Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Elif Gökçe Aras yazdı: İçi boşaltılmış bir apse – 28 Şubat

28 Şubat hakkında bu ikinci ve son yazım. Benim ve binlerce insan için hayatlarının yönünü değiştiren köklü bir travma. “Aman ne 28 Şubat’mış, insanlar cezaevlerinde işkence gördü, sokak ortasında bombalandı” demeyin. O kin yirmi yıldır hesap soruyor sizden. Bu yüzden küçük büyük demeyelim ve günahlarımızla yüzleşelim. Kemal Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çağrısı başından beri “Evet, işte bu!!” hissi uyandırdı bende. Eh, eski mahallemden taş atan çıkar mı bilmem ama eski bir mahalle sakini olarak ilk taşı ben atayım büyük şeytana. 

28 Şubat bir günde olmadı. Onu hazırlayan bir iklim vardı. Cumhuriyet kurulduğundan beri ötekileştirilen, küçümsenen dindar kesimin içine akıttığı gözyaşları vardı biriken. Devlet tarafından görünmez kabul edilen bu güruhu ve öfkelerini gören birileri vardı elbette. Cemaatler. 

Bir arada kalma güdüsünün, biz olma eğiliminin güvenli limanlarıydı cemaatler. Hatta malumunuz devletle doğrudan kuramadığı ilişkiyi dolaylı yoldan cemaatlerde organize olarak kurabildi muhafazakârlar. Kovuldukları cennete gizlice girebildikleri bir tünel bulmuşlardı. Kendileri gibi insanlarla bir araya geliyor ortak dertlerinden dem vurabiliyorlardı. Bu kesimin içinden çıkan, okumuş ama davasına sahip çıkmaya devam eden Necmettin Erbakan’ın ortak olarak dahi olsa iktidar olma cüreti, dahası iktidarda olduğu halde devlete minnet etmek yerine düşüncelerini hükümetteyken söylemeye devam etmesi, o günün Türkiyesi için elbette kabul edilebilir değildi. Sadece bu kadar mıydı? Erkekler sakallarını bıyıklarını kesip, işyerinde namaz kılmadıkça kendilerini gizleyerek devlette görev alabiliyorlardı. Ancak şimdi devletin “Benim istediğim gibi olmadıkça yanıma yanaşamazsın” ısrarı yüzünden eğitimden ve sosyal hayattan geri kalan kadınlar da kendilerine alan açıyorlardı. O yıllara değin ilkokula, şanslıysa ortaokula, az çok güngörmüş bir ailenin kızıysa liseye kadar okutulan kızların anneleri yetişkin olmuş, kızlarını üniversiteye göndermeye başlamışlardı. İmam-Hatip liseleri sayesinde daha geniş bir dindar kesim çocuklarını okutmaya başlamıştı. Gel gelelim dönemin “CeHaPe” zihniyeti bu durumdan oldukça rahatsızdı. 

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde köylerinden alınıp okutulan evlatların çocukları ailelerinden daha iyi yerlere gelmiş, daha iyi gelir seviyesine ulaşmış ve yeni bir sınıfa dâhil olmuşlardı. Bu yeni sınıf dâhil olduğu kültürden öyle memnun kalmıştı ki evine gelen yardımcı kadının, köyden gelen akrabasının veya kapıcısının eşinin yemenisine elini uzatmaktan çekinmiyordu. Daha çok kadın okumalı, daha çok kadın bu yeni sınıfa dâhil olmalıydı. Türkiye bu şekilde Avrupa ülkeleri seviyesine ulaşacaktı. Ancak hiç hoşlanmayacakları bir durum peyda oldu. Türkiye’de yaygınlaşmaya başlayan cemaatlerin telkinleri sayesinde kızlar hem okuyor hem de onlar gibi modern cumhuriyet kadını gibi görünmüyorlardı. Koca koca başörtüleri ve pardösüleriyle arz-ı endam ediyorlardı. Başörtülü doktorlar özel hastanelerde iş buluyor ya da muayenehane açıyorlardı. Olacak iş değildi. Ortalıkta çok göremezdiniz, kamuda yoktu ama varlardı. Üstelik Erbakan sayesinde şimdi hükümete de ortak olmuşlardı, derhal hadleri bildirilmeliydi. Gerekirse köylerine, gerekirse yallah Arabistan’a gitsinlerdi. 

Başı kapalı ergen bir çocuk olarak babası asker olan kuzenimle birlikte askeriye kapısından içeri alınmadığımda gözlerim dolmuştu. Öfkeli bir şekilde durumu kabul ediyor, bir yandan yarın yetişkin olduğumda alınmayacağım kapıları düşünerek kaygılanıyordum. Devletin kapısından içeri örtüyle girilmezdi. Sadece devlet mi? Hiçbir kurumsal holdingde yönetici olmak şöyle dursun, asla başörtülü bir sekreter dahi göremezdiniz. Ne banka memuru, ne büro personeli. En fazla hizmet personeli. O da örtülü değil, boneli. Dahası çok daha tahammülsüz olanlar vardı. Sokakta yürürken beni görüp sinirden titreyerek “İran’a gidin, İran’a gidin” diyen yaşlı bir kadının cüreti benim için şaşırılacak bir şey değildi. Belirsiz bir geleceğin üçüncü noktasıydı. 

28 Şubat’ı yaşadığımda kâbus zannettiğimden de erken bulmuştu beni. Devlet liseyi, üniversiteyi bitirene kadar sabredememişti öz evladını reddetmek için. Daha lisedeyken okulla ilişiğim kesilmişti çünkü en nihayetinde ben henüz bir çocuktum ve geleceğime ailem karar verecekti. Gözümün yaşına bakmadan aldılar okuldan. Çünkü artık ergendim ve başımı açmam haramdı. Devlet ve ailemin ortak kararıyla cehaletle cezalandırılıyordum. Ait olduğum yer okul sıraları değil, evdi. Evde geçirdiğim her gün daha da ağır gelmeye başlamıştı. Eğitim hayatıma dönmek iyice hayal olmaya başlarken zihnimi diri tutmak için kitaplara sarılıyordum. Hayalim psikoloji okumaktı. Şimdi ise psikolojimi düzgün tutmak için kendime tutunacak bir dal arıyordum. 

Bir gün anneannemin verdiği harçlıklarla kitap almak için sahaflarda gezerken sosyalist gençlerin açtığı bir kitap sergisine denk geldim. Çekine çekine içeri girdim, tahmin ettiğim üzere “Bunun burada ne işi var” bakışları orada beni bekliyordu. Ancak içlerinden Deniz Gezmiş parkası giyen bir genç kocaman bir gülümsemeyle “Buyurun nasıl bir kitap arıyorsunuz?” diye sordu bana. Ne istediğimi bilmiyordum ama beynim numarasını yaptı ve “Psikoloji, psikolojiyle ilgileniyorum ama nereden başlayacağımı bilmiyorum. Bana başlangıç yapabileceğim bir kitap tavsiye eder misiniz?” dedim. Genç adam neyime güvendi bilmiyorum ama bana başlangıç için o dönemler çok popüler olan ve asla ilgimi çekmeyen NLP kitapları vermek yerine Freud’un kitaplarını tavsiye etti. “Psikolojinin babası bu adamdır” dedi. Hayatımda ilk defa duyuyordum o ismi. Pahalıydı ama yine de param iki kitabını almaya yetiyordu ve tüm paramla o kitapları aldım. Öteki Yayınları’ndan çıkan “Giriş Dersleri” ve “Psikopatoloji Üzerine”. Aman tanrım!! Kitabın sonundaki terimlerin anlamlarını ezberleye ezberleye, bazen sözlük yardımıyla ve defalarca anlayana kadar paragrafları, dipnotları tekrar tekrar okuyarak bitirdim o kitapları. Benim için büyük bir keşif, muazzam bir dünyaydı. 

Bir yandan Freud okuyor, bir yandan ailemin hoca efendisi, okumak için başımı kesinlikle açmamam gerektiğine fetva veren Prof. Dr. Mahmut Esat Coşan’ın kendi kurduğu radyodan günde üç defa yayınlanan sohbetlerini zorla dinliyorum. Çünkü ailem her ne kadar kararından eminse de benim depresyona sürüklendiğimi görüyor, onlar gibi hayatımdan memnun olmam için kendilerini tatmin eden sohbetleri dinlersem mutmain olacağımı zannediyorlardı. Bir yandan ailemin, benim hayatımın sınırlarını çizdiği din neymiş diye meal, ilmihal, hadis külliyatları okuyorum, bir yandan Freud’u. Bir gün mutlaka üniversite okumak hevesim hiç kaybolmadı bu yüzden.

Ama tüm gün evdeydim sonuçta. Bir-iki sene içerisinde cemaatten eve görücüler getirilmeye başlandı. Ne yapacağımı bilemiyorum ama neyi istemediğimi biliyorum. Eğer hayalimdeki gibi biriyle evlenirsem ileride okuyabilirim ama ailem gibi düşünen biriyle evlenirsem şu anki hayatım daha da çürümüş olarak sonsuza dek devam edecekti. Şu an bu evden evlenerek kaçma şansım var ama o evden kaçma şansım olmayacaktı. “Acaba okumuş bir çocuk almaz mı beni?” “Almaz tabi” diyorum. “Okumuş adam okumuş kız ister.” Ya da aşağılayacak kız. İkisi de olmak istemiyorum. Ne cahil bir adamın karısı ne okumuş bir adamın aşağılayacağı kadın.

İlk talibim başka cemaatten bir tüccarın oğlu, babasından daha cahil bir yobaz. Başımı örtmem yetmezmiş, onların cemaati çarşaf takmayı şart koşuyormuş. Ateşimin çıktığını hissediyorum ve ne yapacağımı, bu belayı nasıl savuşturacağımı düşünürken, oğlan sohbet açmak için “Nelerden hoşlanırsınız?” diye sorarak bana müthiş bir fikir veriyor. “Ben kitap okumayı çok severim, şuan Freud okuyorum, siz kimleri okursunuz?” diyorum. Çocuk ağzındaki kurabiyeyi yutamadan bana bakıyor. Kızarıyor. Öksürüyor. Şimdi ateşinin çıkma sırası onda. Birkaç gün sonra haber geldi. Çocuk beni istememiş. Onların cemaati daha mutaassıpmış. “Bizim cemaatten çarşaflı bir kız istiyorum” demiş annesine, “hay hay “demiş annesi de. Beni teselli edenlere kaderimi kabullenerek “nasip” diyebildim ve uzunca bir süre cemaat beni rahat bıraktı. Artık çocuğa ne dediysem, belli ki evlilik için henüz uygun değilim. Beni olgunlaşmaya bıraktılar.

O sıralarda işte her gece siyaset meydanları, 32. Gün’lerde benim gibilerin aslında ne olduğu hakkında atılıp tutuluyor. Babam çat televizyonu kapatıp radyodan sohbeti açıyor. Gözlerim doluyor. Benim iyiliğim için beni cehennemden koruyan Prof. Dr. Mahmut Esat Coşan’ın tavsiyelerini dinliyorum başım zonklayarak. Hayattaki yerimi, asıl dert etmem gereken konuları öğreniyorum. Sonra da yatıyorum. Yine harçlıklarımı biriktirip gizlice aldığım diskman’imi açmış Tarkan’dan “Ölürüm Sana” dinliyorum. Hâlbuki az önce “Şehvet veren müzik haramdır” diyordu. Yazıklar olsun, ben “adam” olmam. Jennifer Lopez, Avril Lavigne, T.A.T.U. dinliyorum. Çılgın rock şarkıları dinliyorum. Ve onlar bağırırken ben de kısık sesimle çığlık atıyorum içime içime. Geleceğimi hayal ediyorum. Günlerini göstereceğimi.

Çocuk yaşta evlendirilen kızlar için reklam kampanyaları dönüyor televizyonda. “Tunceli’de Bir Kızım Var, Öğretmen Olacak” zamanla adı değişiyor, “Anadolu’da Bir Kızım Var Öğretmen Olacakoluyor,  “Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları” oluyor. Küçük yaşta evlendirilmelerini önlemek için okumayan kızları okutmak istiyorlar ama başları açık olmak kaydıyla. Yıllarca reklamları her gördüğümde aynı soruyu soruyorum.

 “Gelsem beni de alacak mısınız okula?” Cevap yok. Beni muhatap alan kimse yok.

Ta ki 2002 yılında Erdoğan beni muhatap alacağı sözünü verene kadar. Sonunda bir umut doğuyor. Evlenmemeyi başarmışım. Açıköğretimde sınav gözetmeni çok şirret olmadıkça başı kapalı sınava girebiliyordunuz. Kardeşime bir defasında tutanak tutulmuştu, başı kapalı sınava girdi diye. Ama en nihayetinde ikimiz de açık öğretim lisesini bitirmiştik. Cemaat ve devlet onun üzerinde başarılı olmuştu. Evlenmiş iki çocuk yapmış, ev hanımı olmuştu. Ben hala okumayı bekliyordum. Ancak Erdoğan’a bir türlü fırsat vermiyorlardı ki şu yasayı geçirsin. 

Sonunda yasayı geçirecek ortam doğduğu halde hala yasayı Meclis’e getirmiyordu Erdoğan. Ve çıplak gerçek oracıkta duruyordu. Erdoğan, önündeki seçimlerin en gözde vitrin süsü olarak bizi saklıyordu. Ancak öyle bir seçim yetmez, önündeki iki seçim için de bizi kullanacaktı. Onu çok iyi tanıyordum. Yasanın çıkması için nereden baksanız iki-üç yıl daha beklemek demekti bu. İşte o zaman yüzleşmek zorunda kalmıştım büyük umudum Erdoğan’la. Onun için elzem bir dava değildi benim davam. Sadece daha fazla oy alabilmek, alanını daha fazla genişletmek için bir kozdum sadece. Özgürlüğümü elinde bir ödül gibi tutuyor ve “Bunu mu istiyorsun? Oyunu bana ver ve gel al” diyordu. Gitmedim. Orada durdum ve o günden sonra hiç gitmedim peşinden. Ailem gitti ama hala gidiyor. Çünkü “O düşerse Kudüs düşer”. 

Yine de üniversiteler kuralları biraz esnetmiş, bazı üniversiteler başörtüsüyle ya da başörtüsü üzerine perukla derse girmeye izin veriyorlardı. Bu fısıltılar ailemin de kulağına gitmiş ve hayatına tahammül edebilmek için antidepresanlar kullanan bu deli kızın daha da delirmemesi için artık okumasına izin vermek zorunda kalmışlardı. 24 yaşımdaydım. Yaşıtlarım üniversiteden dönüp işe giriyor, evleniyor, ben henüz üniversite sıralarına gitmeye hazırlanıyordum. Uzun yıllardır örgün eğitim almadığım için hiç matematik bilmiyordum. Ama kitap okuduğum için Türkçem iyiydi. Bir yıllık hazırlıkla dört yıllık okulları tutturamamıştım, iki yıllık bir bölüm kazanmıştım. Hocalarım “Bir yıl daha hazırlan, psikolojiyi alırsın” diyordu ama ne o bir yılı finanse edecek param, ne de zamanım vardı. Balıklama atladım hayata.

Hep muhalif kesimi okuyor, izliyor Türkiye nereye gidecek onlardan dinlemeye çalışıyordum. Bizim kesim bir hayal dünyasında sürükleniyordu çünkü. “Yetmez Ama Evet”çiler çıkıyordu saf saf. Para veren altın bulsun, iş dünyası Erdoğan’ı destekliyordu. Kürtler bir umutla ellerini açıyorlardı uzanan ele. Bilmiyorlardı uzanan el, ellerinde avuçlarında ne var ne yoksa alacak ve yoluna devam edecek.

“Minareler kurşun, müminler asker” diyen Erdoğan dediğini yapmıştı. Dinin tüm sembollerini kendi partisiyle özdeşleştirdiği için artık sokaktaki her başörtülü genç kız onun bayrağını taşıyan bir direk, her cami perşembe akşamları okunan selalarla onun marşını çalan seçim aracına dönüşmüştü. O kadar ki AKP’ye oy vermediğimi öğrendiğinde annem “Ahirette bunun hesabını Cenab-ı Hakk’a nasıl vereceksin” demişti. Müminlerin bir kısmının itirazı vardı ama çoğuna göre seçme şansları yoktu. Yıllarca öyle bir aşağılanmışlardı ki Erdoğan ülkenin eski elitlerine günlerini gösterdikçe “oh” çekiyor, Erdoğan devletin kapılarını onlara açtıkça hunharca içeri dalıyor, yıllarca kendilerinden esirgenen kadrolara yerleşiyorlardı. Hepsi mi? Hepsi değil elbette. Her mahallede ahali tarafından deli yerine konan vicdanlı yürekler vardır. Bir gün o yürekler ve Erdoğan’ın elini sıktığı için dersini alan herkes büyük bir bahçede toplandı. GEZİ’de. Erdoğan’ın karşısında kim varsa oradaydı. Ve daha da kötüsü bir aradalardı. Birbirlerinden güç alıyorlardı. Birbirlerine tahammül ediyorlardı. Daha da kötüsü evlerinin önünü süpürüyordu her biri.

Hani belediyenin hizmetleri ne olacaktı şimdi?

Zamanında devlet ve onun sahibi olduğunu düşünen insanlar tarafından o kadar iteklenmeme rağmen, devir değiştiğinde devlette bir kadroya yerleşmeyi reddettim. Ailem ve çevrem tarafından enayi ilan edildim. KPSS’de yüksek puan aldığı halde atanamadığı için intihar eden gencin vebaline giremezdim. Bu ülke her ülkeye nasip olmayacak bir güzelliğe, etnik çeşitliliğe ve zengin bir kültüre sahip. Birileri düşmanlaştırmadıkça bir arada yaşayabiliyoruz. İyiliğin bir nihayeti var ama kötülüğün yok. İnsanca yaşamak ve hakça paylaşmak için birbirimize güvenmekten ve tahammül etmekten başka yolumuz yok. 

Son yirmi yılda baş döndürücü bir hızla travmalarıyla yüzleşti Türkiye. AKP hükümetinin ötekileştirme siyasetine maruz kalan herkes, zorla gidilen bayram ziyaretleri gibi birbiriyle konuştu, uzak kuzenler tanıştı. Aslında iyi biriymiş dendi. Şimdi geriye tek bir şey kaldı. Hakkını teslim etmek boynumun borcu. Kemal Kılıçdaroğlu’nun yüce gönüllülükle ve ince zekasıyla bulduğu bir çözüm:

Helalleşme

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.