Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Alphan Telek yazdı: Bilge Yılmaz ve Ali Babacan çekişmesi – Ne kadar farklılar?

Altılı masa 28 Şubat’ta güçlendirilmiş parlamenter sistem (GPS) önerisini açıkladıktan hemen sonra herkesin dikkati bu kez altılı masanın ekonomik yol haritasına yöneldi. Uzun zamandır, partilerin nasıl bir ekonomik plan ve programları olduğunu açıklamalarının hem Türkiye’nin yarını hem de seçim sath-ı maili için oyun değiştiren bir unsur olabileceğini iddia ediyorum. 

Ekonomi politikası ve tercihleri sadece Merkez Bankası bağımsızlığı, sağlıklı bir para politikası ya da kurumların yeniden tesis edilmesi gibi makro politik unsurlar içermiyor. Nasıl bir vergi ve vergilendirme politikası izleneceği, özelleştirme ve ihtiyaç halinde kamulaştırma durumunda nasıl bir pozisyona sahip olunduğu, Türkiye’nin ihracat/ithalat dolayısıyla dış ticaretinde nasıl bir yönelime gidebileceği, Türkiye ekonomisinin ücretlilere ne sağlayabileceği, nasıl bir sosyal politika izleyeceği gibi sayısız alt kırılımları olan bir yaklaşıma ihtiyaç var. 

Bu yaklaşımın GPS ile birlikte altılı masanın bileşenleri tarafından bir kabine dahilinde adayla birlikte anlatıldığı bir seçim kampanyası karşısında Erdoğan’ın bir şansı olduğunu düşünmüyorum. 

Altılı masa vites küçülttü

Ancak ne yazık ki 28 Şubat’ın hemen ardından seçim yasası değişikliği ile de beraber, partiler ortak tutum ve politika geliştirme süreçlerinde vites küçülterek gitmeye devam ettiler. Dahası, parti temsilcilerinden duyduğumuz kadarıyla ekonomik yol haritası ve politikaları konusunda ortaklaşılmak istenmiyor. 

Bunun başlıca sebebi, bu konudaki performansın partilerin başarı çıtasını belirleme ihtimali. Kısacası, ekonomik kötü gidişat, yoksullaşma ve güvencesizleşme halleri partiler için Türkiye’nin kader seçiminde ortak bir konu olmaktan ziyade, birbirleriyle kıyasıya rekabet edecekleri ve seçmeni esas olarak etkileyecekleri bir yarış alanı olmuş durumda. 

Ne söylemde ve ne de politikada uzlaşılmasının sebebi bu. AKP’nin son 20 yılda ülkenin ekonomisini getirdiği hal, muhalefetin eline bitip tükenmek bilmeyen ve tükenmeyecek olan bir malzeme sunuyor. Faizden enflasyona, asgari ücretten haksız kamu ihalelerine, Merkez Bankası bağımsızlığından liranın durumuna kadar herkesin ama herkesin ilgilendiği ya da ilgilenmek zorunda kaldığı bir zaman diliminde, ekonomi söylemi ve politikası partilerin yarış alanı olmuş durumda. Bu doğru bir tercih mi? 

Türkiye’nin yeniden demokratik bir ülke olup olmayacağının belirleneceği bir kader seçiminde mesele Türkiye’dir, partiler değil. Ama siyasetin ezici doğası baskın hale gelmeye çalışıyor. Aslında köprüler çoktan atılmış olurdu ama altılı masanın varlığının toplumsal bir tarafı var. Toplum; birlik, beraberlik ve başarı bekliyor. Doğal olarak bütün partiler yarışı optimum seviyede tutmaya çalışıyorlar, aksi halde seçmen tarafından ahlaki bir yaptırıma maruz kalabilirler. Bunun sonucu da sandık olur elbette. Ancak sandık bu kez bütün partiler ve bütün siyasal elitler için bir varoluş sorunu haline gelmiş durumda. Başarısızlık durumunda bütün siyasi elitlerin silinmesi ihtimali de çok güçlü, 2002’de olduğu gibi. O yüzden kontrollü bir ekonomi kavgası veriliyor. 

Bu hafta gördük ki İYİ Parti Ekonomi Politikaları Başkanı Bilge Yılmaz, ekonomideki kötü gidişatın temellerinin son beş yılda değil, Ali Babacan’ın AKP’de yıldızlaştığı zaman diliminde başladığını söylüyor. Babacan’ın en güçlü vaadi ve kendini en güçlü hissettiği yerden onu vuruyor. Babacan, DEVA kurulduğu günlerden bu yana hem toplumsal katmanda hem uluslararası camiada hem de siyasi elitler arasında ekonomi yönetiminde güvenilen ve rakipsiz biriydi. DEVA’yı da bunun üstüne inşa etti. Çok açık ki Meral Akşener, Ümit Özlale ve Bilge Yılmaz gibi iki değerli ismi kadrosuna katarak bu rakipsizliği kırmak, dolayısıyla Babacan’ın etkisini azaltmak istedi. Dahası ekonominin toplumda birinci endişe olduğu dönemde, bu noktaya çok nitelikli bir dokunuş yaparak seçime giderken İYİ Parti’yi yapan/eden/eyleyen, kısacası muktedir bir parti imajına götürmek istiyor. Peki CHP ve DEVA bu noktada nerede?

Üç tarz-ı ekonomi

Daha önce CHP, İYİP ve DEVA arasındaki ekonomi yaklaşımının Türkiye’de üç farklı tarz-ı ekonomi oluşturduğunu ve bunların farklılaşan yönlerini kaleme almıştım. Gelecek Partisi’nin ekonomi kadrosunun da (Serkan Özcan, Kerim Rota) çok güçlü olduğunu biliyoruz ama buradaki özellikle İYİ Parti ve DEVA’ya odaklanmak istiyorum. 

İYİ Parti ve dolayısıyla Yılmaz/Özlale ikilisi temel olarak kalkınmacı yönleriyle DEVA’nın piyasacı/liberal ekonomi yaklaşımından ayrılıyorlar. İYİP ile DEVA yeniden kurumların inşası ve bağımsız para politikaları konusunda uzlaşıyorlar. Ama İYİ Parti kamusal hizmetler konusunda DEVA’dan daha müdahaleci. Ali Bey ise devlet müdahalesine şiddetle karşı çıkan biri. 

CHP ise bu noktada daha reaktif davranıyor. Sosyal demokrat kökene ve yaklaşıma sahip olan parti görüldüğü kadarıyla biraz daha sol popülist bir şekilde davranıyor ama bir eksiklik var. Sol popülizm bütün sorunlar hakkında bütüncül bir yaklaşım ve söylem geliştiren bir siyasal iletişim tarzıdır. CHP’de henüz böylesi bir bütüncüllüğü gördüğümüzü sanmıyorum. Reaktif ya da dağınık davranması bundan. Bunun dışında CHP’de bütüncül bir ekonomi politikası var mı? Bunun kadroları var mı? Selin Sayek Böke’nin ses getiren yaklaşımları hariç (kamulaştırma gibi), CHP’de bu noktada bir sürecin işlediğini duymuyoruz. CHP’nin mevcut durumda en iyi yaptığı şeylerden biri yoksullaşmaya, güvencesizleşmeye önem vermesi ve gençlerin sorunlarına eğilmesi ama bundan fazlasına ihtiyaç var. Bunlar olmadığı durumda da ekonomide yarış İYİ Parti ve DEVA arasındaki yarışa dönüyor. 

Ne fark var?

Aslında bu yazıyı İYİ Parti’nin ekonomi politikasını yazmak için oturmuştum ama mesleki deformasyon olsa gerek, ister istemez partiler arası yarış meselesine girmek zorunda kaldım. Önümüzdeki haftalarda partilerin politikalarını daha çok kaleme alacağım. İYİ Parti’nin bu hafta açıkladığı eylem planı kalkınmacı yönüyle oldukça iyi ama bir noktayı paylaşmadan geçemem. 

Eylem Planı’nda işgücü piyasaları kısmında “Esneklik kavramı sanıldığı kadar korku duyulacak bir kavram değil” deniyor ve bunun teşvik edileceği söyleniyor. Açıkçası bu ülkede ilk esneklik yasası Ali Babacan’ın döneminde 2000’li yıllarda çıkmıştı. Ben de ilk işime yüzbinlerce farklı ücretli gibi o esnek işçi yasası ile girmiştim. Bir ücretli için bütün aşağılayıcı pratiklerin ve ücret yansımasının olduğu bir modeldi. O model daha sonra tüm Türkiye’de ruh olarak hakim oldu. 

Anlaşılan Bilge Yılmaz ile Ali Babacan çalışanı, yoksulu güvencesizleştirme/esnekleştirme konusunda hemfikirler ama mesele makro politik yaklaşımlarda değişiyor, öyle mi? Bu ülkenin yoksulunun, emekçisinin daha fazla güvencesizliğe de daha fazla yoksulluğa da sabrı yok. Umarım CHP, Gelecek Partisi, Saadet Partisi ve Demokrat Parti bu noktada farklarını ortaya çıkarır ve topluma bu yönden seslenirler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.