Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Seçim sath-ı mailinde yuvarlanırken…

Nihayet beklenen yarış başladı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 14 Mayıs 2023 tarihini işaret etmesiyle seçim sürecine girmiş bulunduk. Aslında çok uzun zamandır bir seçim süreci içindeydik, belki de 2022 Haziran ayından ya da 2021 Aralığından beri bu seçime hazırlanıyorduk. Üstelik seçim Mayıs ayında olsa bile bu heyecan fırtınası bitmeyecek, Mart 2024’te yapılacak yerel seçimler de bu uzun 2023 yılının bir parçası olacak. Bu kadar uzun süre seçimlerle meşgul olmak hayırlı bir şey mi, bilemiyorum. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişi savunanların argümanlarından biri de bu sistemde halkın kafasını sürekli seçimlerle karıştırmamak ve toplumsal gerilimi azaltmaktı, olmadı. İleride siyasal tarihçilerin çok aklını karıştıracak bir geri tepme etkisi diyelim, geçelim.

Varsayalım ki -çünkü bu ülkede her zaman şaşırtıcı şeyler olabilir- seçim işaret edilen tarihte yapılacak, 14 Mayıs’ın seçilmesinden başlayarak didik didik edilecek, televizyon tartışmalarına nesne olacak çok şey var. Söz konusu tarih uzun zamandır kulislerde dolanıyordu, bu siyaset kulislerini gözümüzde İngiliz Parlamentosu’nun lobisi gibi canlandırmayın, daha çok duman-altı, erkek dolu bir kenar mahalle kahvehanesi kıvamında. Sağ muhafazakâr bir parti için çok makul bir tarih seçimi, toplumsal hafıza açısından. 14 Mayıs, Demokrat Parti’yi iktidara getiren seçimlerin tarihi olduğundan ve nedense o seçimleri “milletin bir zaferi” olarak inşa ettiğimizden, milleti seven ve halk iradesini dile getirdiğini öneren her sağ parti o günü bir milat olarak göstermeyi seviyor. Aslında hem süreci hem de pratiği açısından oldukça kusurlu bir seçim, misal bir ilde tek bir oy bile fazla alan siyasi parti bütün sandalyeleri kazanıyor; halkı temsil eden bir parlamento da oluşmuyor haliyle. Siyasal tarih fantezisi olarak düşünelim, eğer Mareşal Fevzi Çakmak 10 Nisan 1950’de ölmeseydi ne olur diye düşünebilirler, Cumhuriyet’in üçüncü adamı, çeyrek asır Genelkurmay Başkanlığı yapan “Kavaklı” Fevzi cumhurbaşkanı, Celal Bayar başbakan olsaydı; ne kadar milletin zaferi olduğu anlaşılırdı. Yine tarih bir inşadır ve sağ partilerimiz o günü “Yeter, Söz Milletin!” sloganıyla hatırla(t)mayı seviyorlar, ikna da etmiş gibi gözüküyorlar.

Yirmi yıldır iktidarda olan bir partinin sözü millete vermeyi vadederek bir seçime gitmesinin manası da çok tartışılabilir. İddia ne kadar sahici, onu tartışmaya bile gerek yok. Popülist liderler, iktidardayken dahi iktidar karşıtı olabilmeyi ve bunu da seçmenlerine satmayı başarabiliyorlar. Bir popülist lider için iktidar, her zaman tamamlanmamış, eksik bir şey; tam iktidara ulaşmasının önünde her zaman başta muhalefet, bağımsız kurumlar ve dış güçler gibi engeller bulunuyor. Bu anlatı Türkiye’de daha da ikna edici çünkü 28 Şubat travması yarım kalmış bir iktidarın yanı sıra “bize asla bu ülkeyi yönettirmezler” algısıyla, AK Parti’nin çekirdek seçmeni için asla bırakılmayacak bir mit halinde dönüştürülmüş durumda. Üstelik Erdoğan’ın söyleminde 2008’de AK Parti’yi kapatmaya yönelik hamleler, Gezi Protestoları ve 15 Temmuz Darbe Girişimi bu miti pekiştiren, iddiayı somutlaştıran gelişmeler olarak yer alıyor. Yirmi yaşındaki herhangi bir muhafazakâr seçmenle beş dakika konuşsanız bu iddiaya rastlamanız garanti, çünkü mitlerin evlerde ve kahvelerde yeniden üretilme gibi özellikleri var. O yüzden de Erdoğan’ın kendi tarihini Adnan Menderes’in hazin sonuyla biten “eksik iktidarıyla” ilişkilendirmesi çok mantıklı olmasa bile inandırıcı.

Aslında 14 Mayıs tarihi açıklanır açıklanmaz bütün muhalefet partilerinin de bu tarihe sahip çıkması ve “Evet, göstereceğiz sana biz millet iradesini” demeleri de düşünmeye değer. Hem başkanlık sisteminin cilvesi hem de popülizmin ne kadar bünyeyi sardığının bir kanıtı. Başkanlık sistemlerinde bir oy bile fazla alan bütün iktidarı ele geçirdiğinden, kendisini halkın iradesinin bir tezahürü olarak takdim etmesi şart. Aslında halk iradesi iddiası demokrasinin kendisine içkin, ama kişide vücut bulması ahir zaman işleri. Rahmetli Menderes’in mezarının hem sağ hem de sol siyasetçiler için bir türbe haline dönüşmesi, oraya gidenin hazır gitmişken Özal’ın kabrine de uğraması tek başına uğraşılması gereken bir mesele. Siyaset kutuplaştı filan diyoruz ama ülkede Menderes’in hatırası konusunda bir uzlaşma var gibi gözüküyor, ilginç. Öyle bir süreçten geçtik ki ülkenin neredeyse yüzde 75’inin sevmediği Özal bile bir tür siyasi evliya olarak anılmaya başlandı. Kamu hafızası garip bir şey, İDO’nun hızlı feribotlarından birinin ismi “Adnan Menderes”, diğeri de “Turgut Özal” idi. “Turgut Özal” feribotu geçenlerde satıldı, Pire-Siros hattında “Thunder” ismiyle hizmet veriyor. Daha küçük olan “Recep Tayyip Erdoğan” ise Pendik-Yalova hattında. Buradan çıkarılacak ders, sağın isimlere sahip çıkmasının bile bir maddi karşılığı olduğu, gereğinde nakde tahvil edilebildiği.

Seçim tarihinin 14 Mayıs olması kime yarar derseniz, sanırım herkese yaramış gibi gözüküyor, sol bile Adnan Menderes’e sahip çıktığından, Demokrat Parti’nin “Burası benim arsam, gecekondu yaptırmam” iddiası bu karambolde duyulmaz bile. Ancak seçim tarihi bu şekilde açıklandıktan sonra “eksik iktidar” travmasını tetiklememek lazım. Bu ne demek?

Cumhurbaşkanımız seçim tarihini ilan etti, ama tıpkı EYT düzenlemesi gibi bunun hangi hukuki altyapıyla gerçekleşeceği belli değil. Anayasamıza göre erken seçim iki şekilde mümkün olabiliyor: Meclis kendisini feshedebiliyor, bunun için 360 oy gerekiyor. Şu anda Cumhur İttifakı’nın toplam 334 oyu var, demek ki 26 oya daha ihtiyaç var. İkinci yöntem, Cumhurbaşkanı’nın Meclis’i yenileme kararı alması, o zaman hem cumhurbaşkanlığı hem de milletvekili seçimleri yapılıyor. Burada bir trük var, ilgili madde 116 “Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir” demekte ki, ikinci yol seçilirse Erdoğan’ın bir üçüncü kez aday olması anayasal olarak mümkün olabiliyor. Aslında anayasa yapıcılar sayısız kusurlarına rağmen bir tür “Meksika Açmazı” kurmayı başarmışlar, Meclis ve Başkan karşılıklı silah çekerlerse kararı halk veriyor. Güzel bir şey.

Türkiye’de her şey mümkün diye başlamak gerek, şu anda ikinci dönem başkanlığını icra etmekte olan Erdoğan’ın bir üçüncü kez başkan olabilmesi için Anayasa’ya uygun yol, yukarıdaki ikinci yol, yani Meclis’in seçimleri yenileme kararı vermesi. Bunun için gerekli 26 oy bulunabilir mi, mesele bu? Altılı Masa, 6 Nisan 2023 sonrasındaki herhangi bir erken seçimi kabul etmeyeceğini söylemişti. “Mayıslar bizimdir” açıklaması bu kararlarından döndüklerine işaret etse de bu konuda katı bir tavır sergileyip seçime gitmeyi reddedebilirler. Burada da “tavuk oyunu” devreye girer, sittin sene “Muhalefet seçimden kaçtı” ve “Halkın iradesini engellediler” öyküsünü dinleriz, bir başka “367 Olayı” gibi “eksik iktidar” travmasını pekiştiren bir hal alır. Üstelik muhalefet bu konuda çelik gibi dirense de, safları arasından bir sonraki dönemde milletvekilliğinden umudu kesmiş 26 kişi bulunabilir mi, bulunur. 1977’de 11 Adalet Partisi milletvekili, partilerinden istifa edip CHP’ye destek vermiş, böylelikle CHP hükümeti kurulmuş ve 10’u bakan olmuştu. 1995 yılında da 10 DYP milletvekili Tansu Çiller hükümetinin güvenoyu alamamasına katkıda bulunmuş, sonra da partiden atılmıştı. Yani, olur böyle şeyler. Bu arada 56 oya sahip HDP’nin kritik rolünü de yok saymayalım, Altılı Masa dimdik dirense bile HDP, Gordion Düğümü’nü kolaylıkla kesebilir.

1977 seçimlerinde AP’den parlamentoya giren 11 milletvekilinin istifa ederek CHP’ye destek vermesi siyasi tarihimize “Güneş Motel Olayı” diye geçmişti.

Diyelim Meclis’ten erken seçim kararı çıkmadı. O zaman “adaylığı engellenen” Cumhurbaşkanımızın Meclis’i seçime götürme kararı söz konusu olabilir. Anayasa’nın lafzı “aday olamaz” dese dahi, hıfzından “aday olabilir” cümlesi çıkartılabilir, örneğin “bu daha birinci dönem” iddiasını şimdiden duyuyoruz. Böyle bir durumda partisi tarafından aday gösterilen Recep Tayyip Erdoğan’ın aday olup olmayacağına karar verecek merci, Yüksek Seçim Kurulu ve bu kurulun kararlarına yargı yoluyla itiraz edemiyorsunuz. Sonuçta “rağmen” bir adaylık söz konusu olabilir, bu da “eksik iktidar” travmasını pekiştirir. Bu yöntemin meşruiyeti tartışılsa da seçimi boykot etmek cesaret istediğinden muhalefetin sızlanmaktan başka bir çaresi kalmaz. 1989’da Turgut Özal’ın seçilmesini gayrimeşru bulanlar vardı, bir işe yaramadığını gördük. Sonuçta öyle ya da böyle 14 Mayıs 2023 tarihi bir kere zikredildiyse o tarihte seçim olacağını şimdiden söyleyebiliriz; süreçte direnmek insana kendisini iyi hissettirebilir ancak toplumsal travmaları tetiklemeden ilerlemek daha doğru olabilir.

Tek sorun kimin aday olacağı değil tabii. 6 Nisan 2022’de yapılmış bir Seçim Kanunu değişikliği var, seçim sürecimize ince dokunuşlar yaparak daha da adaletsiz hale getirmeyi başarabiliyor ve iktidar bloğuna sandalyelerin dağıtımından il seçim kurullarının oluşumuna ve cumhurbaşkanının devlet olanaklarını sınırsız kullanabilmesine kadar uzanan sayısız avantaj sağlıyor. Anayasa’da hayırlı bir şekilde yer almış olan bir madde de şöyle diyor: “Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz.” Şimdi, bazıları seçim sürecinin başladığı tarihe bakılacağını söyleyip 14 Mart’ta başlayacak süreçte bu değişikliklerin uygulanamayacağını söylemekte. Bazılarıysa seçimin fiziki tarihine yani 14 Mayıs’a bakılması gerektiği kanısında. Sonuçta buna da YSK karar verecek. Sonu boykotta bitmeyen her tür itirazın beyhude olacağını şimdiden söyleyelim, boykotun da hayırlı bir sonucu olmayabilir.

O zaman aklın yolu bir sanırım: retorikte kalacak bir itirazı kenara bırakıp seçimi kazanmaya odaklanmak gerekiyor. Seçim süreci adil olmayacak, bunu bilelim. İktidarın maddi olanakları çok daha fazla, daha fazla devlet yardımı alacak, daha fazla bireysel bağış toplayacak ve devlet olanaklarını sınırsız kullanabilecek. Kontrol ettiği 750 yerel yönetimin bütün olanakları emrinde olacak, tabii tüm anaakım televizyonların da hizmetinde olacağını bilelim. Muhalefetin sesinin daha çok çıktığı sosyal medyada dahi Cumhur İttifakı’nın sayısal bir avantajı var. Bütün bunları göz önünde tuttuğunuzda, muhalefetin “sayesinde” değil, “rağmen” kazanmayı başarması gerekiyor, bu da maharet gerektiren bir iş, bu maharet ve akıl var mı, göreceğiz.

Eskilerin dediği gibi, “Hadi bakalım kolay gelsin!”

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.