Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba iyi günler, iyi bayramlar. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, jeneriğimizde Berat Albayrak’ın varlığını sürdürdüğü tek haber programıyız galiba. Sana söyledim mi hatırlamıyorum, geçen hafta, “Haftaya Bakış”ın rating’i en yüksek yayınını yaptık. Çıta bir kere yükseldi mi, daha da yukarı çıkmamız lâzım. Bakalım bugünkü yayın nasıl olacak?
Öncelikle şu “helâllik” meselesiyle başlayalım: Cumhurbaşkanı Erdoğan bugün, “Sıkıntıya düşen esnafımız, çalışanımız olduysa hepsinden helâllik istiyoruz” açıklamasını yapmış. Bu, aslında desteğin güçlü olmadığının bir îtirâfı. Helâllik istemiş, ama bu bir anlamda, bir şeylerin kapandığı çağrışımını da yapıyor ister istemez. Her ne kadar kendi sözcüleri durumun hiç de kötü olmadığını söyleseler de, kamuoyu yoklamalarında iktidarın epeyce bir oy kaybettiği ve ekonomik nedenlerin de birinci derecede belirleyici olduğu görülüyor. Zaten ekonomi, Türkiye’de seçmen tercihlerinde en önemli mesele olarak görülür. Cumhurbaşkanı’nın helâllik istemesini çok da abartmamak mı lâzım? Yoksa onun da bir şeyleri artık ister istemez kabullendiği anlamına mı geliyor? Ne dersin?
Kemal Can: Evet, bence biraz o anlama geliyor. Aslında açıklamalarının içine, “Türkiye, bütün dünyanın haricinde krizden kendini korudu” gibi iyimser birtakım yorumlar eklemiş; ama bu “helâllik istemek”, herkesin anladığı biçimde, “Bazı şeyleri eksik bıraktık” îtirâfı. Bu, özellikle ekonomik krizle ilgili olarak şimdiye kadar yürütülen inkâr siyaseti ya da inkâr savunması rahatsızlığının artık fazlaca belirgin hâle gelmesi. Hani hep sürekli kullandıkları, birilerine ayar vermek istendiğinde çok kullanılan, “Türkiye artık eski Türkiye değil” sloganı var biliyorsun. Bunu özellikle dışarıya doğru kullanıyorlar. Ama artık Türkiye’de ortalama insanın gündeminde Türkiye, artık “eski Türkiye” değil; iktidarın da artık eski hâlinde olmadığı, Türkiye’nin yakın geçmiş anlamında da eskisi gibi olmadığının îtirâf edildiği bir durum ortaya çıkıyor. Daha önce birkaç kez konuşmuştuk: Bütün o çuvallamalar… salgın yönetiminden ekonomi yönetimine, dış politikadan yargı uygulamalarına, eğitim karmaşasından yasaklara kadar her alanda atılan adımlar, geri alınan adımlar, birbirini ezen uygulamalar, birbirini suçlayan yöneticiler, artık kendisi isyan eden destek tabanı filan… bütün bunları bir araya koyduğumuzda, Türkiye artık eski Türkiye değil. Birkaç gün önce yaptığımız dörtlü oturum yayınında da konuştuğumuz gibi, “Erdoğan sonrası Türkiye” diye konuşulmaya başlayan şeyi daha görünür kılan da bu. Bugün Erdoğan’ın helâllik istemesi, dediğin gibi bir tür îtirâf, bir tür kabul. Birilerinin zor durumda olduğunu, şimdiye kadar kimi zaman “Nankörlük ediyorsunuz” diyerek, kimi zaman “yıkıcı, bölücü nifak hamlesi” olarak düşünülen, kimi zaman “dış güçlerin zorlaması” diye söylenen bir hakikatin kabul edilmesi. “Galiba zor durumda olan birileri var”, ama bununla ilgili yine bir sorumluluk kabulü, “Bir eksiğimiz oldu, pardon” seviyesinde bile bir özeleştiri içermiyor. Tam tersi, onlara bunu bir tür sineye çekmeleri gerektiği ve bu konuda (varsa) haklarını helâl etmeleri söyleniyor. Aslında bu bir tür kabul. Ama bir yandan da bu kabulün karşısında, bundan mağdur olan herkesin durumu nasıl algılaması gerektiği veya ifade etmesi gerektiği konusunda da bir çerçeve çiziyor.
Çakır: Ama bu, Erdoğan’ın dilinin değişmekte olduğunu çok net bir şekilde de gösteriyor. Mesela, 1 ay ya da 1 yıl öncesine kadar da benzer sorunlar vardı. Ama bu sorunlara genel eğilim, görmezden gelmek ya da başka meselelerden bahsetmek şeklinde geçiştiriliyordu. Şimdiyse, artık öyle bir noktaya gelmiş durumda ki, mecburen söylemek zorunda kalıyor. “Allah söyletiyor” diyeyim. Erdoğan gibi ülkeyi 20 yıldır yöneten bir siyasetçinin, halka ve özellikle kendi tabanına konuşurken birtakım stratejileri ve taktikleri olan birisinin, bu söyledikleri en azından çok dikkat çekici. Senin de biraz önce bahsettiğin gibi peş peşe gelen birçok hatanın… Mesela çizgi-film yapıp kaldırmak, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “Hadi biz aşılandık gelin” videosu gibi. O video için “Ne var bunda?” diyenler de oldu. Açıkçası ben rahatsız olanlardanım. Diyelim ki o videonun doğru olduğunu düşündüler. Eski AKP, bütün eleştirilere rağmen o videoyu tutardı. Eski AKP, Diyarbakır’daki hani senin içine çocuk konmuş dediğin o karpuzu…
Can: Çıkarttılar içinden çocuğu.
Çakır: Eski AKP, çocuğu o karpuzun içinde tutardı. Bir de gene Diyarbakır’da, elinde tepsi tutan zebellah gibi bir adam heykeli var. Tatlıcı mıydı neydi?
Can: Evet, kadayıfçı.
Çakır: Eski AKP olsaydı, “Ne var bunda?” deyip o kadayıfçı heykelini de tutardı. Ama şimdi hızlı bir şekilde geri adım atıyorlar. Bu bence çok anlamlı. O çizgi-film videosunun da ömrü kaç gün sürdü? 2,5 milyon izlenmiş bir çizgi-filmi 1 gün sonra yok ettiler. O heykellere de o kadar para verilmiş. Zaten o kadar para verilmesi başlı başına bir skandal. O çizgi-filmde “Eleştirileri değerlendireceğiz” deyip önce mırın kırın ettiler, sonra ânında kaldırdılar. Aynı şey, Turizm Bakanlığı’nın yaptığı aşı videosunda da oldu. Video 1 gün sonra kaldırıldı. Aslında bunlar alışık olmadığımız türden şeyler. Hatırlarsan, tren kazaları olduğunda, hiçbir şekilde geri adım atılmadı. Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan’ın görevden alınması da buna benzer bir örnek; hızlı bir şekilde oldu. Bence bunlar, AKP’nin artık çaresizliğiyle baş edemediğinin örnekleri olarak karşımıza çıkıyor.
Can: AKP’nin bugünkü gibi çok güçlü olmadığı, daha iktidarının çok taze bir evresinde, 2004 yılında Pamukova’da hızlandırılmış tren kazası hikâyesini hatırla. O zamanın koşullarına göre nispeten bunu mesele eden basın organları olmasına rağmen, geri basmadan ve fire vermeden direnmişlerdi. Genel müdürü geçici olarak görevden aldılar, ama sonra tekrar göreve getirdiler. Özel olarak da, medyayı sıkıştırma ve istediklerini söyletme konusundaki ilk deneyimleriydi. Ondan sonraki süreçte de, AKP iktidarı hemen hiçbir konuda, kendisi bir süreç içerisinde bir düzeltme yapacaksa bile, bunu birileri söyledi diye yaptığını asla göstermedi. Yani, bu anlamda bir geri adım atmayı çok önemli bir zaaf göstergesi saydığı için, asla bunu kabullenmedi. Hatta yakın zamanda, Ömer Çelik’in çıkıp, “Biz muhalefet dediği için iş yapmıyoruz” açıklaması da aslında bunun bir özeti.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ama demin de söylediğim gibi, artık Türkiye eski Türkiye değil. Hatta yapılanlar “geri adım atma” olarak yorumlanabilir mi ondan da çok emin değilim. Çünkü bir şeyin geri adım olması için, o adımın bir planlamayla, bir hesapla yapılması, istediği sonucu vermeyince de bundan vazgeçilmesini anlıyoruz. Geri adım atmak dediğimiz bu. Ama bu tür şeylerin, atılırken de son derece kontrolsüz cereyan ettiği, birtakım boşluklardan doğduğu anlaşılıyor. Mesela, o “Yalan Üretim Merkezi” videosu meselesinde, daha çok iktidar çevresinden yayılan kulisler doğruysa, video Erdoğan’a gösterilmeden devreye sokulmuş, o da görür görmez tepki göstermiş. Buna bile baktığımızda, aslında atılan ve geri alınan bir adımdan değil, bir kontrolsüzlük içerisinde yapılan şeylerden bahsediyoruz. Mesela, çok sert bir ekonomik şamara neden olan Merkez Bankası Başkanı değişikliğinde de, bir propaganda videosunda da, bir refüje dikilen heykelde de, salgınla ilgili yönetim meselesinde de benzer şeyler var. Şimdi Erdoğan “pardon” bile demedi; ama helâllik istedi. Fakat iki gün sonra, “kontrollü” diye başlayacak normalleşmenin nasıl olacağını da söylemiş değil. Yasak koyarken de 2 saate, 2 güne sıkıştırılan şeyler yapıyorlar. Normalleşirken de, aslında kimsenin önünü göremediği, neyin ne olacağını bilemediği bir şekilde yürüyor işler. Düşünsene, 2 gün sonra yasaklar bitiyor. Ama ne bitiyor? Bundan sonra hangi dükkânlar açılacak? Bu mağduriyeti yaşayanlar bundan sonrası için neler yapabilecekler ya da önlerini nasıl görecekler? Bunların bir cevabı yine yok.
Çakır: Sözünü kesiyorum ama, anlaşıldığı kadarıyla bu tam kapanma işi büyük ölçüde turizm sezonuna hazırlanmak için yapılmış. O kadar alelacele yapıldı ki, İçişleri Bakanlığı genelgesine göre işyerleri e-Devlet üzerinden çalışma izin belgesi alacaklardı. Ama yapamadılar. İlk başta, işyerlerinin hazırladığı antetli kâğıda hazırlanmış belgeler belli bir tarihe kadar geçerli olacaktı, daha sonra da e-Devlet üzerinden işlem yapılacaktı. Ama olmadı, beceremediler, işyerlerinin kendi hazırladığı belgelerin geçerliliğini uzattılar. Zaten artık sokağa çıkma yasağı da bitmek üzere. “Pazartesi her şey normale dönecek, normal ne olacak?” diyorsun ya, onu da yine İçişleri Bakanlığı genelgesiyle göreceğiz. Buradaki esas dürtü büyük ölçüde turizm. Ama turizmi düşünürken aldıkları bu kararın, özellikle esnafı çok vuracağını herkes görmüştü. Belli ki yerel parti teşkilatlarına çok yüksek sayıda şikâyetler geliyor. Şimdi bu sefer de kontrollü normalleşme yerine, büyük bir ihtimalle kaldığımız yerden devam edeceğiz görünüyor. Bunların hiçbirisi çalışılmış, planlanmış hususlar değil. Tamam, Erdoğan “kontrollü normalleşme” diyor; ama bir şey bilip söylüyor değil bence.
Can: Adım atmak ve geri adım atmak diyoruz ya, aslında bir tür yuvarlanmadan bahsetmemiz lâzım. Yuvarlana yuvarlana giden bir şey var. Öyle denk geliyor, öyle oluyor. Sistemin bütününde de bu var. Sistemi, değil yerleşikleştirme, her aşamasından, her yerinden dökülüyor. Bu, tek tek vakalar bazında da böyle. Dolayısıyla, “Şu adımı attılar olmadı, geri adım attılar” diyebilmek için, bu olayların bir tutarlılık içinde cereyan etmesi lâzım. Ama böyle olmuyor. Mesela bu turizm meselesi de öyle. Bu son yayınlanan ve tepkiler üzerine geri çekilen video, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun söylediği lâfın birebir karşılığı. Muhtemelen, bu video Çavuşoğlu Almanya’ya giderken hazırlanmıştı; Çavuşoğlu bunun lansmanını yapmaya gitti. İktidarın turizmle ilgili temel refleksleri şu: “Biz ‘her şey dâhil’ sistemi içerisinde belirli ülkelerle paket hâlinde bir anlaşma yaparsak, turistleri neredeyse ülkeyle hiç temas ettirmeden, birtakım kapalı bölgeleri turizm alanı olarak kullanırsak, zaten döviz farkı nedeniyle son derece ucuz bir ülke buradan bir fırsat çıkartabilir ve ülkeye para sokabiliriz.” Ama bu tercihi ortaya koyduğun zaman, ülkenin geneliyle, hatta sorunlu haldeki esnafla çok sorunlu bir ilişki kurmuş oluyorsun. Çünkü aslında ülkeyi açmıyorsun. Sadece, belirli bölgeleri karantina alanına sokarak, oradakileri aşılayarak, oraya da paket turistler getirerek döviz sokmuş oluyorsun. Ama bu dövizden faydalanabilecek kesimlerin çok sınırlı olacağını da baştan ilan ediyorsun. Zaten reaksiyon “Halkını düşünmüyor” meselesinden çok, bu büyütülen iktisadî aklın, nasıl dar bir sınırlı çevreyle kaldığının anlaşılması.
Çakır: Ama burada, “Turist gelsin de, ne kadar şey kurtarabilirsek” mantığı var. Hem genel olarak bütçeye bir katkısı, özel olarak da sektörün biraz toparlanması. Çünkü sektör çok kötü durumda. Tabii tek kötü durumda olan turizm sektörü değil. Ama bunun doğrudan döviz getirisi olduğu için, “Her türlü riski alıyoruz. Pandemi zaten risk. Ne yaparsak yapalım, bir yerden mutlaka bir risk oluyor” deyip bir şey yapıldı. Ama senin dediğin gibi ne derecede efektif olur, ne kadar işe yarar, ne kadar yaraya merhem olur çok belirsiz. Bir de, kendi vatandaşını ikinci sınıf vatandaş hâline düşürmek de, başta başka bir iktidar olsa, söylemini “yerli ve millilik”, “milliyetçilik” üzerine kuran bir iktidar olmasa, bir yere kadar kaldırılabilir. Ama ötekileştirmeyi, kutuplaştırmayı bunun üzerinden kuran bir iktidarın, en ufak bir şeyde bunu tamamen göz ardı etmesini de not düşmek lâzım. Bunun onda birini başka birisi yapsa, yabancı ile yerlinin ilişkisini böyle kurgulasa, işiteceklerini düşünmek bile istemiyorum.
Can: Evet. Kapanma döneminde yerli turiste denize girme yasağı ile “kendi ülkesinde parya” meselesinde de konuşuldu bu. Burada daha sıkıntılı bir durum var, o da şu: Ekonomik olarak da ayrım yaratılıyor. Çünkü turistin bu ülkeye gelmesinden fayda sağlamanın birtakım katmanları var. Turistler şehirlerde gezecek, esnaftan alışveriş yapacak. Yani sadece tur operatörlerinin ve “her şey dâhil” servisi veren kuruluşların dışında –bu kuruluşlardan biri de Turizm Bakanı’nın kendi şirketi– bundan faydalanan küçük küçük kesimler var. Eh şimdi helâllik istenen kesimlere, “Bulduğumuz formüllerde sizin yeriniz yok” demiş de oluyorsun aslında. Turizmde yarattığın bu formülle, evet, ülkeye turist de gelecek, döviz de gelecek. Ama bu dövizden faydalanma alanını çok daraltmış oluyorsun. Ülkeye gelen turistle, sadece turiste bir ayrıcalık yaratarak değil, esnafın ve diğer insanların turistle temasını kesiyorsun. Çünkü “Bizim ülkemiz daha güvenli” gibi bir söylemle çıkmıyorsun. Bugün Portekiz ya da başka ülkelerde olduğu gibi, ciddi bir iyileşme tablosu sayesinde bir potansiyeli çekmeyi değil, sadece yaratılmış özel alanlara birilerini getirmeyi vaat eden bir çözüm perspektifi açıyorsun. Bunun, bu ülkenin insanlarını rencide edici bir tarafı var. İkincisi, bu ülke insanlarının sağlığının, hayatının önemsizleştirilmesi, ikinci sınıf vatandaş hâline dönüştürülmeleri, bir de üstüne, bu faydalanılacak ekonomiden de onlara hiçbir şey düşmeyeceği, sadece, uğradıkları mağduriyet dolayısıyla, helâllik vermekten başka bir çıkışları olmadığını anlatmış oluyorsun. Bu çok sorunlu ve inkâr kadar zararlı bir şey. Bunu durmadan yapıyorlar. Sokağa çıkma yasakları sırasında, içki yasağı meselesinde, marketlerde diğer bazı malların satışıyla ilgili yasaklamalar ve benzeri şeylerde de önümüze geldi. İktidar, zorlanan birtakım şeylere çare bulamamasının dışında, şunu da ortaya koydu: Bulduğu çareler de çok eşitsiz, çok keyfî, çok dar kesimleri memnun edecek bir durum. TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’na “Keyfin yerinde mi?” ile başlayan önlemler paketini, çalışanlar başta olmak üzere, giderek esnaf ve çiftçiye… Çiftçileri de perişan ettiler. Doğru dürüst bir yasaklama stratejisi olmadığı için sebzeler, meyveler yollara döküldü. Bütün bunların toplamında, insanlar şunu görüyor: 1) İktidar artık sorunlarımıza çözüm üretemiyor; 2) Sorunlarımızın varlığıyla ilgi kurmuyor. 3) Çözüm diye getirdikleri şey, bizim derdimizle ilgili değil, kendi derdiyle ya da daha dar bir çıkar çevresiyle ilgili. Bu, zincirleme katlanarak giden bir rahatsızlık veriyor. Bu yüzden yuvarlana yuvarlana gidiyorlar. Çünkü çözüm diye öne sürdükleri ya da savunma diye ortaya koydukları her şey, yaptıkları işlerden daha beter.
Çakır: Kemal, Sedat Peker konusuna geçmeden önce, Filistin meselesi hakkında konuşalım. Filistin konusuyla ilgili bu hafta iki ayrı yayın yaptım. Biri “Hamaset Filistinlilerin yaralarını saramıyor” başlıklı yayınım. Diğeri, “Filistin dramı: Türkiye’de ve dünyada İslâmcılığın iflâsının tescili” başlıklı yayınımdı. İlginçtir, Filistin konusuna kamuoyunun çok büyük bir kayıtsızlığı olduğu kanısındayım. Giderek gündemden düşüyor. Bilirsin, bizim ilk gençlik yıllarımızda, Filistin davası tüm dünyada ve Türkiye’de çok önemliydi. Daha sonra, İslâmî hareket bu meseleyi sol kesimden aldı; onlar da belli bir yerde tuttular. AKP iktidarı da, mesela Hamas lideri Halid Meşal ile görüşme ve en önemlisi Davos’taki “One minute” olayı, ya da 2018’de yaşanan Gazze katliamı sonrasında İsrail’in Ankara Büyükelçisi’ni geri yollamak gibi olaylarla meseleyi belli bir yerde tuttu.
Şimdi 1 haftadır, Filistin ve İsrail arasında çok kötü şeyler yaşanıyor. Doğu Kudüs’te başladı, Gazze’ye sirâyet etti. Ama iktidardan, “Bunu kınamak yetmez” minvalinde açıklamalar geliyor. Bugün açıklamalara yine baktım, kontrol ettim: “Her türlü uluslararası arenada Filistin’in hakkını savunmak gerek. İsrail cezalandırılmalı” gibi açıklamalardan başka hiçbir şey yapılamıyor. “Yapılamıyor”dan kastım, bir şey deniyorlar da sonuç alamıyorlar değil. Belki bir şeyler deniyorlardır, ama kamuoyuna yansıyan bir şey yok.İsrail’in Gazze’ye saldırılarını protesto etmek için sokaklara çıkıldı. Pandemide sokağa çıkma yasaklarına rağmen gösterilerin yapılıyor olması, protestolara katılmayanların tepkisini çekti. Bir de böyle bir durum var. En ufak bir şeyde insanlara ceza verilirken, çok sayıda insanın gece vakti İsrail temsilciliklerinin önünde toplanmaları, araç konvoyları oluşturmaları ayrıca tepki çekti. Zaten o protestolardan da pek bir şey çıkmadı. Benim gözlemim, İslâmî hareket zaten dünyada ve Türkiye’de ciddi bir kriz yaşıyor, ama Filistin’de bir katliam olduğunda İslâmcılığın kendini gösterme imkânı oluyor. Hatta başka konularda sessiz kalmayı telâfi etmek için de kullanılır bu. Yaşanan birçok olay karşısında sessiz kalan birileri, “Biz de hak ve özgürlükleri savunuyoruz” diyebilmek için, Filistin meselesi ve Filistin’de yaşananları pekâlâ bir malzeme olarak kullanabiliyorlardı. Bu sefer neredeyse hiçbir şey olmadı. Hatta tam tersine, “Bize ne bundan?” diyenleri de görüyorum. Eskiden de bunu söyleyenler vardı. Ama eskiden, Filistin meselesinde îtiraz edenler, îtirazlarını dile getiremezlerdi; atmosfer buna izin vermezdi. Şimdi insanlar çok da ilgilenmiyorlar, hatta ilgilenenlere kızıyorlar. Bazıları, “Yine gündem değiştirmek için Filistin’i kullanacaklar” diye düşünüyor. Bu gündem değiştirme meselesi senin favori konun. Ama o bile olamadı.
Can: Bu söylediğin olay özelinde çok doğru, ama pek çok olayda da görüyoruz. Bu Filistin meselesi ve özellikle dünyadaki gerilimlerle ilgili olarak, İslâmcı ve kimlik siyaseti eksenli reaksiyonun, bir tür kendi alanı olarak tarif ettiği ve o tepki çerçevesini başkalarını sıkıştırmak ve zorlamak için kullandığı bir alana dönüştürdüğünü düşünüyorum. Filistin meselesi de bunlardan biri. Senin de söylediğin gibi, Filistin meselesi, 70’li yıllarda, hem Türkiye’de hem bütün dünyada, İslâmcı hareketin temel sürükleyicisi olduğu bir mesele değildi. İsrail karşıtlığı, daha Siyonist bir kökü olduğu için, İslâmî çevrelerde her zaman canlıydı. Ama özel olarak Filistin meselesi, Filistin halkının uğradığı ve asıl olarak da emperyalizmin sebep olduğu bir mesele olarak ortaya konması, büyük ölçüde solun sürüklediği bir şeydi. Daha da önemlisi, 70’ler boyunca solun, pek çok meselede herkesin reaksiyon vermesini mümkün olduğu kadar açmaya çalıştığı bir temaydı. Ne zaman ki bunu İslâmcılar domine etmeye başladı, onlar bu protesto alanını genişletmeye değil, sadece kendilerine ait kılmaya dönük hamleler yapmaya başladılar. Hatta fol yok yumurta yokken, sanki başkaları İsrail’i destekliyormuş gibi ya da Türkiye’nin diğer muhalefet çevreleri sanki İsrail’den yana tavır takınıyormuş gibi, “Niye sesiniz çıkmıyor?” söylemleri başlıyor. İnsanların sesi çıksa da, o tahakkümü o kadar belirleyici hâle getiriyorlar ki, pek çok meseleyi sadece kendilerine ait kılıyorlar ki, o alana nüfuz edemiyorsun. Bir süre sonra da reaksiyona dönüşüyor ve insanlar o meseleden uzaklaşmaya başlıyorlar. Zaten bunu bilinçli ve istekli olarak yapıyorlar. Bu Filistin protestosu da öyle cereyan etti. Bu olayda da, iktidarın kollayıp desteklediği, hatta teşvik ettiği bir çevrenin örgütlü reaksiyonuna çevirdiler Filistin meselesini. Buna zaten reaksiyon veren, eskiden de vermiş olan, verecek olanlar da, kaçınılmaz olarak bunun biraz daha çeperinde kalıyorlar. Aslında bu biraz da maksatlı yapılan bir şey.
Birazdan konuşacağız zaten: Ortada fol yok yumurta yokken, sanki Sedat Peker onlar adına konuşmuş gibi, Süleyman Soylu muhalefet partilerini suçluyor. Burada o bağlantı nasıl kuruluyor anlamak mümkün değil. Pek çok olayda da böyle. Emekli amiraller bir bildiri yayınlıyor. “Bunların arkasında muhalefet var” deniyor. Ya da, galiba televizyon yayınlarından birinde Abdülkadir Selvi söylemiş: Erdoğan, Davutoğlu ve Babacan’ı suçlamak için Filistin meselesini işaret edip, “İçimizdeki Mescid-i Aksâ’yı yıkmaya çalışan hainler” demiş. Buradan oraya nasıl geliyor anlaşılır bir şey değil. Bu, sonunda dediğin şeye yol açıyor. Genellikle sağ refleksler böyle biçimlendirilir zaten. Birtakım haklı tepkileri çok kültürel kodlarla sadece kendine ait kılarak –bu, özgürlük meselesi, vesâyet tartışması ya da uluslararası bir mesele olabilir– dar, tamamen kendine ait ve kendi dışındaki herkes için zorlu ve sorunlu bir şey hâline dönüştürerek, onları dışarıya iten bir duruma getiriliyor. Bu, hassasiyetler konusunda da böyle. Hassasiyetler, saygı ve duyarlılık bir mecburiyete dönüştürüldüğünde, tahakküm ilişkisi hâline gelir. Bir dayanışma ilişkisinden çıkartılıp diğerleri için bir suçlama temasına çevrildiğinde, bu, ayrıştırıcı bir şeye dönüşür. Herkesin dayanışma içerisinde tepki verebileceği insânî bir mesele, birdenbire insanların birbirlerini suçladığı şeye dönüşüyor. Filistin meselesinde yalnızlaşmanın pek çok dış politika parametresi ile ilgisi var, ama böyle bir zihniyet tarafı da var. Bugün Filistinliler’i bütün dünyada yalnızlaştıran şey, bu meselenin çok net ve sert İslâmîleştirilmesi ile yakın bir ilişkisi var. Bunun Türkiye’deki karşılığı da böyle.
Çakır: Burada bir not düşmek isterim. Uygur meselesine karşı tamamen bir kayıtsızlık ve sessizlik varken, Filistin meselesinin, en azından sözlü bir şekilde bu kadar kınanıyor olmasının milliyetçi çevrelerde rahatsızlık yarattığını gözledim. Yani “Dış politika konuları bizi çok fazla ilgilendirmiyor. Biz iç meselelerimize yoğunlaşıyoruz” gibi bir tavır olmadığı, Filistin meselesinde görüldü.
Sedat Peker konusuna gelelim. Ben artık bu konuda konuşmayacağım.
Can: Evet, çünkü artık senin hakkında konuşuluyor.
Çakır: “Yalılardan seslenen çakma solcu” diye sana bana söylemiyor tabii, başkalarına sesleniyor. Sedat Peker’in solcularla hesaplaşma ya da solculukla bir meselesi var. Hatta bugün “Sedat Peker solcu mu oldu?” başlığıyla bir yayın da yaptım. Hep solun referanslarına göndermeleri var. İlginç bir olay aslında.
Sedat Peker bu sefer Mehmet Ağar’dan birdenbire Süleyman Soylu’ya döndü. Onun daha önce söylediği “pislik” lâfından hareketle –belli ki Sedat Peker çok kızmış o lâfa– “Ne oldu birdenbire? Düne kadar iyiydik, şimdi ne oldu?” tadında bir video yayınladı. “Soylu o tepkiyi vermeseydi, bu 4. video çok büyük ses getirmeyebilirdi” demiştim. Bana katılmayanlar var. Ama bence olayı Süleyman Soylu büyüttü. Belli ki kendisini çok ciddi bir tehdit altında hissetmiş. Sen daha iyi bilirsin bu işleri; ama Soylu’nun bu meseleyi mahkemeye taşıyor olması akıllıca bir şey mi ben çok emin olamadım. Şu anki hukuk sisteminde olayı mahkemeye taşıması mâkul olabilir, ama sonuç olarak orada söylediği birtakım hususlar var. Sen ne düşünüyorsun? Sedat Peker kendinden çok emin gibi konuşuyor. Ama bayağı da savaş veriyor.
Can: “Aslında çok yeni bir şey de söylemiyor. Daha önce söylediklerini tekrar ediyor. Niye şimdi konuşuyor?” diye söyleniyor ya hep. Gerçi niye şimdi konuştuğu konusuna son yayınında cevap verdi.
Çakır: Allah için, iyi cevap verdi.
Can: Ayrıca, bunu soranlara, “Bir sürü insan hâlâ niye susuyor, niye mızırdanıyor?” diye cevap verilebilir. Bu, iş çevreleri için de, şimdi helâllik istenen esnaf için de söylenebilir. Bu iktidarla, şu ya da bu biçimde daha önce farklı bir ilişki içerisinde olup, daha önce konuşmayanların şimdi konuşması konusundaki şaşırtıcılık, daha genel bir şey. Ben, “Yeni bir şey anlatıyor mu?” tarafından daha çok, bu videolar serisinin yarattığı ve asıl olarak da iktidar içi ve çevresindeki ilişkilerin kritik noktalarına dokunarak, nasıl bir süreci başlattığının daha ilginç olduğunu düşünüyorum.
Kronolojiye bakarsak, uzunca bir süre herkes sessiz kaldı. Hatta Soylu da sessiz kaldı. Kendisinden dolaylı bir biçimde bahsedilmediği için, bir reaksiyon vermedi. Aslında doğrudan kendisine bir suçlama yöneltildiği için de cevap vermedi. Tam tersine, Peker’in bu açıklamalarında çok örtülü biçimde ifadesini bulan, ama anladığım kadarıyla iktidar çevrelerinde, “Aslında Soylu ile bağlantısı var” intibâının yükselmeye başladığı ve bütün işin üzerine kalma riski nedeniyle, kendisini konuşmak zorunda hissetti ve çok yüksek bir perdeden barajla açtı. Cevabı da, “dönüş bileti” temasını kullanarak Peker’den geldi. Aslında bir tür, bu iddiaları besleyen bir çıkış yaptı. Hemen sonrasında, Soylu’nun açıklamasının içerisine gömülü olan ve daha önceki istifâsında da gördüğümüz gibi, kendisinin yalnız bırakılması, hatta bazı olumsuzlukların üzerine bırakılma riskiyle işaret ettiği şeyin karşılığı olarak, hemen İbrahim Kalın ve Ömer Çelik’ten cevaplar geldi. İlginç biçimde “Soylu’yu yalnız bırakmayız” demek zorunda kalınan çıkışlar gördük. Hatta onu vurgulayarak konuştular. Bütün bunlar, Sedat Peker’in, videolarda ortaya atılan bilgilerden daha önemli başka bir süreci başlatabildiğini gösteriyor. Bence önemli olan kısmı bu. Zaten aslında niyet ettiği şey de bu. Büyük ifşaatlar yaratmak, hiç kimsenin bilmediği yeni bilgiler açmak değil. Birtakım bilgileri başka bir bağlamda yorumlayarak tekrar ortaya koyuyor. Ama daha önemlisi, bunları ortaya koydukça, birtakım sorunlu ilişkiler, sağından solundan patlıyor. Bazen birbirini suçlayarak, bazen birbirini desteklemek zorunda çıkışlar yapmaya mecbur bırakarak doğruluyor. Bu önemli bir şey.
Çakır: Burada ilginç bir nokta var, geçen gün de kendimce anlatmaya çalıştım: Sedat Peker’in çokça kullandığı, “düşmanların merhameti, dostların ihâneti” lâfının benzerini Süleyman Soylu’da da gördük. Onda her ne kadar düşman merhameti olmasa da, “dost ihâneti” olarak ifade edilen: Yalnız bırakılma meselesi. Çatışan taraflar var ve bu tarafların her biri, yalnız bırakılmaktan şikâyet ediyor. Çünkü çatışmanın kimseye bir şey kazandırmadığı çok açık. Normal şartlarda, bir çatışma, bir savaş olur, buna yatırım yaparsın. Ali mi, Veli mi? “Ali kazanır” dersin, oraya yatırırsın. Veli kazanırsa sen de kaybedersin. Ama burada, her iki tarafın açıklamalarından şunu görüyorum ki birçok insan olaya dâhil olmak istemiyor. Uzun bir süre sessiz kalınıyor. Bu çok ilginç. Mesela Tolga Ağar açıklama yaptı, AKP yöneticileri paylaşmadılar. Halbuki Tolga Ağar parti yöneticilerinden. “Bir mafya bozuntusu bana saldırıyor” diye bir açıklama yapıyor. Bunun zincirleme olarak bütün teşkilat tarafından sahiplenilmesini beklersin. Ama olmuyor. İnsanlar aleyhine de çalışmıyorlar ama, yanında da durmuyorlar. Bu bana çok anlamlı geliyor. Yani, şu anda çatışan birileri var. Bizi ilgilendirmeyen bir olay olduğu için uzaktan izliyoruz ve yorumluyoruz. Ama bunların zemininde yer alan birçok insan, kendi kaderleri üzerine bir savaş yapıldığını biliyor olmalarına rağmen müdahil olamıyorlar. Çok ilginç. Bu aslında, AKP iktidarının kaybettiğinin bir yansıması. Ben böyle okuyorum.
Can: Bu aslında kazanma kavgası değil. Bir şeyi kazanmak için bir çatışma ya da mücadele başlar. Bu mesele kazanma mücadelesi değil. “Türkiye eski Türkiye değil” meselesi burada tekrar karşımıza çıkıyor. Bu, ayakta kalma veya en az hasarla çıkmaya çalışma. Ama bu kronolojinin içerisinde bir yandan, herkes tam içine girmek istemiyor, dışarıda durmaya çalışıyor. Ama içine çekilen herkes de, bir başkasının dışarıda kalmasına izin vermiyor; onu da kolundan tutup çekmeye çalışıyor. Mesela, Mehmet Ağar üzerinden yürüyen şey, yine Peker’in müdahalesi ile “dönüş bileti” meselesiyle Süleyman Soylu’ya geçti. Onun üzerine Mehmet Ağar birtakım cevaplar verdi. “Biz olmasak, oraya mafya çökerdi” lâfı üzerinden Süleyman Soylu’nun karşılığı geldi. Bu lâfa verilen reaksiyona, birtakım siyasî sözcüler, Soylu’yu savunmak zorunda kaldılar. O savunulunca, Mehmet Ağar özür açıklaması yaptı.
Aslında, Sedat Peker dokunduğu birkaç ilişki noktasıyla birlikte, kendi açtığı tartışmaya dâhil olan herkesin birbirini içine çekmesini sağlayacak bir şeyi harekete geçirdi. Bence bu çok önemli bir şey. Çünkü keyfîlik, kanundışılık, gayrimeşru ya da yeraltı örgütlenmesi, imkânlar geniş olduğunda büyük bir avantaj yaratabilir. Ama işler sarpa sardığında, bu dağınıklık büyük bir kontrol boşluğuna sebep oluyor. İktidarın yarattığı ve uzunca bir süredir içinde yaşanılan bir belirsizlik var ve bundan herkes zarar görüyor. Ama daha önce kendisi için avantaj olan bu belirsizlik, artık kendi ayağına dolanan ve kendisini zora sokan bir şeye dönüştü. Hiç kimse, bu keyfîliğin içerisinde kendisini güvende hissetmediği için, daha önce ittifak içerisinde ya da daha önce mücadele içerisinde olduğu çevrelerin pozisyonundan emin olamadığı için, ya beklemeyi seçiyor ya da pek çok örneğini gördüğümüz gibi, yuvarlana yuvarlana yeniden pozisyon almaya çalışıyor.
Bu karmaşanın bütününe baktığımızda, senin de dediğin gibi, birilerinin burada bir operasyon yaparak birilerini tasfiye ettiği ve pozisyonunu güçlendirdiği bir resim çıkmıyor. Hâlâ, o belirsizliğin dağınıklığı içerisinde bir şey var. Sedat Peker neden bu kadar etkili sonuçlar doğuruyor? Bunu Cemaat meselesinde de yaşadık. İtirafçılığın câzibesi şudur: O bir şey söylediği zaman, pek çok insan, onun bu söylenenleri zaten biliyor olabileceğine iknâ olur. Çünkü daha önce, onun çok etkili bir konumda olduğunu deneyimlemişlerdir; bunun tanığıdırlar. Dolayısıyla, oraya dâir bir şeyler söylediğinde, başka birilerinin söylediğinden çok daha etkili olur. Şu anda, Sedat Peker’in ortaya attığı şeyler yeni olmasa da, daha önce başkaları tarafından söylenmiş olsa da, onun tarafından dile getirildiğinde, hem içeride, hem dışarıda daha çok etki yaratıyor. Çünkü insanlar şöyle düşünüyor: “Bunların bilgisine gerçekten de sahip olabilir. Muhtemelen, daha fazla şey de biliyor olabilir.” Bu önemli bir etki yaratıyor. Dolayısıyla herkes, bazen Süleyman Soylu gibi erken pozisyon alarak kendini dışarıya çıkartmak istiyor. Hatta mesnetsiz biçimde, muhalefeti de işin içine karıştırarak kendine daha korunaklı bir yer yaratmaya çalışıyor. Ya da Mehmet Ağar gibi isimler, mecbur kaldıkları için cevap verme noktasına geliyorlar. Oradan bir sitem, kırgınlık ya da rahatsızlık fark edildiği için, daha önce hiç topa girmeye niyetli olmayanlar, lâf söylemek zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla, böyle birdenbire kendini üreten bir devinim ortaya çıkıyor. Meselâ Cemil Çiçek de, “Bunlar önemli meselelerdir” açıklamasıyla başka bir çıkış yapmış.
Dolayısıyla, bütün bunlara baktığımızda, senin dediğin gibi bir tablo var. Ama bu sürecin içerdiği bilgiler değil, bu bilgilerin ya da bu tartışmanın yarattığı yeni çatışmalarla daha çok sonuç görmeye başladık.
Çakır: Mehmet Ağar her ne kadar özür dilemiş olsa da, “Biz olmasaydık buraya mafya çökerdi” lâfını iktidara bu kadar yakın bir ismin rahatça söyleyebiliyor olması, Türkiye’nin nasıl bir durumda olduğunun birinci dereceden tanıklığı olarak kayda geçmiş oldu. Bugün ikinci kez söyleyeceğim ama, “Allah söyletmiş o lâfı”.
Evet Kemal, burada noktayı koyalım ve yarınki yayını da duyuralım. Yarın, sen, Tanıl Bora ve ben, “Türkiye’de milliyetçilik ve muhafazakârlık” konusunda geniş bir yayın yapacağız. Tanıl Bora’yı uzun zamandır aramıza almamıştık, iyi bir yayın olacağına eminim. Duyurusunu tekrar yapayım: Yarın saat 16.00’da “Türkiye’de milliyetçilik ve muhafazakârlık” konusunu konuşacağız. İzleyicilerden de, YouTube üzerinden sorularını bekliyoruz.
Kemal, “Haftaya Bakış”ı burada bitirelim. Bakalım bu yayın son yayının rating’ini geçebilecek mi?
Can: Artık kendimizle yarışacağız.
Çakır: Evet, kendimizi aşmamız gerekiyor. Programı kapatıyoruz. İzleyicilerimize iyi bayramlar diliyor, bizi izledikleri için de teşekkür ediyoruz.
Can: İyi günler.