Bundan bin yıl önce, ülkemiz için belki olağan sayılacak o bunalım anlarının birinde bakanlıkta yine alarm sirenleri çalmış, bir masanın etrafında ayaküstü görev dağılımı yapılıyordu. O günkü konuyla çok doğrudan ilgili sayılamayacak, daha destek niteliğindeki bir dairenin başkanı olan abimiz toplantının sonunda kendine bir iş düşmediğini görünce, biraz da isyan ederek, “benim köftem nerede?” diye çıkışarak düş kırıklığını seslendirmişti. Sanırım, bugün Türkiye’nin Ukrayna meselesindeki çıkış noktası da aynı. Sorulan soru “yarın yangın benim mutfağıma da sıçrar mı?” değil, “mahallecek ne yapmalıyız?”, “mahallenin çabasına ben nasıl katkı sunarım?” da değil, “gün gelir bu mahallede benim ikametim sorgulanır mı?” hiç değil: “Benim köftem nerede?“
Yaptırım uygulanıp, mal-mülk ihtirasını bırakıp adeta can derdine düşen Rus oligarklar, şimdi görüldüğü üzere Tel Aviv yerine, İstanbul’a toplaşsa? Hani silkelenseler bunlardan temiz bir 320 milyar dolar çıkmaz mı, hele birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu 2023 seçimi arefesinde? Boş duran, yarım kalan Ataköy Finans Merkezi gibi projelerden işkulelerinin, Boğaz’da alıcı bekleyen yalıların piyasası canlanmaz mı? İstanbul’da, Bodrum’da, Marmaris’te marinalara bir hareket gelmez mi, en alçakgönüllüsü 100m boyundaki süper-motoryatlar buralara bağlansa? Ham petrolün varil fiyatı 120 doları geçmişken, çok daha ucuza alıcı bulamayan Rus petrolü için bir al-ver yapılsa, ruble olur, TL olur, altın olur, uygun bir fiyata el sıkışılamaz mı? –“Allaaahhh…” Ne yapıyorsunuz Aydın Bey? Alın bunu.
Zaten sözkonusu kapsamlı yaptırımlara katılmıyoruz, katılmamızı talep eden de yok. Montrö’yü uygulamamız ve Ukrayna’ya Bayraktar SİHA satış ve sevkiyatını sürdürmemiz yeterli görülüyor. Ama bunların dışında fikrimizi soran da yok. Utanmadan, yerinmeden, usanmadan Batıcılık, Atlantikçilik, hürdünyacılık yaptığımı artık biliyorsunuz. Uluslararası haber bültenlerinde ve Batılı liderlerce benimsenen söylemde NATO’nun doğu sınırı, cephe hattı sanki Polonya-Romanya’dan geçiyormuş, Karadeniz’in güneyinde kocaman bir boşluk varmış gibi benimsenen yaklaşım ayrımcı, en hafif deyimle rahatsız edici, daha açıkçası kaygı verici. “Stratejik özerklik”, “Avrupa savunması” adı altında öne çıkarılan dönüşümde NATO yokmuş da baştan keşfedilecekmiş gibi bir çelişki var.
Cumhuriyetimizin devasa demokrasi eksiği bir yana; en büyük handikap o. Denge siyaseti gerekçesiyle kurucularından olduğumuz Avrupa Konseyi’nde Rusya’nın üyeliğinin askıya alındığı oylamada çekimser kalan beş ülkeden biri olduk. Putin, Ukrayna’ya SİHA sattığı, Kırım ve Donbas’ın aidiyeti konusunda sağlam durduğu halde Türkiye’yi “hasmane devletler” listesine şimdilik almayarak asansörü boş göndermedi geri. Suriye’den de henüz ses gelmedi. Üstelik Antalya Diplomasi Forumu’nu vesile edip, “dostlar alışverişte görsün” babında olsa da, hiç yoktan Türkiye’yi o uluslararası haber bültenlerine sokturan Lavrov ve Kuleba’yla üçlü görüşme de düzenledik. Bizim gibi takımdan ayrı düz koşu yapan Hindistan, BAE ve İsrail de var. Bunların arasında önce çıkanın Bennett’in Moskova’ya gidip, oradan Berlin’e geçişi olduğunu kaydedelim.
İstihza çıkmaz sokak, tek atımlık barut. Çözümleme ve çözümler önerme için de kısır. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Sherman, bölgeye gelmişken ülkemize usulen uğradı. Ancak S-400 ve F-16 konularında olası bir ortak çözüm bulunabileceğinin ipuçlarını verdi. Başkalarına Harris ve Blinken, bize Sherman düşse de, değindiğim üçlü görüşmenin ardından Erdoğan, mevkidaşı Biden’i arayıp, kısa da olsa (çeviri dahil 45 dk.) görüşmeyi becerdi. Sızdırılanlara göre, tam adı konmasa da, “silâh ambargosu” adı altında S-400/F-16 sorununun en üstteki muhataba anımsatıldığı anlaşılıyor. En sonunda, 2.5 milyar doların üzerine bir bardak soğuk su içip, S-400 sistemini bir daha işletmemek güvencesi ve belki bir “mühür” çözümüyle, F-16 alımı ve modernizasyonunun ötesinde F-35 programına geri dönmek bile gündeme gelebilecek gibi.
Biz nasıl görmeye, göstermeye çabalarsak çabalayalım, yanı başımızdaki Ukrayna’nın vahşi işgali her şeyi değiştirdi. Erdoğan’ın Doğu Akdeniz’de ve yakın çevreyle yumuşama siyaseti de, başta ABD, Batı üzerinde olumlu etki yaptı. Biden’le telefon görüşmesine ek olarak peş peşe Aliyev, Herzog, Stoltenberg, Mitsotakis, Scholz ziyaretlerinin yapılmasını mümkün kıldı. İki süreç diplomatik olarak birbirini besliyor, Erdoğan’ın uluslararası manevra alanını genişletiyor. Devletlerarası ilişkiler o denli “soğuk yenen bir yemek” ki, İsrail Suriye hava sahasını kendine açık tutmak ve işine gelmeyen İran’la nükleer anlaşmayı torpillemek adına Putin’in gönlünü hoş tutuyor. Yahudi kahraman Zelensky’nin payınaysa “gazi*” sinagog Neve Şalom’da Devlet Başkanı Herzog’un okuduğu dua düşüyor. İşte “köftem nerede?” sorunsalına güzel bir örnek.
Burada demokrat muhalefetin içine kapanık taşrasalcılığı (“provincialism”) bir tıkanıklık yaratıyor. Putin, kurallara dayalı küresel düzeni, “bize kural, size düzen” kafasıyla dinamitledi. Bosna, Kosova, Irak, Libya’nın ötesinde Demir Perde’nin yıkılıp, SSCB’nin çöküşünü de dahi neredeyse “şahsına” yapılmış bir hakaret olarak algılıyor. Ebedi Rusya Ana, sapkın Batı, sürekli tehdit algısı, emperyalizmin amacı Rusya’yı parçalamak gibi karakûşi bir revizyonist tarih ve ulusal güvenlik anlatısını dayatıyor. Bu söylemin ülkemizdeki belirli bazı çevrelere hiç de yabancı gelmediğini teslim edelim. Korkarım, demokratik muhalefetin, Ukrayna konusunda söz söylenecekse illa Rusya ile ABD’yi sırt sırta göndererek söze girmek kaygısı da benzer bir zemine dayanıyor.
Putin’in, Zelensky’nin kellesini alıp, Kiev’e bir kukla hükümet koyup, üç günde çekilmiş gibi yapmak olarak özetlenebilecek “Kırım Max.” planı duvara tosladı. Yığınaklanan 190.000 mevcutlu gücün üçte birinin askerliğinin yapan garibanlardan, kalanın sözleşmeli profesyonellerden oluştuğu anlaşıldı. Lojistikte rezalet düzeyinde sorunlar görüldü. Üç Rus tümgeneral öldürüldü. B Planı’ysa, başta Ukrayna’nın sınıra yakın iki büyük kenti Kyiv ve Harkiv olmak üzere nüfus merkezlerini top ve roket atışı altına almak, insani koridor adı altında buraların sivil nüfustan arındırılıp, kalanları neo-nazi teröristler olarak yaftalayıp, katli vacip hedeflere dönüştürmek, Rus askerinin yokluğa, zor koşullara dayanıklılığına güvenmek. İçeriye de gerçeklerin sızmasını önlemek için tam bir karartma ve baskı rejimi uygulamak.
Biden’ın nedense taktiksel hatası hep aynı. Mutlaka benzetme yapılacak olursa, satrancı iyi, pokeri zayıf gibi. ABD’nin Ukrayna’ya asker konuşlandırmayacağı ve NATO’nun Ukrayna için savaşmayacağı belli. Ama bunları Biden sürekli vurgulayıp, sanki Putin’e yeşil ışık yakmış oldu. Uçuşa Yasak Bölge’nin fiilen savaş ilanı demek olduğu ve uygulanamayacağı da belli. Ama Biden, Putin nükleer seçeneği dillendirince, buradan geri adım atar duruma düştü. Son olarak Ukrayna’ya elindeki Mig-29’ları göndermesi karşılığında, F-16 önerisine Polonya’nın uyup bu uçakları Almanya’daki Rammstein Üssü’ne teslim etme yanıtı üzerine, yine sendeleyip, vazgeçen taraf oldu. Oysa ABD’nin cephe gerisinden verdiği siber desteğin ve altı günde Ukrayna’ya ulaştırabildiği 17.000 ATGM’nin etkisi açık. Petrol ithalatını durdurmaya dek varan kararlı duruş sergilerken, Venezüela ve İran’ın yaptırımlarını kaldırıp, piyasayı rahatlatmak gibi yaratıcı diplomatik arayollar da bulabiliyor.
Ortada bir ABD-AB-Britanya koalisyonundan hatta Avustralya-YeniZelanda-Japonya’yı dahi içine alan bir “Batı” koalisyonundan söz edilebilirse, bu defa bunu yaratan ABD önderliği değil Zelensky oldu. Kendini sarayında dünyadan soyutlamış Putin ise Çeçenistan’dan, Afrika’dan, Suriye’den Ukrayna cephesine paralı savaşçı taşımayı akıl ediyor. Harekâtın başarısızlığı dolayısıyla generallerini ve FSB yöneticilerini kovuyor. Rusya ekonomisinin beli büküldü. Putin’in oligarklara varlıklarının yarısını devlete bağışlamaları çağrısında bulunduğu rivayet ediliyor. 44 milyonluk nüfusundan beş milyonu ülkeyi terk etse de Putin’in kalanlarla nasıl başa çıkacağı belirsiz. Almanya’yı bir günde askerileştirdi. Çin dahi yardımına gelmiyor, gelse de Rusya Çin’e tabi bir köle veya müşteri devlete dönüşecek. Soğuk Savaş’a alternatif bir son yazayım derken, Putin SSCB’ninkinden de ağır bir yenilgiye hatta felakete ülkesini koşaradım götürüyor.
Eliot A. Cohen The Atlantic’teki makalesinde, Org. Petraeus’un Irak işgaline ilişkin “tell me how this ends” (“söyle bana bu nasıl biter”) ve Mareşal Foch’un her kurmayın sorması gereken ilk sorunun “de quoi s’agit-il” (“mesele nedir”) olması gerektiğine dair sözlerini anımsatıyor. Ben de adıgeçen şahsiyetlerin yanında “benim köftem nerede?” sorumla tarih sahnesindeki yerimi alırım belki. Ukrayna teknik donanım bakımından Polonya sınırından sonsuz derecede desteklenebilecek ATGM, MANPADS ve SİHA sacayağına dayanarak Rusya’yı duraklattı. Ukraynalılar, egemenlikleri, yurtları, gelecekleri için çarpışıyor. Rus tarafıysa bir diktatörün paranoyası ve 70 yaşını devirirken kleptokrasi mirasının yerine aklınca bir anıt dikmek kaygısı uğruna. Özce, bugün çözüm bekleyen “mesele” Putin ve Rusya, hünsa bir “Rusya-Ukrayna savaşı” değil.
Putin daha önce kimyasal silâh kullandı, Noviçok’la Navalny’yi ve Skripal’i zehirlemeye kalktı. Putin nükleer silâh da kullandı, polonyumla Litvinenko’yu öldürdü. Ukrayna’da da kimyasal ve nükleer silâh kullanması gayet olası. Putin için diplomasi denilen, savaşın yolunu açacak bir aldatmacadan ibaret. Lavrov’un Antalya’da kendini ne duruma düşürdüğünü gördük. Putin için insani koridorlar gibi adımlar da nihai amaca ulaşması yolunda atlama taşları. Etrafında ona akıl verecek, karşı gelecek kimse yok. Ekip halinde boğazlarına dek soyguna battıklarından zaten oradan çıkış da yok. Julia Ioffe’un anlatımıyla oradan ayrılmak, sıradan bir yaşayışa dönmek seçeneği yok, oradan ancak zindana veya mezara yol var. Aynı Putin için de geçerli. O da bunu gayet iyi bildiğinden sonuna dek gitmek zorunda. Yatıştırma, hatta çevreleme bile bu defa geçerli politika seçenekleri değil.
Türkiye, esnaf veya tüccar zihniyetle davranmamalı. “Benim köftem nerede?” sorusunu, 1856 Avrupa Uyumu, 1923 Lozan, 1952 NATO gibi diplomatik kazanımları akılda tutarak yanıtlamalı. Bu yıl Mayıs’ta AB “Strateji Pusulası” ve Haziran’da NATO “Stratejik Konsept” belgelerini kabul edecek. Bu ikisi birbirinden bağımsız değil dolayısıyla Türkiye burada kubbedeki kilit taşı denli değerli bir konum edinebilir. Seçim arefesinde kasa rahatlığı sağlamak cinliklerinden ise kesinlikle uzak durmalıdır. Kafkasya’da Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan, Orta Asya’da Türkmenistan ve Özbekistan’la ilişkilerini artık apayrı bir stratejik perspektiften ele almalıdır. Ukrayna ve Rusya’dan gelecek biliminsanı, sanatçı vb. kişilere kucak açmalıdır.
Demokratik muhalefet ise Ukrayna meselesinin, “bayrak etrafında toplanma” etkisi yaparak, kamuoyu yoklamalarına göre Fransa’da Macron’a 11% ve ABD’de 3% puan destek yazdığını da belki bir yerlere yazmalıdır. Ve, çıkan ürün ister senfonik ister kakofonik bir dış politika olsun, dümende “liyakatlı” hariciye, genelkurmay, istihbarat kadrolarının değil, doğrudan Erdoğan’ın olduğu gerçeğinin nasıl algılanması gerektiğini de.
*İstanbul’un göbeğindeki, adı “Barış Vahası” anlamına gelen Neve Şalom Sinagogu’nun 1986, 1992 ve 2003 yıllarında üç kez saldırıya uğramasını engelleyememiş olmaktan ötürü Yahudi yurttaşlarımıza özür ve dayanışma borçluyuz.
Aydın Selcen’nin “Ukrayna – Benim köftem nerede?” başlıklı yazısını Kaya Heyse seslendirdi.
Aydın Selcen’in daha önceki yazıları:
Sayın Putin Gayrettullaha dokandı
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Ukrayna – Afganistan değil Grozni, de Gaulle değil Allende
IŞİD liderinin ortadan kaldırılmasının düşündürdükleri
Ukrayna, dış politikanın kendine gelme fırsatı mı?
Hangi cumhuriyet, hangi muhalefet, hangi sağ?
Hristiyan demokrat oluyor da, Müslüman…
Dünyaya bakış 2022 – Nereden soru çıkar?
Dış politikada 2021 – Bir bilanço denemesi
Dışişleri – Cepheden cepheye, zaferden zafere…
Kutuplaşma mı, gözü yaşlı kucaklaşma mı?