2023 seçimleri yaklaşırken iki temel ve can yakıcı sorunla karşı karşıyayız. Bunlar, bizi demokrasiden gün ve gün uzaklaştıran siyasal sistemimiz ve toplumu her gün daha da fakirleştiren ekonomi yönetimi.
Muhalefet şu ana kadar ilki üzerinde durarak önemli bir ivme sağladı. Son olarak Türkiye’nin masası videosunda da gördüğümüz üzere güçlendirilmiş parlamenter sistem önerisi Türkiye’yi dünyada ikinci lige düşmekten kurtarabilecek bir sistemik değişiklik önerisi sunuyor.
Türkiye’nin en az bunun kadar önemli olan bir başka sorunu ise ülke ekonomisinin ve toplumsal refahın serbest düşüş halinde olması. Makro ekonominin bütün verilerinde aynı anda kötü gitmeyi başaran iktidar, halen bir başarı öyküsüne sahip olduğuna toplumu inandırmak için ekonomi dışı her yolu deniyor. Kutuplaştırma, medyayı ele geçirerek yanlış bilgi yayma, toplumun ortak sorunları üzerinde konuşulmasını sağlayacak mekanizmaları engelleme ya da hedef gösterme gibi sayısız siyasal yöntem iktidar repertuarında yerini almış durumda.
Güçlendirilmiş parlamenter sistem devletin yapısını sunuyor ama kaynakların ve refahın nasıl dağıtılacağı belirlenmediği, bunun için yol haritası ve politik önlemler açıklanmadığı müddetçe karşımıza esaslı bir alternatif çıkamıyor. Muhalefet ekonomi masasının kurulduğunu ve temsilcilerinin bu konuda çalıştığını söylüyor ama kamuoyuyla paylaşılan henüz hiçbir vaat, adım, izlek söz konusu değil.
Oysaki dışarıda on milyonlarca vatandaş ortak bir çözüm bekliyor. Dahası aday tartışmaları ve seçim yasası değişikliği ile muhalefet büyük bir enerji yitimine uğradı ve şu anda hem dağınık bir görüntü veriyor hem de ortak bir çözüm önerisi sunabilmekten çok uzakta bulunuyor. Ve kasım ya da aralıkta erken seçim olabileceği ihtimalini de hatırlatalım. Toplumun ekonomik beklentisi ve hayalkırıklığı gün geçtikçe derinleşirken buraya yapısal önerilerde bulunmamak tek bir şeye yarıyor: Kendi de çıkış bulamayan iktidara.
Üç tarz-ı ekonomi
Bu noktada hiçbir ekonomi önerisi yok değil. Ortalık allak bullak bir durumda ve bütün bir toz bulutunun içerisinde ekonomide üç eğilim tespit edebiliyoruz. Birisi Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP tarafından temsil edilen müdahaleci yaklaşım. Piyasaların sınırlanması ve kontrol edilmesi gerektiğini belirten bu yaklaşım, sosyal demokrat çizgiye de uygun düşüyor. En önemli söylemlerinden biri ise ilk olarak CHP Genel Sekreteri Prof. Dr. Selin Sayek Böke tarafından geçtiğimiz yıl dile getirilen “kamulaştırma” söylemi. İktidar eliyle yaratılan rant ve aşırı zenginleşme karşısında devletin müdahalesini esas alan bu söylem kamuoyu anketlerinde bütün parti destekçileri nezdinde önemli bir destek bulmuştu. Belki de Kemal bey bu sebepten ötürü bu söylemi çok sahiplendi. Kamulaştırma devlet eliyle adil olmayan bir şekilde zenginleşenler için önemli bir mekanizma. Bununla birlikte artan oranlı vergiler de düşünülebilir. Ama kamulaştırılan değerler kim tarafından, nasıl yönetilecek? Her kamulaştırma mutlaka iyi değildir çünkü devlet içi yeni klanlar da yaratabilir. Tarihte gördük.
İkinci temel yaklaşım ise DEVA Partisi ve lideri Ali Babacan’a ait. Ali bey ısrarlı bir şekilde 2002-2018 arası AKP’nin ekonomi politikalarını ve başarılarını hatırlatıyor ve kendisinin bunda sahip olduğun payın altını çiziyor. Babacan’ın uluslararası finans çevrelerinde büyük bir kredisi ve çevresi olduğunu duyuyoruz. Özellikle Türkiye’nin güven kaybetmesi ve istikrarsızlaşmasına karşın Ali bey bünyesinde şekillenen güven, Türkiye için önemli bir çıkış noktası olarak duruyor. Ali bey tarz olarak serbest ekonomiyi ve post-Washington konsensusun düzenleyici piyasa ekolünü temsil ediyor. Sosyal ekonomi ile aynı cephede durmadığı kesin. Bu yüzdendir ki kamulaştırma karşısında özelleştirmeyi esas alan bu yaklaşım 2002 sonrasına rengini vurmuştur. Özelleştirmeler ülkeye ait olan önemli değerleri küreselleşme çerçevesinde yurtdışına açtı ama yurtdışı da içeriye önemli bir girdi sağladı. AKP’nin ilk dönemindeki kısmi refah artışı buna işaret ediyor. Fakat yapısal bir dönüşümle desteklenmediği müddetçe –teknolojik bir altyapı değişimi– bu politikalar dönemsel kalıyor ve Türkiye’nin sorunlarına ciddi bir çare üretemiyor.
Üçüncü eğilim ise İYİ Parti özelinde Ümit Özlale ve Prof. Dr. Bilge Yılmaz önderliğinde kendini gösteriyor. Kalkınmacı bir yaklaşımı esas alan bu tarz sosyal ekonominin özelliklerini öne çıkarıyor. Yılmaz’ın kamu önünde Babacan’ı politik tercihleri bakımından eleştirmesi Meral Akşener’in Babacan’ın alternatifsizliğini kırmak istemesiyle açıklanabilir. CHP’nin kısa erimli söylemleri ile İYİP’in kalkınmacı yaklaşımı aynı potaya tekabül ediyor. Karşısında ise Babacan’ın serbest piyasa ekolü var.
Hangi yaklaşım hakim hale gelir?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bu noktada küresel eğilime bakmak gerekiyor. Geçtiğimiz yıl haziran ayında İngiltere’de Cornwall’da G7 zirvesi düzenlendi. Zirveye bir politik öneri damgasını vurdu. Bu öneri ayrıntırılandırılmadı ama koronavirüs sonrasında dünyanın yeni bir ekonomik konsensusa ihtiyacı olduğu vurgulandı ve liderlere öneri olarak sunuldu.
Bu yeni model şu an için net değil ama tek bir ilkesi göze çarpıyor: Önümüzdeki dönem hiçbir ekonomik prensibin tek başına hakim olacağı bir dönem değil. Hibrit bir ekonomi modeli bekleniyor. Kamu ve özel arasındaki işbirlikleri ve geçişkenlikler daha da artacak.
Belki de buna uygun olarak, Türkiye’de muhalefetin belirleyeceği ekonomi politikası da hibrit bir model izleyecektir. Serbest piyasa ilkelerini savunan ama bunun zararlı ve aşırı etkilerini devlet müdahalesi yönüyle azaltan ve planlamayı da hesaba katan bir yaklaşım. Üç tarz-ı ekonomi Türkiye’nin yarınını belirleyecek ama elini çabuk tutmalı çünkü zaman daralıyor.