Ali Hakan Altınay yazdı: Neye (ve niçin) inanıyoruz?

Sizlerde de böyle bir duygu gelişti mi bilmiyorum ama son haftalarda “Ben bir siyasetbilimci olarak” girizgahı ile başlayan ifadelerin sahiplerine karşı artan bir sabırsızlık hissediyorum. Siyaset son derece zor, çetrefilli bir uğraş; bu alanda başarılı olmak çok sayıda beceriye aynı anda sahip olmayı gerektiriyor. Bazı kitaplarda yazan şeyleri bildiğinizi akademik kurumlarınız tescilledi diye bu zor zanaatı yıllardır yapan insanlara bu kadar üstten konuşma cesaretini bulabilmeniz bana okullarınız dışında pek zaman geçirmediğinizi düşündürüyor.

Hepimizin okullarında “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” yazıyordu. Bu tespit yapıldığı dönemde gayet gerekli bir uyarıydı. Ve gelin görün ki güncel bilim “tek hakiki mürşit ilim değildir”i de kanıtladı. Mesela Lisa Feldman Barrett, Antonio Damasio, Jonathan Haidt gibi zihinbilimciler duyguların düşünce süreçlerindeki yerini; sanat, edebiyat gibi alanların duygu dünyamızdaki rolünü bilimsel olarak gösterdi. Dolayısıyla bugün hayatta tek yol gösterici bilimdir iddiası ne bilimsel ne de hayatın olağan akışıyla uyumlu.

İnsan teninin yumuşaklığını, varoluşumuzun geçirgenliğini mesela Rodin’in en sert malzeme olan mermer ile yaptığı heykeller kadar bize düşündürten, daha iyi hissettiren ne var acaba? Yıllar önce Santral İstanbul’da düzenlenen ve Nilüfer Göle’nin küratörlüğünü yaptığı bir sergide 1 metre x 1 metre x 2 metre bir beton blok dört köşesinden örülmüş saçlarla tavana asılmıştı. O dönem kadın saçının görünüp görünmemesi etrafında kopan fırtınanın ağırlığını o beton blok ve onu taşıyan saçların ızdırabı kadar iyi hangi sosyal bilim çalışması betimleyebilir, hissettirebilirdi bilmiyorum.

Neyi, nasıl biliyoruz meselesi teorik, afaki bir konu değil, gayet yaşamsal. İklim değişikliğini alalım: Bizlerin, hükümetleri harekete geçirmeye çalışanların şöyle bir açmazı var: Herkes bu meselenin yaşamsal önemde olduğunu biliyor ama kimse bunu hissetmiyor ve dolayısıyla harekete geçme güdüsü eksik kalıyor. İnsanları 5 metrelik plastik bir köpekbalığı (Jaws) ile korkutmak mümkün ama renksiz, kokusuz, etkisi yıllar sonra çıkacak bir gaz ile korkutmak çok zor. Yeni yeni bitme sürecine giren Covid salgınını düşünelim… Wuhan’da elindeki alışveriş torbalarıyla yere kapaklanıp, orada ölen Çinliler’i gören dünya hükümetleri toplumlarının eksik / geç önlem alındığı eleştirisiyle karşı karşıya kalmamak için dünya ekonomisini durdurmak pahasına eşi görülmemiş önlemler aldı. Peki, Covid’den çok daha fazla insan hayatına mal olacağını bildiğimiz iklim değişikliği için bundan daha az yakıcı önlemleri niçin almıyoruz? Çünkü gözümüzün önünde gerçekleşen ani ölümlere (Wuhan) ya da bize doğru gelen iri yırtıcı hayvanlara (Jaws) karşı duygusal tepkimiz var ama göremediğimiz şeylerin (CO₂, CH₄) yıllar içinde birikip, geri dönülmez felaketlere yol açmasının duygu (yani bilme) repertuarımızda karşılığı yok. İklim değişikliğini aklımızla anlıyoruz ama hissedemiyoruz, dolayısıyla harekete geçmiyoruz, yöneticilerimizin harekete geçmesini talep etmiyoruz.

Dolayısıyla gelin farklı bilme biçimlerini ciddiye alalım. İş dünyası KPI (temel performans göstergeleri) olmadan o gün ne yapacağına karar veremiyor olabilir ya da Bill Gates “Ölçemediğimiz şeyler benim için gerçek değildir” buyurmuş olabilir ama “Her ölçtüğümüz şey bilmeye değer değildir; her bilinmeye değer şey de ölçülemez” tespitini yapan da Einstein idi. Gates kendi alanında takılmaya ve servet yapmaya devam etsin… Bizim önümüze bambaşka boyutlar, evrenler açan Einstein idi.

Bu uzun girizgahtan sonra biraz daha zorlayıcı patikaları deneyelim mi? Eğer tek bir bilme yolu yoksa, duygular yoluyla, sezgi yoluyla da bilmek bir vaka ise inanmak da bir bilme yolu mudur? Önce gerçekleri nesnel yöntemlerle tespit edip, sonra inanç mı oluştururuz, yoksa inançla başladığımız, inanarak anladığımız durumları, olguları hayal edebiliyor muyuz?

Bu kocaman ve belki de biraz huzursuz edici sorular için cevaplarımızı şekillendirmeye ve demlemeye yeltenenlere bir düşünce deneyi yapmayı öneriyorum: Yaşadığımız şehrin en kalabalık caddesinde tek başımıza yürüdüğümüzü hayal edelim. Sizi bir kişi durdursun ve hemen sonra karşı yönden gelen bir başkasını da durdursun. İkinci durdurulan kişinin o caddedeki sıradan bir yaya olduğunu, daha önce tanışmadığınızı, bundan sonra da karşılaşmanızın muhtemel olmadığını varsayalım. Sizleri durduran kişi cüzdanından 100 TL çıkarıp size versin ve bu parayı sizin karar vereceğiniz şekilde üçüncü kişiyle bölüşeceğinizi söyleyip, 100 TL’nin ne kadarını diğer kişiye vereceğinizi sorsun. Üçüncü kişi tüm konuşulanları duyuyor olsun; size verebileceği iki cevap seçeneği olduğu ona anlatılsın: Ya “tamam” diyecek ve sizin karar verdiğiniz şekliyle para bölüştürülecek. Ertesinde herkes kendi yoluna gidecek. Ya da “hayır” diyecek ve ikiniz de hiç para almadan yolunuza devam edeceksiniz. “Tamam” ve “hayır” dışında herhangi bir pazarlık, iletişim, sohbet mümkün değil. Böyle bir durumda siz nasıl davranırsınız? (Bu aşamada soruya cevabınızı oluşturun. Yazının devamında çeşitli tercihlerin, cevapların mantığını tartışıyor olacağız.)

Tarif ettiğim koreografi dünyanın birçok ülkesinde 30 yıldır yapılan bir deney… Adı ültimatom oyunu. Elimizde insanların nasıl davrandığı konusunda kapsamlı veriler mevcut. Siz nasıl bir bölüşüm yaptırınız bilmiyorum ama dünyanın her ülkesindeki ortalama bölüşüm ilk kişinin 55 TL’yi kendisine alması ve karşısındakine 45 TL vermesi ve karşısındakinin bu bölüşüme tamam demesi. Gelin görün ki zengin, fakir, kuzeyli, güneyli, beyaz, sarı, siyah her toplumda ortaya çıkan bu resim baskın sosyal bilim modellerine uymuyor. Homo Economicus da denen modele göre herkes kendi çıkarını maksimize eder, etmelidir ve ültimatom oyununda da ilk kişi kendisine 99 TL ayırmalı ve 1 TL verilen diğer kişi de buna “Tamam” demelidir çünkü daha 10 dakika önce cebinde olmayan fazladan 1 TL’si olmuştur. Ama deney sonuçları insanların 50-50’ye yakın bölüşümler yaptığını gösterdiği gibi 75-25’ten daha cimri tekliflere ikinci pozisyondaki insanların “Hayır” dediğini de gösteriyor. Başka bir deyişle insanlık 25 TL’den olma pahasına bariz haksızlığa itiraz etme iradesine sahip. Aynı derecede çarpıcı bir başka sonuç 50-50’den daha bonkör bölüşümlere ikinci pozisyondaki kişilerin hayır demesi. İnsanlar eşitlik, akranlık çizgisinden ayrılan bölüşümlere, sebepsiz cömertliğin ima ettiği olası borçluluk haline aynı haksızlığa ettikleri gibi itiraz ediyor.

Sıradan insanların hakkaniyete olan inançlarını gösteren bir başka araştırma World Public Opinion Survey çalışması. Bu çalışma dünya nüfusunu temsil etme niteliğine sahip 24 ülkede insanlara “Hükümetinizin ulusal çıkara aykırı dediği durumlarda uluslararası hukuka uyulmamasına ne dersiniz?” diye soruyor. İnsanların yüzde 35’i “Hükümetim istemiyorsa uluslararası hukuka uymayalım” diyor. Yüzde 51 ise “Hükümet istemiyorsa bile ben uluslararası hukuka uyulmasını isterim” diyor. Bu araştırma sadece uluslararası hukuk konusunda hassas olduğunu bildiğimiz Avrupa ülkelerinde değil, Amerika, Çin, Hindistan gibi tek yanlı uluslararası adımları atma eğilimi yüksek ülkelerde de yapılıyor ve benzer sonuçlar veriyor. Yüzde 51 – Yüzde 35 ayrımı kendi başına çarpıcı olmakla beraber benim için iyice şaşırtıcı olan bir başka sonuç hükümetleri istemediğinde de uluslararası hukuka uyulmasını isteyen yüzde 51’e ülkelerindeki azınlık görüşünü mü, çoğunluk görüşünü mü temsil ettikleri sorulduğunda, neredeyse hepsinin kendi görüşlerinin azınlık görüşü olduğunu söylemeleri. Başka bir deyişle, sadece kendi ülkesinde değil bütün dünyada çoğunluk olan bu dostları azınlıkta hissettirebilen bir sistemimiz var. Ültimatom oyununda muhataplarına 1 TL yerine 45 TL teklif edenlere akılsız muamelesi yapan iktisat disiplini ile uluslararası hukuk ve onun temelindeki genel ahlak gramerini önemseyenlerle dalga geçen uluslararası ilişkiler disiplini birbirine komşu, akraba sayılır.

Bazı iktisat derslerinde bu deney sonuçları insanların ne kadar akılsız olduğunun kanıtı olarak anlatılıyor, “Big Mistake” (Büyük Hata)” diye bir literatür oluşuyor yavaş yavaş. Ekonomi biliminin sefaleti konusunu başka bir yazıya saklıyorum. Bu aşamada derdim kişisel çıkarın önemi, bencilliğin meşruluğu konusunda bu kadar bombardımana tutulan insanların dünyanın her yerinde hakkaniyete olan inancını tespit etmek.

Acaba sıradan insanlar iktisat ya da uluslararası ilişkiler uzmanlarının araçsal mantıklarına direnme gücünü inançlarından alıyor olabilir mi? Bahsettiğim inanç illa dini inanç değil. Erdem, iyilik, sevgi, dayanışmaya olan inanç. Bu değerlere olan bağlılığımız kazık yememize, dünyada kötülük, kin, bencillik olduğunu bilmemize rağmen yoldan çıkmamamızı sağlayan inanç. Bu inancın veri temelli, nesnel, bilimsel bir kanıtı, nedeni var mı? Ararsak buluruz. Mesela Yuval Harari’nin Sapiens kitabında işbirliğinin rekabetten daha verimli, önemli olduğuna dair bir çerçeve var. Ama insanlık Sapiens’ı okumadan önce de ültimatom oyununda 1 TL yerine 45 TL’yi seçiyordu. Daha evvel kalendermeşreplik bahsinde de geçmişti; inandığımız değerlerin ödülü kendileri ve onlara inanan diğer iyi insanlar. Bugün yolda birkaçıyla karşılaşırsanız, onlardan selamınızı esirgemeyin. Bu değerleri, bu inancı hep birlikte ayakta tutuyoruz. Bunu yapabildiğimiz için de kendimize ve birbirimize şefkat borçluyuz.

Mektup adresi:
Ali Hakan Altınay
Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü
Semizkumlar Mah. Çanta Cad. No: 162
Silivri Kapalı Cezaevi (9 no’lu Cezaevi), Koğuş: A47
İstanbul

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.