeni, “Ben aday olurum, kazanamam” meselesi değil. Kemal Bey, partili bir ismin cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı. “Ben de olsam karşıyım, İYİ Parti de olsa karşıyım” diyor.

Çakır: Ama yayında, “Evet, olabilir” dedi.

Gültekin: Şöyle anlatayım: Kemal Bey’in de Meral Hanım’ın da açıklamalarında, bana çok mantıklı gelen şöyle bir cümle var: “Bazen kendi tabanımıza bir heyecan dalgası vermek ve bir amaç etrafında toplamak için, bazı sözleri görmezden gelmek durumunda kalıyoruz veyahut etmek durumunda kalıyoruz.” Mesela ben Meral Hanım’a “Aday mısınız? Gerçekten böyle bir niyetiniz var mı” diye sordum. “Hayır, yok” dedi. Zaten bunu televizyonlarda da söylüyor. “Bu sefer, o ittifakın ortak adayını engelleyen kişi olmayacağım” dedi. Peki, ama sizin tabanınız, sosyal medyada sizi “Cumhurbaşkanı adayımız” diye lanse ediyor. “Bu oradaki duyguyu bölmüyor mu sizce?” diye sordum. Bana öyle cevap verdi: “Onlara, ‘sakın böyle bir şey yapmayın’ diyebilirim. Ama bu onların heyecanını öldürür. Bir lider olarak o insanlara bir heyecan vermem gerekiyor.” Ben hem Meral Hanım’ın hem Kemal Bey’in böyle baktığını düşünüyorum. Kemal Bey’in o sözünün tamamen stratejik bir söz olduğunu sanıyorum. “Evet, olabilirim” sözünü siyasî ahlak açısından doğru bulmadığını biliyorum. Bunu kendisi bana açık açık söylediği için burada rahatça anlatıyorum. “Ben, siyasî kimliği net olan birisinin cumhurbaşkanı adayı olmasına karşıyım. Bu bizim inandırıcılığımızı da ortadan kaldırır” dedi. 

Çakır: Umarım yeni bir Ekmeleddin olayı daha yaşamayız diye bir temennim var.

Gültekin: İnşallah. Ben de öyle umut ediyorum.

Çakır: Evet, programı burada bitirelim Levent. Çok keyifli bir sohbet oldu. Ortalık biraz daha normalleşsin, yine stüdyodan yapalım yayınımızı.

Gültekin: Evet, stüdyo çok güzel olmuş. Daha önce geldim yaralı hâlimle, hatırlarsan.

Çakır: Tabii, doğru. Evet, Levent Gültekin’le, artıları ve eksileriyle muhalefeti konuştuk. Çok güzel bir yayın oldu. Teşekkür ederim Levent.

Gültekin. İyi yayınlar, ben teşekkür ederim.

Çakır: İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.