İktidarın ekonomiden sorumlu bakanı, bir televizyon kanalında anlatıyor: “Geçen bir ülkenin ekonomi bakanı ile konuşuyorduk; ‘Sizde enflasyon çok yüksek’ dedi. Ben de cevap olarak ‘Bizde enflasyon yüzde seksen ama biz sokağa çıkabiliyoruz, siz yüzde onla bile sokağa çıkamıyorsunuz’ dedim”. Son derece çarpıcı tabloyu ne güzel özetliyor değil mi? “Enflasyon var, kriz var, sıkıntı var ama bunlar vatandaşın sorunu, iktidarın sıkıntısı değil. Onlar da bunu bize asla hissettirmiyorlar” demeye getiriyor. Bakan Nebati, konuşmasının devamında bunun bir kanıksama olmadığını, hem istedikleri sabrın gösterildiğini hem de arkalarında yirmi yıllık icraat rezervi olduğunu söylüyor. Yani doları tutmak için Merkez Bankası rezervlerini kullandıkları gibi, kendi siyasi sermayelerinden yiyerek yola devam ettiklerini açık seçik anlatıyor. Söz konusu konuşmada enflasyonun faydalarından bahseden bakan, daha önce de “Dar gelirliler sıkıntıda ama çarklar dönüyor, büyüyoruz” demekte bir beis görmemişti. Ülke tarihinin -en azından bu kadar kısa sürede yaşanan- belki de en yüksek ölçekli servet transferinin, kimden alıp kime taşındığı göstergelerde açıkça izleniyor. Zaten bunu gizleyen, saklayan da yok, hatta övünenler var. Yıkıcı bir sorun ve açık gasp karşısında, sessiz sokaklardan mutlu olanları da yine onlardan öğreniyoruz.
Rakamları teknik ayrıntısına girmeden okuyunca bile durum gayet açık, herkes her gün yaşayarak başına ne geldiğini idrak ediyor. Ancak iş, “boş tencere siyasetine” gelince resim birden flulaşıyor. “Boş tencereler”, Bakan Nebati’nin söylediği gibi boş sokaklarda ses vermiyor. İnsanların yaşadıkları zorluklar, buna sebep olanların üzerinde bir baskı haline gelmeye başladığında siyasi bir meseleye dönüşür. Aksi halde tek tek insanların veya toplu olarak vatandaşın derdi olarak kalır. Vatandaşın derdinin iktidarın sıkıntısı haline gelmesi, bir siyasi süreç ve bu süreçte boş tencere kadar sokakların boş olup olmaması da önemli. “Boş tencere iktidar götürür” lafı, yaşanan sıkıntılardan dolayı birilerine fatura kesilmesiyle ilgili siyasi müdahale biçimini ifade ediyor. Ekonomik kriz dolayısıyla iktidarın çok ciddi bir destek erimesi yaşadığı ortada. Bunun ekonomik krizin -sandıkta görülecek- siyasi sonucu olarak ifade edilmesi de mümkün elbette. Ancak, bu aşırı pasif siyasi müdahale biçiminin ve siyasi aktörler üzerindeki baskısı son derece cılız. “Biz sokakta rahat dolaşıyoruz” lafı tam olarak gerçeği yansıtmıyor olabilir ama bütün sokakların iktidara dar edildiği, boş tencerelerin ses verdiği atmosferden de bahsedemeyiz.
Bakan Nebati’nin “sokaktaki rahatlıklarından” bahsetmesi, muhalefetin “sokağa çekilme” ihtiyatına da başka bir pencere açıyor. En azından açmalı. Sokakların hareketlenmesinden medet uman, bunu kullanarak gerilim arayan bir iktidarla karşı karşıya olunduğu ezberini, “sokakların bomboş olmasından” sağlanan avantajı açıkça anlatan iktidar mensubunu dinleyince, tekrar gözden geçirmek gerekir herhalde. Boş sokaklar, iktidarın istediğini yapmasını engelleyen bir sağduyu gösterisi ve siyasi basiret şahikası gibi durmuyor. En azından böyle düşünülmesinden memnun olan iktidarın, aslında pek böyle algılamadığı ortada. İktidarın çözmediği hatta neden olduğu sorunların baskısını -olması gerekenin çok altında- hissetmesi, hala süreci geriye çevirebileceğine ilişkin özgüvenini besliyor. Anketlere verilen, “Sorumlu olan iktidar ve o çözemez” cevaplarının veya muhalefet siyasetçilerine yakınılan dertlerin, iktidara yönelmesinde, ona dert olmasında ciddi bir sorun var. Bunun önemli bir parçası boş sokaklar. Sokak, Türkiye’de özellikle 70’li yıllara referans verilerek çatışma, gerilim ve bu zemindeki olağanüstülük ile ilişkili tanımlanıyor. Oysa sokak, “nabız” sohbetlerinin konusu olması hasebiyle olağan ifade alanlarından birisi. Sokağa rahatça çıkabilmek veya çıkamayacak hale gelmek bu yüzden önemli.
Türkiye, sivil hareketliliğin ve sokakların çok canlı olduğu, yüksek bir protesto kültürü geliştirmiş ve isyankar ülke görüntüsü veren bir siyasi tarihe sahip değil. Bir zamanlar her vesileyle “Böyle giderse toplumsal patlama olur” iddialarına rağmen, güçlü toplumsal patlamalar pek yaşanmadı. Sokak, aşağının yukarıya itirazını bağırdığı bir yer olmaktan ziyade, insanların birbirine saldırdığı ve yukarının kolay kullandığı bir çatışma alanı gibi etiketlendi. İktidar sahipleri bunu verimli kullanabildikleri için, ebeveynler gibi sokağı tehlikeyle eşledi, özgürlüğü önce orada boğmak istedi. Ancak bu ülkenin sokakları her zaman tamamen bomboş kalmadı. Bu ülkeyi, her vesileyle kendisini sokağa atan Fransa gibi düşünmesek bile, Baas rejimi altındaki ülkeler gibi, kendini sokakta hiç ifade edemeyen bir dilsizlikle tarif etmek de haksızlık olur. Zirve yılları 70’ler olmakla birlikte, çeşitli dönemlerde örgütlü -veya örgütsüz- protestoların çok etkili olduğu, sokakların siyaset yapılan yerler haline geldiği zamanlar yaşandı. 15-16 Haziran, kitlesel 1 Mayıs’lar, 90’ların işçi eylemleri, yeşil direnişler, elbette en yakın örnek olarak Gezi ve sürekli olarak sokakları geri isteyen kadın yürüyüşleri. Özetle, sokak tarihi boş bir sayfa değil.
Altı boş, son derece dengesiz, pek de isabetli olmayan soyut varsayımlara yaslanarak sürebileceğine inanılan temsili demokrasi, yaklaşık yarım yüzyıllık sistemli tahribatın sonucunda, siyasetin en dar tanıma sıkıştırılmasıyla cevap kabiliyetini iyice kaybetti. Tercih farklarının silikleştiği, seçimlerin reklam konkuruna dönüştüğü bir zeminde, çoğunlukçuluğun patlaması, seçim sonuçlarını vurgun gibi değerlendiren otokratların palazlanmasında şaşırtıcı bir taraf yok. Siyaset, derin bir zihniyet sığlığına doğru sürüklenirken, alternatif olabilecek bütün örgütlenmeler -daha önceden- güdükleştirilmeye başlanmıştı. Sendikalar, meslek kuruluşları, şirketleşen sivil toplum örgütleri. Aslında kurumsal yapılarla birlikte, kendini örgütleyebilen başkaldırı fikri, bu büyük saldırıya fazla direnemedi. Sokağı çocukların elinden alan, oyun alanı olmaktan çıkartan süreç, yine sokağın toplumun elinden alınmasında ve siyasetin arenası olmaktan çıkarılmasında benzer biçimde işledi. Otomobillerin işgali altında, tehlikeli yerler haline getirilen sokakları bırakıp evlerine çekilen çocuklar gibi, kalabalıklar da beraber ve çok olmanın alanını terkedip kredilendirilmiş yalnızlığa hapsoldu. Bugün gelinen noktada, ne sokağa çıkmayı örgütleyecek yeteneği ne bunu durduracak ikna gücü olan yapılar var. Kendini yeniden inşa etmesi gereken bir kapasite sorunu bu.
Son yıllarda, sadece Türkiye’de değil bütün dünyada demokrasinin ve aslında tüm siyasetin kavramsal ve kurumsal kapasitesindeki erozyon tartışılıyor. Türkiye’de buna ek olarak devletin kurumsal kapasitesinin imha edildiği bir sistemin yerleştirildiğinden söz ediliyor. Kavramların altı boşaltılıyor, kurumlar işlevsiz hale geliyor, değil ağır saldırılara, basit zorlamalara bile direnemeyecek kadar cılızlaşıyor. Bu kapasite kaybını, kimileri kolayca toparlanabilecek geçici bir rahatsızlık olarak tanımlıyor, kimileri de ağır tahribata yol açan derin yapısal sorun olarak görüyor. Bu meselelerin yanına, hala umutlu olmamızı sağlayabilecek toplumsal dinamiklerin ve asıl olarak onların örgütlenme kabiliyetindeki aşınmanın da konması gerekiyor. İtirazın kendini örgütleme istidadında da ağır bir kapasite kaybı var. Kullanılmayan kasların güçsüzleşmesi ve körelmesi gibi bir durum. Siyasetçileri yaptıkları ve yapamadıkları yüzünden sokağa çıkamaz -en azından çıkarken biraz düşünmek zorunda bırakacak- hale getirecek nedir? Bu nasıl örgütlenir, nerede kendine zemin bulabilir ve nasıl ifade edilir? Bu soruların hazır, deneyimlenmiş veya üzerine düşünülmüş cevaplarının sanılandan daha uzağında olabiliriz. Yani iktidarı alınca ne yapılacağının tam bilinip bilinmediği sorusu, sokak geri alınınca ne yapılacağıyla ilgili olarak da geçerli.