Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Arzu Yılmaz yazdı: İcazet diplomasisi

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bugün ABD seyahatine çıkıyor. Seyahat programına bakılacak olursa, Kılıçdaroğlu da önümüzdeki seçimleri kazanacağına dair bir umut taşımıyor. Zira Kılıçdaroğlu, önümüzdeki iki yıl daha ABD’de iktidarda olacak yönetimden yetkililerle değil, “daha hakkaniyetli paylaşıma inanan aktivistler ve bu uğurda mücadele veren isimlerle” buluşacakmış. Yapılan açıklamalara göre, Kılıçdaroğlu’nun seyahat gündeminde zaten Türkiye’nin aciliyet taşıyan iç ve dış politika sorunları yok. Onun yerine, “dünyayı nasıl daha yaşanılası bir yer haline getireceğimizi konuşmak” var. Bu durumda, Kılıçdaroğlu’nun “Türkiye’yi kurtarma” planını, en iyi ihtimalle, dünya düzenini değiştirmek gibi daha uzun vadeli bir mücadeleye dayandırdığı söylenebilir ki bu bile Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’de iktidara gelmeye değil, en fazla, Türkiye’de kalıcı hale gelen CHP’nin muhalefet pozisyonunu dünya ölçeğinde sürdürmeye hazırlandığını gösterir.  

Muhalefet yapmanın da keşke hakkını verse…

Verse, zaten çoktan iktidar olurdu ama neyse!

Bir aralar hiçbir bölümünü kaçırmamaya özen gösterdiğim Yalan Dünya adlı televizyon dizisinde, Selahattin’in oğlu Orçun için söylediği gibi, “Yaptık ama olmadı bu çocuk Gülistan”…

Ya da uluslararası ilişkiler alanında tanıdığım en bilgili ve zarif hocalardan Prof. Dr. Gencer Özcan’ın bir keresinde beni nazikçe uyardığı gibi, “Bazen olmayınca olmaz, zorlamamak lazım”…

Sonuçta, Kılıçdaroğlu daha ne kadar zorlar, kestirmek zor. Zira en son başörtüsünü yasal güvenceye kavuşturma konusununda yaptığı çıkış, bu zorlamanın sınırlarını tahayyül etmenin hiç de kolay olmadığının önemli bir göstergesi. 

Fakat dikkati Kılıçdaroğlu’nun zorladıklarından çok zorlamadıklarına verince, Türkiye’de etkili bir muhalefetin sınırlarının aslında hayli geniş olduğuna vakıf olmak mümkün. Örneğin, Kılıçdaroğlu ABD seyahati sırasında Washington’daki yönetimle görüşmeyecek olmasının nedenini şöyle açıklıyor: “Çünkü siz muhalefetteyken o masaya oturursanız, ancak icazet almak için oturusunuz. Bunu en iyi Erdoğan bilir. Ona sorun, söyler”. 

Kılıçdaroğlu neden kendisi söylemiyor, anlamış değilim. Herhalde “beyefendi” çizgisinden çıkmak istemiyor…

“O” da söylemeyeceğine göre,

Ben söyleyim diye düşündüm. 

Aslında bilinmeyen şeyler değil ama hazır Kılıçdaroğlu’nun ABD seyahati vesilesiyle gündeme gelmişken, Türkiye- ABD arasındaki icazet diplomasiyle ilgili hafızayı tazelemekte fayda var. 

Nur Batur’un, “Ortadoğu’nun Şahları Vezirleri Piyonları” kitabında Wikileaks belgelerine dayandırarak yazdığı şekliyle aktarıyorum: “2 Aralık 2002 günü, dönemin ABD Başkanı George W. Bush Beyaz Saray’daki Oval Ofis’inde Tayyip Erdoğan’ı kabul etmeye hazırlanırken, Ankara’daki Büyükelçisi Robert Pearson’dan gelen bilgi notunu okudu. Pearson, ‘hem AKP hükümetini hem de Irak ve ABD’nin stratejik çıkarları açısından Türk kamuoyunu etkileme yeteneğimiz için Erdoğan anahtar nitelik taşıyor’ diyordu. Pearson bu bilgi notunda yalnızca Bush’a değil aynı zamanda Erdoğan’a da taktik önerilerinde bulunuyordu. Pearson’a göre, örneğin, ‘Erdoğan’ın Türk halkını azami işbirliğine ikna etmesinin yolu, Türkiye’nin geleceğini yabancıların kontrol etmesine izin vermeyiz demesidir’. Pearson, Bush’a ‘böyle bir söylemle operasyonu satması için ikna edin’ diye tavsiyede bulunur”. 

Türkiye-ABD ilişkilerinde o günden bugüne köprünün altından çok sular geçmiş olsa da, Erdoğan’ın hala bu söylemi sürdürmesi şaşırtıcı sayılabilir.  Ancak yirmi yıldır her durumda başarısı tecrübeyle sabit bu söylemden vazgeçmenin kolay olmadığı konusunda da Erdoğan’a hak vermek gerekir. Sonuçta, bu taktikle Erdoğan Türkiye’nin Irak’ın işgalinde ABD ile birlikte hareket etmesini sağlayamadı. Çünkü o dönem genel başkanı olduğu AKP iktidarda olsa da, kendisi henüz Meclis’te değildi. Erdoğan, oldukça sıkışık bir takvim aralığında hem kendi partisinde hem de Türkiye genelinde yükselen tepkiyi bastırma fırsatı bulamadı. Fakat yine bu görüşme sırasında Erdoğan’ın ikna edildiği “Kıbrıs konusunda Denktaş’ı en kısa zamanda çözüme zorlama” ya da “iç siyasi ve iktisadi reform” meselelerinde ya da bugün “Eyyyy Amerika!” ile başlayan politik hamlelerde “Türkiye’nin geleceğini yabancıların kontrol etmesine izin vermeyiz” taktiği hep işe yaradı. 

Bu arada, Kılıçdaroğlu’nun “O bilir” diyerek bugün kendisinin bir muhalefet partisi olarak Washington’daki yetkililerle görüşmesinin icazet almak anlamına geleceğini söylemesinde bir mantık hatası var. Çünkü Erdoğan o gün bir muhalefet partisi lideri değildi. Kendisi henüz Meclis’e girememiş olsa da genel başkanı olduğu AKP tek başına iktidardaydı. Bilmem hatırlatmaya gerek var mı, Erdoğan’ın kısa bir süre içinde Meclis’e girmesini sağlayan da dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’dı. 

Bu arada, Türkiye-ABD arasındaki icazet diplomasisi örneklerinin aslında çok daha eskilere dayandığını da vurgulamadan geçmeyelim. Erdoğan’ın her fırsatta kendini özdeşleştirdiği Adnan Menderes döneminde de kayıtlara geçen hatırı sayılır deneyimler var. Nuray Mert’in, “Batı İslam’ı Çok Sevmişti” kitabında alıntıladığı belgelere göre, “O dönemde Lübnan’da büyükelçi olan bir Amerikalı diplomat, Harold B. Minor, Büyükelçi George McGhee’ye gönderdiği mektubunda Türkiye’nin Arap dünyasını Batı’ya yönlendirmede etkili olabilmesi için daha ölçülü davranması gerektiğini ileri sürüyordu. Minor’ın ifadesi ile ‘Eğer arasıra Birleşmiş Milletler oylamalarında bizden farklı ve Araplar’dan yana oy kullanırlarsa buradaki saygınlıkları çok artacağı gibi, Amerikan çömezi gibi görünmeleri de engellenir’di”. 

Ezcümle, ABD’nin ne o gün ne de bugün işi şansa bırakmayıp, Türkiye’de muhalefet olanlardan çok iktidar olanlara mesai harcamayı tercih ettiğini söyleyebiliriz sanırım. Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu talep etmiş olsa bile, ABD yönetimi kendisine randevu verir miydi, doğrusu ben emin değilim. Bu bağlamda, ABD yönetiminin de AKP-MHP hükümeti dış politikası ile CHP dış politikası arasında çok önemli bir fark görmediğini not düşmekte fayda var. Yani Erdoğan’a neden randevu verilmiyorsa, pekala Kılıçdaroğlu’na da aynı nedenle randevu vermeyebilirler. 

Ancak, bu tabloda asıl vurgulanması gereken, iktidarda kim olursa olsun, Türkiye’nin ABD nazarında artık eski jeopolitik değerini taşımıyor olması. Ne Menderes ne de Erdoğan döneminde olduğu gibi, bugün ABD çıkarları açısından Türkiye kritik bir öneme sahip. Daha da önemlisi, Stratejik Pusula belgesinde ifade edildiği biçimiyle, Türkiye tek taraflı ve provokatif politikalarıyla Avrupa güvenliğini zayıflatan istikrarsızlıklara katkıda bulunan bir ülke. Son yıllarda önce Doğu Akdeniz’de ardından Ege’de yaşananlar bu durumun göstergelerinden yalnızca birkaçı. Bu her iki alan artık Türkiye’yi Batı’ya bağlayan değil, Türkiye’nin Batı’dan ayrıştırıldığı sınırlar olarak beliriyor. Bu bağlamda, Libya ile yapılan anlaşmalar ya da Yunanistan’a yönelen tehditleri aslında Türkiye’nin bu ayrıştırılmaya karşı gösterdiği bir tepki olarak da okumak mümkün. Günün sonunda, bu ayrıştırılma halinin Kıbrıs’ta kristalize olacağını öngörebiliriz sanırım. Zira Türkiye’nin hem uluslararası hukuk hem siyasi açıdan manevra yapabileceği tek alan Kıbrıs’ın kuzeyi gibi görünüyor. Gerçi oraya da Metin Feyzioğlu’nun büyükelçi olarak atandığını düşünürsek, bu kristalize olma halinin en fazla söz konusu ayrıştırılmayı çabuklaştıracağını tahmin etmek zor değil. 

Şimdilik, Kılıçdaroğlu’na ABD’de iyi eğlenceler dileyelim. Zira seyahat gündemine bakılacak olursa turistik bir gezi yapmak için de hayli zamanı olacak gibi

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.