Yılları geçtik asırlık bir perspektiften, tarihî ve kritik bir dönemeç sayılan bir seçimin, travması da kendine yakışır biçimde oluyor. Üç hafta geçmiş olmasına rağmen toplumun hiç küçümsenmeyecek bir kısmı, sert duygusal dalgalanmalardan çıkabilmiş değil. Sağlıkçılar tıbbi kavramların uluorta benzetmeler için kullanılmasını sevmez ve istemezler. Ancak seçim sonrasında yaşananlar için, “travma sonrası stres bozukluğu” demek pek yanlış olmaz. Çünkü olay sadece basit bir metafor değil, gerçek anlamda psikolojik rahatsızlıklar yaratması, olanları kabartması muhtemel bir savrulma. Sert şoktan ve şaşkınlıktan öfke aşamasına bir hayli hızlı geçildi. Zira bu yenilgiden sorumlu sayılması beklenen aktörler, bu durumu yatıştırma veya yönetme konusunda çok kötü bir performans gösteriyor. Dolayısıyla, şoku öfkeye dönüştüren de onların bu tutumu. Anlaşılan kendileri de stres bozukluğu yaşadıkları için, savrukça gündeme getirdikleri savunma veya baş etme çabaları, cevap bekleyen kalabalıkların sarsıntısını derinleştiriyor.
Böyle zamanlar, zor zamanlar. Karşı karşıya kalınan, birden ortaya çıkmış yeni bir durum değil. Yıllardır devam eden, her açıdan zorlu ve ağır bir kasvetin içinden çıkamama, belirsiz bir mahkumiyetin devamını kabullenmek hiç kolay değil. Başına ne geleceğini bilerek karşılaşılan bildik sürpriz, çok daha yıpratıcı. Bu sürecin her düzeyindeki karar vericilerinin, böyle bir ihtimal için pek hazırlıklı olmadıkları anlaşılıyor. Onların hazır olmadığı bir şeye, yüksek bir enerjiyle pozitif sonuca kendini hazırlamış olanların hazır olması beklenemez. Siyaset profesyonelleri ne yapacaklarını kestiremezken, seçmen de onlardan ne istemesi gerektiği konusunda bir türlü net olamıyor. Yıllardır vatandaşa, “muhalefet işini, hatta siyaseti bize bırakın, sizin sorumluluğunuz sadece sandığa gitmek, biz size seçimi alıp getireceğiz” diyenler vardı. Onlar vaat ettiklerini yapamadı, şimdi de ne yapacaklarını biliyor gibi davranmıyorlar. Onları hala destekleyen ya da çok öfkeli olanların, onlardan istedikleri de, “bir şey yapın” belirsizliğini aşmış değil.
Böyle zeminler manipülatif çıkışlar, yüksek perdeden akıl ve talimatlar yağdırmak, en önemlisi de dikkat çekmek için çok bereketli. Seçim sonucundan sorumlu tutulan ve “değişime” memur kılınan aktörler, açık arayla CHP ve Kılıçdaroğlu. Tüm ülkenin cumhurbaşkanı adayı olma iddiasının, yenilgiyle ilgili sorumluluğu da başkalarıyla denk olamaz elbette. Ancak meselenin partiler cephesinde durum biraz ilginç. Diğer partilerin içinde de ciddi çalkalanmalar olması muhtemel ama onlarda olup biten çoğunlukla bir iç mesele gibi duruyor, kabul ediliyor. Doğrudan dahli olanların bile, kenara çekilmesi mümkün oldu. CHP söz konusu olduğunda ise uzaklığa yakınlığa bakılmadan herkesin bir fikri hatta “radikal” talepleri var. “Memlekette iktidarı değiştiremedik, bari CHP’yi değiştirelim” düşüncesi çok popüler ama bir o kadar da yönü, zemini ve aktörleri biraz karışık. HDP, konusunda da dışardan politika tayini heveslerine rastlanıyor. Kürtler olmadan Kürt meselesi veya HDP’lileri dinlemeden HDP’yi konuşma ve mesafe ayarı alışkanlığı devam ettiriliyor.
Siyaseti ama özellikle bazı partilerin ne yapması gerektiği tartışmaları, “hiçbir şey olmasa bile bir şeylerin olması gerek” diyen tribünlerin destek ve alkışına talip. Bu konuda, bireysel ve kolektif çabalar var. Alanda aktif olan çeşitli gruplardan söz etmek mümkün. Mesela, sahiden fazla çeşitli çizgileri barındıran, geniş bir “demiştik” koalisyonu mevcut. “Demiş oldukları” birbirine hiç benzemese bile aynı “haklılık” platformunu paylaşıyorlar. Mesela, CHP’nin kuruluş değerleri veya Atatürk’ün partisi olmaktan çıkma iddialarının sözcülerinden bazıları, iktidar kanallarında hatta AKP sıralarında oturuyor. Mesela, 2019 başarısından sapmadan şikayet eden de, onun da yanlış olduğunu söyleyen de, “demiş” sayılıyor. Başarısızlık, yapılan her şeyin aksini yapmanın mutlak başarı garantisi gibi sunulabiliyor. 2018’de Gül’ün kazanacağı hikayesinin senelerce sürmesini sağlayan da buydu. Yine de isabetli olsun olmasın, samimi reaksiyonların hâlâ ağırlıkta olduğu söylenebilir. Fakat farklı geçmişlerdeki hesaplar ve gelecek tasavvurlarının etkisi de yadsınamaz ve giderek artıyor.
Sinan Oğan, Abdüllatif Şener gibi hadiseler, bir tarafıyla sorunlu kişisel özelliklerle, yüksek ego ve daima önemli şahıs olma bağımlılığıyla tanımlanabilir belki. Dünyayı kendi kişisel hikâyesinin salınımlarıyla anlayan ve anlatan “birinci tekil” aktörlere, siyasetin mücavir alanında da çok sık rastlıyoruz. “Ben” demeden konuşamayanlar, “biz” olmanın rehberi olma iddiasında. Bir zaman etkili aktörlerle sıkı fıkı ilişkilerini faş ederek popülerlik arayanlar, şimdi “beni dinlemedi” diyerek linç seanslarının başını çekiyor. Fakat bu ve benzeri vakaların münferit sayılmasını zorlaştıran faktörler epey fazla. Her şeyden önce, böylesi hadiseler seçim sonuçlarıyla birlikte zuhur etmedi. Seçimden kısa bir süre önce siyasetçilerden yorumculara, yayın kuruluşlarından ekonomi elitlerine kadar çeşitli çevrelerde şaşırtıcı olmayan şekilde ilginç, beklenmedik ölçüde köşeli, rahatsız edici düzeyde zorlama, hamleler ve sözler duyulmaya başlanmıştı. Komplo hikayeleri, “aldatıldım” itirafları, erken bahane tedariki neredeyse bir sağanağa dönüşmüştü.
Bu iktidarın en çok eleştirilen ama bir yandan da başarısının -biraz da gıpta edilerek- nedeni sayılan özelliklerinden biri, siyasi sorumluluk meselesine getirdiği yorum. Post-truth, sözün sorumluluğunu kaldırdı zaten. Kabul ettirilmiş sorumsuzluk, bulaşıcı bir şey. İktidarın uzantılarına, bürokratlara, medyaya hatta tabana kadar yayılıyor. Sonra başkalarına örnek teşkil ediyor. Bulaşma akıl alma ve temas kiralama ile hızlanıyor. Mesela, iktidara kazandıran siyasi iletişimcinin muhalefete de kazandırabileceği sanılıyor. Kazanan mahallenin “bilgisi”, kazanmanın anahtarı sayılıyor. “Karşı taraftan oy alma” veya uzaktakiyle temas, “aracılara” ihale ediliyor. Toplumsal-siyasal kimlik grupları, devletin derin mahvilleri veya küresel güç merkezleri bu ilişki ihalelerine konu olabiliyor. Ancak bu aktörlerin ihalenin eksikliğinden hatta felaketinden herhangi bir sorumlulukları yok. Hatta hangi plana sadık kaldıkları belirsiz olduğu için, bir zamanlar kıymetlileri oldukları insanların tam karşısında ve en olmadık ithamlarla beliriveriyorlar.
Her hak yanında en az bir sorumlulukla gelir. Gazeteci olmak, yorumcu olmak, akademisyen olmak, kimseyi herhangi bir vatandaşın sahip olduğu özgürlüklerden düşürmez. Tıpkı bürokrat veya yargı mensubu olmanın, insanları kanaatsiz hale getirmediği gibi. Fakat insanların fikir ve kanaatleriyle bunları ifade ediş biçimleri, muhatap veya konu aldıkları kişi ve durumlar karşısındaki pozisyonlarıyla doğrudan ilişkili. Son zamanlarda siyasi tartışmalarda çok rastlanan bir anormallik var. Bir sosyal medya fenomeni, bir haber sunucusu, talimatlar yağdırıyor, talimata uyulmama ihtimaline karşı etiketler yapıştırıyor. Bir siyasi parti lideri ya da doğrudan cumhurbaşkanı, bir başka partinin iç rekabetinde açık taraf oluyor. Lügat dışına attığı istifa müessesini başkaları için hatırlatır oluyor. Bir siyasi partiye hiç üye olmamış, olmayı hiç düşünmeyen hatta hep karşısında durmuşlar bile -bazen titrlerinin verdiği iktidarla- olması gerekeni dikte ediyor, ültimatom yayınlıyor. Bu durum, içerikle hatta üslupla ilgili bir yakışıksızlık değil, ciddi bir pozisyonlanma sorunu. Ve asıl olarak da bu insanların kendilerine karşı bir sorumsuzluk.