Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Demokrasi labirentinde “doğru” oy kullanabilmek

Daha iyisini bulamadığımız sürece elimizdeki en iyi yönetim sistemi olan demokrasinin güzelliği, idealinde vatandaşın arzusunu yönetime aktarabilecek araçları sağlamasında. Alternatif yönetim biçimlerinde; örneğin monarşide ülkenin gidişatında söz bir kişide, örneğin oligarşide bir gruptayken demokrasi kendi kaderimizi çizebilmemiz için bir fırsat vermesi açısından benzersiz bir yönetim biçimi, tabii idealinde. Yoksa gerçek dünyada en iddialı demokraside dahi vatandaşın arzusuyla ülkenin gidişatı arasındaki ilişkinin dümdüz bir ok şeklinde olmadığını biliyoruz. Aradaki ilişki daha çok kıvrımlı bir dağ yoluyla çıkmaz sokakları olan bir labirent arasında bir yerde gidip geliyor.

Demokrasinin ideal tanımını yaptıktan sonra pratikteki kusurlarını tespit etmek ve iyi niyetli adımlar atarak bu kusurları gidermeye çalışmak mümkün. Mesela sadece vatandaşlara oy hakkı vermenin bir ülkeyi daha iyi bir demokrasi haline getirmediğini biliyoruz. Oy hakkını herkese koşulsuz vermek yetmez, en güçsüzün dahi oy kullanabilmesini sağlamak gerek ki bir şeye benzesin. Oysa “demokrasinin beşiği” olarak bilinen ABD’de hâlâ siyahi vatandaşların oy kullanmasının önüne onlarca engel getirmeye çalışan siyasetçiler var. Kadınların, yaşlı kadınların, yaşlı eğitimsiz kadınların ve belli bir etnisiteye dahil yaşlı eğitimsiz kadınların oy verme haklarını “hakkınca” kullanamadıkları neredeyse evrensel bir gerçeklik olarak önümüze çıkıyor, uygulamada demokrasi nalıncı keseri gibi hep bir tarafa, müesses nizama yontuyor.

Oy hakkını “hakkınca” kullanabilmenin önündeki engeller, görmedikçe dert etmeyeceğimiz azınlıklarla sınırlı değil. Bir demokrasi festivali olması gereken seçim süreci daha çok yasaklarla, şiddetle ve sistematik ayrımcılıkla anılır hale gelmiş durumda. İrademi, seçeceğim temsilciler vasıtasıyla aktaracağım temsili demokraside “doğru” oy kullanabilmem için önümde bütün alternatiflerin serili olması gerekiyor ancak mümkün değil. Öncelikle aday olmanın önünde sayısız engel var. Bazı makbul olmayan adayların önü yasayla kesiliyor, aday bile olamıyorlar; bazı partiler ve düşünceler doğuştan sandıktan uzak olmaya mahkumlar. Diyelim “makbullük” testinden geçtiniz, bu kez de aday olabilmek için birtakım vasıflara sahip olmanız gerekiyor. Yıllar önce yaptığım bir çalışmada belediye meclislerinde bile aday olabilme şansına en fazla sahip olanların orta yaşlı sağcı erkekler olduğunu görmüştüm, tabii kazananlar da hep aynı kişiler. 

Bununla ilişkili olan başka bir gerçek de aday olabilmek için cepte birtakım sermayelerin de bulunması gerekliliği. Baştan cebinizde yeterli para olacak ki hem aday olmadan önce hem de adaylık sürecinde gerekli harcamaları yapabilin; bu masraflara parti örgütüne ısmarlanacak kebaplar dahil. Belli bir çevreye ve tanınırlığa da sahip olmanız lazım; en muhafazakâr parti bile “Kimi aday göstereyim?” diye istişare çalışması yürütüyor. Köklü ve en iyisi siyaseten deneyimli bir aile mensubu olmak gerekiyor, onlar sahip oldukları ilişkiler ağını sizin lehinize en iyi şekilde kullanabilirler. Ailenizin geçimini sağlamayı geçtim, bakımını üstlendiğiniz bir ev olmasa iyi olur, sizin yerinize bakacak birisini bulamadığınız zaman adaylığı unutun. Bu şartlar altında siyasette kadınlar, gençler ve genç kadınlar sistematik olarak adaylıktan ve seçilebilmekten uzak kalıyorlar haliyle ve önümüze gelen fiks mönüye bile dahil olamıyorlar.

Bazı ülkelerde, her coğrafi bölge tek bir milletvekili seçtiğinden o vekil kendisini seçenlere karşı daha “sevecen” olmak zorunda ki bir daha seçilsin. O sistemlerde muhalifler de bol bol kendini gösteriyorlar mahallede. Bizim karışık sistemimizde milletvekilleri listeden seçildiğinden, biz seçmenlere kendilerini sevdirmek için fazla çaba harcamalarına gerek yok; hatta şu andaki cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde kazara parlamento seçimini yapmayı unutsak adaylar haricinde kimse fark etmez. Hem seçim sürecinde hem de sonrasında parlamento önemini oldukça kaybetmiş durumda, tek bir kişiyi seçmek ya da seçmemek için sandığa gidiyoruz. Çok korkutucu bir durum diyemeyiz aslında, belediye seçimlerindeki durumdan farklı değil, kimse belediye meclis üyelerini tanımaya zahmet etmiyor çok uzun zamandan beri, başkan seçip duruyoruz. Böyle bir durumda da adaylar biz vatandaşların değil, onları aday gösterecek parti yönetiminin hoşuna gitmeyi önemsediklerinden, bizim irademizin vücuda bürünmüş hali olmuyorlar, olmaları da gerekmiyor.

İrademizin önce sandığa, sonra da ülke yönetimine yansımasının önündeki tek engel adaylık süreci değil. Tercih sürecimizin de olabildiğince özgür olması gerekiyor. Çoğunlukla seçim kampanyası sürecine odaklanılıyor, aday olan herkesin sesi yeterince duyuluyor mu, sözü dinleniyor mu diye bakılıyor. Sadece kampanya döneminde bile güçlüler lehine bir durum olduğunu biliyoruz. Başta iktidar partisi olmak üzere, müesses nizam partilerinin finansal kaynakları diğerlerine kıyasla çok daha fazla ve “ne kadar para, o kadar köfte!” çağında alternatif seslerin duyulması neredeyse imkânsız. Anayasanın eşitlikçi gibi gözüken partilere bütçeden para aktarma -seçim yıllarında iki katı- ya da devlet televizyonunda dakika verme gibi uygulamaları da zaten güçlü olanın daha da güçlendirmekten öteye gitmedi, üstüne diğer seslerin önünü kesen bir siyaset karteli oluşmasına da yol açtı. Başta merkezi iktidar olmak üzere her türlü iktidarın eriştiği finansal kaynaklar rakiplerine kıyasla o kadar fazla ki, kampanya döneminde sadece onların sesi duyuluyor. 

Seçim kampanyası öncesi fikir çeşitliliği açısından daha da bereketli bir ortam değil. Ülkenin güvenliğini ön plana koyan güvenlikçi yaklaşım zaten her sakıncalı fikri daha ortaya çıkmadan bastırmaya odaklı. Üstelik bizim gibi ülkenin güvenliği dendiğinde sadece coğrafi sınırlarımızı değil, ailenin birliğini, çocukların terbiyesini ve mahallenin namusunu da bir güvenlik sorunu olarak görmeye eğilimli bir siyasi kültürde, sesi sakıncalı bulunanların sayısı ve kapsamı hiç de az değil. Sağından solundan olsun, kendi fikrini ve hayat tarzını tek doğru bulan “monist” siyasi kültür de çeşitliliğe tahammülü oldukça azaltıyor.

Bütün bunlara sandık başına gittiğimizde güven içerisinde oy kullanabildik mi, o oylar doğru bir şekilde sayılabildi mi, diyelim bir hile oldu, itiraz edebildik mi, eklemedik bile. Neticede apartman yönetimini seçerken bile sandığa hile hurdanın karıştığı, kavga dövüşün eksik olmadığı bir siyasi kültürün içinde yetişmiş durumdayız, şaşırma yeteneğimizi çoktan kaybettik. Oyların sandalyelere dönüştürüldüğü seçim sisteminin detaylarına girmiyorum ama özetle şunu söyleyeyim, bu ülkede bütün seçim sistemi değişiklikleri iktidara yarayacak şekilde yapılmışsa, derdin vatandaşın sesinin daha çok duyulması olmadığı aşikâr; daha çok koltuk koruma derdiyle inşa edilen sistemler ne kadar temsiliyet taşırsa o kadar taşıyorlar.

Bugünlerde gündemimizde olan “Dezenformasyonla Mücadele” yasası da nasıl bir demokraside yaşadığımızla doğrudan ilişkili. Daha önce saydığım ve üzerine çok daha fazlası eklenebilecek kusurlar yönetimimizin ideal bir demokrasiden tek kişinin sözünün geçtiği bir otokrasiyle yönetici elitin “istop” oynadığı bir oligarşi arasında gidip gelmesine yol açıyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi otokrasiye doğru bir hamleyse, eski haliyle parlamenter sistemimiz de oligarşiydi, üstelik ordu ve bürokrasi da yönetim erkinin ta kendisiydi. Demokrasimizin bu kadar çok sorunu varken, internetin her köşesinde güvenlik tehdidi gören bir yaklaşımla hazırlanan yasa da pastadaki çilek oluyor.

Yasanın kusurları ehil kişilerle defalarca tartışıldı ve hatta demokrasinin hal ve gidişatını denetleyen Venedik Komisyonu da yakın zamanda bir rapor yayınlayıp yasanın ifade özgürlüğüne tehdit oluşturduğunu ve “oto-sansür” tehlikesine yol açtığını vurguladı. “Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgi” ya da “yasa dışı, ahlaki değerlere aykırı ve zararlı olabilecek içerik” gibi her yöne çekilebilecek tanımların olduğu ve bazı suçlara 3 yıla kadar hapis cezası getiren bu yeni yasal düzenlemenin yargının bağımsızlığından şüphe duyulduğu bir dönemde çok sesliliği daha da kısıtlayacağına dair yaygın bir kanı var. Herhangi bir tweet’in ya da paylaşımın bu tanımlara uyduğunu düşünen tek bir savcının varlığıyla bile kolaylıkla gözaltına alınıp hapse girme olasılığı varken insanların düşüncelerini paylaşmakta daha da ketum olacağını öngörmek yanlış olmaz.

Azınlıkta olan görüşün duyulmamasından dolayı iyice görülmez hale geldiği ve toplumda sahte bir uzlaşma varmış yanılgısı yarattığı duruma “Suskunluk Sarmalı” diyoruz, toplumsal değişimin önündeki en büyük engellerden biri olarak ortada duruyor: “Kimse öyle düşünmüyor ki!”. Yok, aslında öyle düşünenler var da biz duymuyoruz. Yasanın bu hali görünmezi daha da görünmez kılmakla kalmayacak, seçim sath-ı mailine girdiğimiz bugünlerde farklı görüşlere erişebilmek için küçük bir umut oluşturan sosyal medyayı da işlevsiz hale getirebilecek.

Gününü siyasetle geçiren, önümüzdeki seçimleri bir ölüm kalım meselesi olarak gören az sayıda kişiyi bu yasal düzenleme durduramaz tabii. VPN’ler, anonim hesaplar ve maskeler gibi farklı çeşitli yöntemlerle bu engeli aşarlar. Esas mesele daha mutedil olanların daha çekingen hale gelmesi. Az sayıda radikal girişimci bir fikri tetiklemek için elzem ancak kitleselleşebilmesi ataleti yüksek çok sayıda kişinin de bu fikre sahip çıkmasıyla mümkün. İnterneti kılıç dövüşü meydanından çok “paylaşalım eğlenelim” mekânı gören kayda değer çoğunluğu bu riski almaya ikna etmek kolay değil. Bu nedenle de önümüzdeki seçimler, eksik demokrasimiz tarihine başka bir kusurlu seçim olarak geçmeye namzet.

İdeal demokrasiyi vatandaşın iradesinden ülkenin idaresine uzanan bir yol olarak tasvir etmek doğru. Bu yol ne kadar kavissiz, inişsiz çıkışsız ve kusursuz bir zemine sahipse; o kadar iyi bir demokraside yaşarız. Demokrasinin kendisine özgü kusurları malum; buna ülkemizdeki ortam ve kurumsal yapı çarpan etkisiyle müdahalede de bulunuyor. Vatandaşın kısıtlı havsalasının yarattığı sorunlara değinmiyorum bile. Ancak insanın önünde daha iyiye gidebilme şansı varken, gerilemeyi tercih etmesi, insan doğasına inananlar için çok şaşırtıcı olmasa bile yanlış. Yanlışı çoğaltmamak da bir insanlık görevi olarak defterimize yazılmalı.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.