6 Şubat’ta yaşadığımız deprem felaketi sonrasında resmi rakamlara göre ölen 45 bin yurttaşımızın acısı henüz çok taze. Belki bir o kadarı ya da daha çoğu insanımız ya kayıtsız defnedildi ya da hâlâ betonarme enkaz yığınlarının altındalar. Gün geçmiyor ki geride kalanların tarifsiz acısı sosyal medya paylaşımları yoluyla karşımıza çıkmasın, içimizi dağlamasın. Türkiye’nin hazırlanmak için çok zamanı ve önlem almak için bilgisi olduğu ama ne hikmetse başına geldiğinde devletin adeta nutkunun tutulduğu bu felaketin ölenlerden esirgediği haysiyetli bir vedayı arkalarından nasıl olur da biz ederiz diye düşünüp durdum. Sevdiğini kaybeden her insanımıza en yakınım gibi gidip sıkı sıkı sarılmak, başınız sağ olsun, Allah sabır versin demek istedim. Acınızı tüm kalbimle paylaşıyorum, bu zamansız belki de önlenebilir ölümlere kahroluyorum. Çöken yapılarda yitirdiğimiz tüm canlıları da unutmadan. Ölenlerle beraber ölmediysek aldığımız her nefesin sorumluluğunun peşinden inatla giderek.
Depremden sonra “Devlet nerede” diye haykıranların çığırışlarına ayar vermeye çalışanları ve devlet ve hükümetin birbirinden nasıl ayrıldığını anlatan didaktik ve havalı görsellerle devleti bir “tabu” olarak korumaya çalışanları, şaşırmadan izliyorum. Bir yandan da, aklıma sürekli olarak yakınlarda izlediğim 2019 yapımı Çernobil dizisi geliyor. Dizi, bu gün Ukrayna sınırları içinde kalan Çernobil Nükleer Santralı’nda 1986’da yaşanan reaktör patlaması ve sonrasında yaşanan gerçek olaylardan esinlenerek çekilmiş bir kurgu. Dizi, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin santralda nükleer patlamaya yol açan ihmallerinden kazayı önce gizleme sonra da üstünü örterek paylaşma gayretine, bilim insanlarının uyarılarını dikkate almamadan devletin bekası için insanların hayatını hiçe saymaya kadar oldukça rahatsız edici yanlarını gösteriyor. Dizinin başında nükleer reaktörün patlamasının ardından bir araya gelen yerel yönetim komisyonunun toplantısında genç bir üyenin endişeli yorumları sonrasında partinin yaşlı bir üyesi, Zharkov (Donald Sumpter), gayet soğukkanlı bir şekilde söz alır:
“Zharkov: Acaba kaçınız buranın gerçek adını biliyor? Biz hepimiz Çernobil diyoruz tabii ki. Asıl adı ne?
(Toplantıdan biri cevap verir) Vladimir I. Lenin Nükleer Enerji Santralı.
Zharkov: Kesinlikle. Vladimir I. Lenin. Kendisi sizinle ne kadar gurur duyardı bu gece. Özellikle sen, genç adam, ve senin insanlar olan için tutkun. Bu zaten devlet aygıtının tek varlık nedeni değil mi? Bazen, bunu unutuyoruz. Bazen, korkumuza yenik düşüyoruz. Ama Sovyet sosyalizmine olan inancımız her zaman ödüllendirilecek. Şimdi, devlet bize durumun tehlikeli olmadığını söylüyor. İnanın yoldaşlar. Devlet bize paniği engellemek istediğini söylüyor. İyi dinleyin. Doğrudur, insanlar polis gördüğünde korkacak. Ama, deneyimime göre, insanlar kendi çıkarları için iyi olmayan sorular sorduklarında onlara basitçe kendi işlerine bakmalarını ve devletin işlerini devlete bırakmaları söylenmeli. Şehri çıkışlara kapatıyoruz. Kimse çıkmayacak. Ve telefon hatlarını kesin. Yanlış bilginin yayılmasını önleyin. Böylelikle insanların kendi emeklerine zarar vermesini engelleyebiliriz. Evet, yoldaşlar … bu akşam burada yaptıklarımız için hepimiz ödüllendirileceğiz. Bu bizim ışıldayacağımız an.”
Amerikalı-Rus gazeteci, yazar ve aktivist Masha Gessen kurgu dizi Çernobil’in eleştirisinde bu sahnenin Sovyet hiyerarşisindeki garip ilişkilere iyi bir örnek oluşturduğunu yazıyor. Gessen, yaşlı üyenin bu konuşmasının Sovyet bürokrasisinde insanların emeğinin çıktısının onların kendisine tercih edilişi ve insan yaşamının kati bir şekilde hiçe sayılması gibi öğeleri içerdiğini yazıyor. Dizide bir başka doğru aktarıma örnek olarak da son bölümde kazadan sorumlu tutulan üç santral mühendisinin yargılandığı mahkeme sahnesini örnek veriyor. Gessen’e göre, sahne Sovyet mahkemelerinin Merkez Komitesi’nin taşeronluğunu yaptığına ve savcının yargıçtan daha güçlü olduğuna bir örnek.
Cumhuriyetin 100. yaşında uzaktan Türkiye’yi izlerken Sovyet Birliği’nin vitrini görkemli ama arkası kırılgan devletçiliği, yerine gelen Rusya Federasyonu’nun otokrat ve otoriter rejimi, her ikisinde devamlılık gösteren iktidarın hukuk üzerindeki tahakkümü, devletin bekası söz konusu olunca insan canının değersizliği ve sansür aklıma geliyor. Bunları böyle yazıya dökünce de son zamanlarda okuduğum siyaset bilimi makalelerinin Türkiye’ye hakim rejim için öne sürdüğü savları özetliyormuşum gibi gözüküyor. Atatürk, Onuncu Yıl Nutku’nda “Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.” vizyonunu paylaşmıştı. Aradan geçen zamanda aldığımız yola rağmen doksan yıl sonra geldiğimiz yer Rusya’nın kötü bir kopyası gibi duruyor.
Ülke olarak altında kaldığımız enkazı ancak beraber kaldırabiliriz. Bir asır boyunca devleti merkeze koyarak yücelten ve yurttaşı örseleyen ideolojilerin farklı otorite ve kalkınma yaklaşımlarını deneyimledik, geldiğimiz yol belli. Artık odağımıza “sivil toplumu” alsak? Yurttaş bilgeliği, saha deneyimleri, uzmanlığı ve akademik aklıyla bu yükü üstlenebilecek insan gücümüz sahip olduğumuz en önemli kozumuz; bu aslında son yazımda paylaştığım “biz aslında birbirimize yeteriz” savı. Burada çoğunlukla anlaşabileceğimi umuyorum. Ama bu süreçte devletin yeniden ve farklı tahayyülünü ve sadece pozitivist bilime dayanan modernist-teknokrat bir kalkınma anlayışına bir alternatifi birbirimizi kırmadan dökmeden tartışabilecek miyiz, buna gönül rahatlığıyla “tabii ki” diyemiyorum. Belki artık beş ortağı kalan masanın Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ifade ettiği gibi daha kapsayıcı bir sofraya dönüşmesi bu tartışmayı yapabileceğimiz bir ortamı hazırlar. Hem biz memleketi sofrada kurtarmayı sevenlerden değil miyiz?
Tabii önce 14 Mayıs’ta iktidarı değiştirmemiz gerekiyor. Bunu öncelikle insanların ve diğer canlıların haysiyetli bir yaşam sürebilmesi için ve AK Parti coğrafyamızın üstüne daha fazla beton dökmesin diye yapmalıyız. Muhalif kesimler olarak Altılı Masa ve çevresinde oluşacağını umduğumuz geniş bir koalisyonla bu değişimin gelmekte olduğunu görüyorduk. Meğer o uzlaşının da temeli sağlam değilmiş. İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in Altılı Masa’dan kalkarken yaptığı konuşmada dile getirdiği “Türkiye ‘ölüm ve sıtma’ arasında tercih yapılmaya zorlanmıştır.” ifadesi neresinden bakarsanız bakın yenilir yutulur gibi değil. İYİ Parti ve Akşener’in sürece dair itirazları, rahatsızlıkları ve kızgınlıkları olabilir tabii. Ama bunu dile getirirken bazıları henüz toprağa verilememiş ve “sıtmayı dahi göremeden” ölmüş insanları yok sayan ve geride kalan tarifsiz acıya asgari saygıdan imtina eden öfke ve üslubu anlamam ve algılamam mümkün değil. Tam da memleketin bir kesimine şu sıralar en iyi gelen şey umutken…
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.