Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Aydın Selcen yazdı: Zaho’da ne olmuş olabilir?

Zaho’nun Perek köyündeki olaya ilişkin bildiğimiz, bu mevsimde 50 dereceyi bulan bunaltıcı Bağdat’ın sıcaklarından ve tozundan kaçıp Irak Kürdistanı’nın görece serin yeşilliklerine sığınmış bir grup yerli turistin piknik yapmak için çıktıkları dağda (kaç metrede?) havaya uçarak, yaradana kavuştukları. Aralarında çocukların ve kadınların da olduğu sivillerin parçalanarak öldürüldüğü bir patlamadan ve o patlamaya yol açan saldırıdan söz ederken “olay” terimini yeğlemek kuşkusuz çekingen bir yaklaşım.

Zira kendi kendine oluşmuş bir durum yok ortada. Ancak “alandan gelen bilgilere göre” konuşuyoruz ve alandan bilgimiz yok. Bendeki bilgi; sosyali, gelenekseli, alternatifiyle medyaya yansıyanlardan ibaret. Bakanlıktan istifam neredeyse on yılı bulacak, üzerine birbuçuk yıl Genel Energy’deki mesaim de eklense bölgeyle (yani Irak Kürdistan Bölgesi’yle) doğrudan ilgim yıllardır kalmadı. Eskiden, alandan ve hariciye hizmetinden kendimce edindiğim bir deneyim ve birikim var. Gerisi hepimizin aklına ve ahlâkına kalmış. 

Özellikle 2003-06 arasında görev yaptığım Bağdat’a varışımın ikinci ayında yapılan intihar saldırısından başlayarak, yaşayarak, duyarak, görerek, dinleyerek, okuyarak öğrendiklerime göre patlamaların nedenini bulmak çok da zor değil. Patlayıcı yüklü bir araç, aracın altına mıknatıslanmış bir “kirli bomba”, yol kenarına tuzaklanmış “papatya demeti”, zırh delici özelliği olan biçim verilmiş ev yapımı patlayıcı, havan mermisi, top mermisi, dinamit, RPG (roket güdümlü el bombası), roket (mini-Katyuşa vs.), askeri mayın (ki anti-tankından zemberekle havaya sıçrayan anti-personeline, keza evyapımına dek çok türü var) sıralanabilir ve dahası belki eklenebilir. 

Olay yerindeki alıntılar, buluntular ve en önemlisi patlamanın yol açtığı kraterin başta derinliği özelliklerine göre nedeni bulunabilir. Günümüzde uydu ve İHA görüntüleri de herhalde bir yerlerde vardır. Bunlar “esrar perdesinin aralanmasına” yardımcı olacaktır. Sonrası, “kim yaptı?” Orada PKK/HPG dışında bulunacak terör örgütü yok. IŞİD veya İran bağlantılı milis iddiası abartılı. Saddam döneminden kalan mayın, PKK’nin tuzakladığı patlayıcı, Peşmerge hatası, hava bombardımanı veya şimdilik en güçlü olasılık olarak gözüken top atışı olasılıkları değerlendirilebilir.

Top atışı yapan terör örgütü benim bildiğim kadarıyla yok. TSK’nin bölgede süregiden bir harekât yaptığını ise biliyoruz. Hoşyar Zebari’nin iddiası muhtemelen sınırın Türkiye tarafından ateşlenen bir 155mm hovitzer mermisi. O tür hovitzerin menzili hedef gözeterek 15 km ise 30 km.ye dek de atış yapılabiliyor bildiğim kadarıyla. Zebari’nin iddiasının sağlamasını yapmak, istenirse, hukuksal ve bilimsel açıdan basit sayılır.

Dışişleri’nin savına güvendiğini, yapılan açıklamanın içeriğine, işbirliğine açık olunduğu vurgusuna bakarak varsayabiliriz. Uydu görüntüleri elinde olması gereken ABD’nin pek topa girmeye niyetli olmadığını da dile getirebiliriz. PKK’nin hele onyıllardır melce bulduğu IKB’de Kürtler’e bu tür bir saldırı düzenlemesi de herhalde eşyanın doğasına aykırı. Esasen PKK ile KDP/KYB arasındaki oldukça simbiyotik ilişkinin yazılı olmayan kurallarından biri bu. 

IKB’de kim ses verdi (Mesrur ve Neçirvan Barzani vb.), neyi, nasıl dedi, neyi demedi? Ses vermeyen neden öyle yapmayı (“meskut kalmayı”) yeğledi? Bağdat’ın tepkisinin Erbil’inkinden şiddetli olması danışıklı dövüş mü? Değilse, neden değil? Amberin Zaman’ın dikkatimi çektiği üzere Başbakan Kazımi’nin açıklamasının Arapça ve İngilizce metinlerinde sorumlu olarak Türkiye’nin işaret edilmesinde neden farklılık var? Kazımi’nin önayak olduğu ve Cumhurbaşkanı Berham Salih, Meclis Başkanı Halbusi’nin yanı sıra Muktada Sadr gibi önde gelen siyasal liderlerin bir araya geldiği üst düzeyli toplantıdan ne çıktı? Bu defa Türkiye’ye yakın sayılacak Sadr dahi neden sert çıkmak gereği hissetti?     

Artık bilmediklerimizi bırakıp, bildiklerimize geri dönelim. Türkiye-Irak sınırı esasen Türkiye-IKB sınırı. IKB’de de Habur’un karşısı İbrahim Halil kapısı ve 330 km’lik sınır boyunun hiç yoktan 30 km’lik düzlük bölümü 1990’ların ilk yarısından bu yana KDP’nin denetiminde. 300 km’lik dağlık bölümün gerisindeki sarp dağ silsilelerinde PKK’nin Metina, Gara, Avaşin-Basyan, Haftanin, Hakurk ve nihayet güneye KYB bölgesine doğru Kandil barınma, üslenme alanları bulunuyor. Dışişleri’nin açıklaması ise liyakatli ellerden çıktığı belli yazımla “Irak halkı” diye bir şeyden söz ediyor.

Ayrıca bizde “terörle mücadele” deyince dağlara havadan bombardıman yapan F-16’lar, ateşlenen hovitzerler, helikopterlerle havadan indirme yapan komando birliklerinin görüntüleri paylaşılıyor devlet iletişiminde. Ve mücadeleye destek murat ediliyor, özellikle Batı’dan. Oysa bu tür görüntülerin çağrıştırdığı kendi yurt topraklarındaysa “isyan bastırma”, komşu ülkedeyse savaş.

Bu işlere girişildiğinde “hedef şaşma” olasılığının sıfıra indirilmesi neredeyse olanaksız. ABD’nin SİHA’larla Afganistan gibi alanlarda uzaktan kumanda icra ettiği “cerrahi” vuruşlardaki yanılgı payını biliyoruz. İsrail güvenlik güçlerinin hedef gözeterek, göğsünde “PRESS” yazılı, kafasında miğferi olan Shireen Abu Aqleh gibi bir gazeteciyi hedef gözeterek Filistin’de vurması gibi örnekler de bir diğer kategori.

Yine İsrail’den örnek verirsek “hedef listesi” sıcak çatışma başlamadan istihbaratla oluşturuluyor.  Ancak sorun şu ki hava kuvvetlerinin elindeki listeyi tüketmesi birkaç gün ancak sürüyor. Ardından adeta “laf ola” Beyrut Havalimanı’nın yakıt depoları gibi stratejik anlamı olmayan hedeflere sıra gelmek zorunda kalıyor. Çatışma sona erdiğindeyse, (aynı örnekten devamla) Hizbullah’ın Lübnan’ın güneyinde İsrail’e mücavir bölgelerde kazdığı tüneller vb. altyapının ve İsrail’e füze atma kapasitesinin pek de etkilenmediği anlaşılabiliyor. 

Serhat Güvenç’ten ödünç alacağım deyimiyle “kalın doğrama” yaklaşım, “cerrahi” olana oranla çok daha az kaynak, çaba, mesai gerektirebiliyor. Yıllar hatta onyıllarca süren terörle mücadele denen, sınır ötesinde tampon bölge yahut “no man’s land” oluşturma hedefi gözetiyorsa, “kalın doğrama” yaklaşım öyle gerekçelendirilebilir. İstihbarat hatası veya bilinçli yanıltma kaynaklı Roboski gibi acı bir örnek de zihinlerimizde herhalde halen taze. Dahası nobranlık, hoyratlık, vurdumduymazlık, hesapvermezlik gibi ölçütlerle devlet sicili ortada. “Terörö” dendi mi bizlerden her daim topuklarımızı birbirine vurup, esas duruşumuzu göstermemiz bekleniyor.

“Terörle mücadele etme demiyorum, terörle şu değil bu yordamla da mücadele et yahut bu yaptığın terörle mücadele değil” diyecek olsak derhal boynumuza bölücü hain, islâm dairesine dışarıdan musallat olmuş mukallit aydın müsveddesi yaftaları asılıp, yüzümüze tükürük yağmuruyla birlikte “bayrak inmez, ezan susmaz” diye bağırılıyor. Oysa eğer savaş askerlere bırakılmayacak denli ciddi bir işse, terörle mücadele de basbayağı sivil bir uğraş. Murat Yetkin’in değerlendirmesine katılırım: Tahran’dan sonra Suriye harekâtı suya düştüğü gibi, Irak harekâtı da aksayabilir.

Terörle mücadele denince öyle de, dış politika açısından Irak ve Suriye bir mi? Bağdat ve Şam’da Saddam Hüseyin ve Hafız Esat otururken bu ülkeler açıkça ulusal güvenliğimize tehditti. Ancak çelişkili biçimde kendi Kürtlerini de hapseden düdüklü tencerelerin üzerlerinde oturduklarında, bu iki diktatör başka bakımdan işbirliği ortağı olarak da görülüyordu. Bugün (2003 ABD işgali ve 2011 Arap Baharı sonrasında) her iki ülke topraklarına girip, çıkıyoruz ama vurgumuz hep “toprak bütünlüğü ve ulusal birlik.” İki ülke IŞİD’le mücadele bakımında Batı kançılaryalarında birlikte değerlendirilirken bizim için PKK anlaşılıyor. Dış politika açısındansa iki ülkeyle ilişkilerimizin parametreleri de, muhataplar da çok farklı.  

Öyleyse yeri geldi, bu kez gerçekten “alandan bilgi” de vereyim. Biliyorsunuz alanım (Bilgin Gökberk’e öykünerek “saksım” demem daha doğru) Kadıköy. Hasbelkader 20 Temmuz Çarşamba akşamı mesai dönüşü rıhtımdan Küçük Moda’ya dek ara sokaklara da girerek dolaşmam gerekti. Her köşebaşında, her mini-meydanda öbek öbek Çevik Kuvvet bekliyordu. Meğer TBMM’deki üçüncü parti HDP’nin Kadıköy İlçe Başkanlığı’nın Suruç anması çağrısıyla mücadele ediliyormuş o gün. Sonradan görüntüler zaten fazlasıyla paylaşıldı.  

Yani Suruç’ta 34 yurttaşımızın ölüp 100’den fazlasının yaralanmasına yol açan ve IŞİD’in üstlendiği saldırıyı anmaya kalkışmak dahi “terör” demek. Nitekim anımsayanlar olacaktır, bu bağlamda Ankara Garı katliamı ile eşzamanlı Paris saldırıları davasının serencamındaki farka geçenlerde yine burada değinmiştim. Yukarıda nobranlık vs. derken boş yapmıyorum yani.       

Bağlarken de Ruşen Çakır şefime göz kırpayım: Söyleyeceklerim bu kadar…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.