Ayşe Çavdar yazdı: Cumartesi Anneleri’ne borçluyuz

Bir bakıma geçen hafta kaldığım yerden devam edeceğim. Soma’da Maden Katliamı’nda öldürülen işçilerin bize bir hak tanıdıklarını hatırlatmıştım. Zira o katliamın olanca dehşet vericiliği bizi yerimizden kalkıp harekete geçmeye zorluyordu. Elbette konuşamaz onlar, biz de seslerini duyamayız. Öte yandan o katliamdan sonra olanların arz ettiği örüntüyü onlardan bize iletilmiş bir mesaj gibi okuyabiliriz pekâlâ. Hem de gayet açık ve net bir mesaj: “Bize olanlar, size olacakların habercisidir. Kalkın yerinizden ve bizim için adalet talep edin. O adalet artık bizden çok size lazım. Çünkü biz öldük. Bu zulümle yaşamaya talim edecek olan sizlersiniz.”

Cumartesi Anneleri/İnsanları, 1000 haftadır Galatasaray Meydanı’nda devletin güvenlik güçlerinin gözetimi altındayken (gözaltında bu demek) kaybedilen yakınları için adalet talep ediyorlar. 1995 Mayıs’ından bu yana Galatasaray Meydanı’na her çıktıklarında, muhataplarının, yani devletin ve kamuoyunun o sırada ne halde olduğunu da bütün açıklığıyla ortaya koyuyorlar. En başında ve şu son yıllarda devlet, Cumartesi Annelerinin adalet talebini susturmaya çalışarak, “Ben şu anda böylesi bir adalet talebine karşılık veremeyecek denli zayıf hissediyorum kendimi, gösterdiğim şiddet de bu zafiyetimin ifadesidir” diyor. Kamuoyu ya da çeşitli toplum kesimleri devletin sergilediği bu şiddetli susturma/karartma girişimi karşısındaki tavırlarıyla aslında toplumsal ortaklığın bir kurumsal tezahüründen ibaret olan devletin bu büyük zaafını, denilebilir ki devlet kalesindeki o kocaman deliği onarma dertleri olup olmadığını beyan ediyorlar.

Mevzuyu tersinden okuduğumun farkındayım. Çünkü tersinden baktığımızda “devlet gücünü gadre uğramışların hak ve adalet taleplerini bastırarak gösteriyor ama çetelere gelince tırnaklarını törpülüyor”dan fazlasını görme şansına sahibiz. Yaklaşık 20 yıldır Galatasaray’a her gelişlerinde Cumartesi Anneleri içinde bulunduğumuz siyasi halin apaçık bir suretini çıkarıp gözümüzün önüne koyuyorlar.

Nitekim, gözaltında kaybolanların yakınlarının her hafta Galatasaray Meydanı’nda sessizce oturarak başlattıkları eylemin hangi kesimlerden, kurumlardan, hangi dönemlerde, hangi tepkilerle karşılandığına bakarak o kesimlerin, kurumların, o dönemde Cumartesi Anneleri’yle değil kendileriyle ilgili tasavvur ve tahayyüllerini okuyabiliriz. Ayşe Günaysu’nun, 2014’te yayınlanmış şu yazısını örneğin, 1990’ların ikinci yarısında kimlerin ne halde olduğuna ilişkin bir kayıt olarak görebiliriz. Tepkileri siz okuyun ben sonucu alıntılayayım buraya: “Bir süre sonra 19 Mart 1999’dan itibaren, sayı (yıldırma aracı olarak devreye sokulan polis saldırıları ve gözaltılar nedeniyle) çok azaldığı için oturmalara son verildi. Daha doğrusu ara verildi, 2009’a kadar. Şimdi düşünüyorum da, sanırım 1990’ların zincirlerinden boşanmış devlet şiddeti koşullarında, oraya binler akamadı. Gezi’de olduğu gibi mesela, binler aksaydı, Cumartesi oturmaları korunabilir miydi? Bilmiyorum. Ara verildi ama bu on yıllık ara, ne kadar ilginç ve etkileyici ki, gözaltında kayıplara karşı kampanyayı zayıflatmadı, etkisini kırmadı, tam tersine başarılar elde edildi, toplumun daha geniş kesimlerinde yankı buldu. Ve Cumartesi oturmalarına katılanlara ‘terörist’ diyen başbakan, onların temsilcileriyle görüşmek, onları dinlemek zorunda kaldı.”

Derken 25 Ağustos 2018’de, tam 700’üncü buluşma öncesinde Süleyman Soylu, gözaltında kaybedilenlerin yakınlarına Cumartesi günleri Galatasaray’da sessizce oturmayı yasakladı. Böyle bir yasağın konulamayacağını en iyi bilenler Cumartesi Anneleri’ydi, onca yıldır hak ve adalet arıyorlardı en nihayetinde. Galatasaray’a gittiler ve 1990’ların ikinci yarısındaki sahneler bir kez daha yaşandı. Ağır bir polis saldırısı, 23 gözaltı ve 46 kişiye açılan davalar… Şöyle ya da böyle bir parçası olduğumuz ortaklığın işlevini yitirdiğine, kendini sürdürmek için şiddetten başka bir aracı kalmadığına dalalet eden utanç verici sahneler.

Kasım 2022’de Anayasa Mahkemesi, Galatasaray’ın Cumartesi Annelerine yasaklanmasının da, hukuken mümkün olmayan bu yasağın uygulanması için kolluk güçlerinin düzenledikleri saldırıların da hak ihlali olduğuna karar verdi. Aynı vaka hakkında başka bir başvuruyu değerlendirirken bir kaç ay sonra aynı kararı tekrarladı mahkeme. Ancak kolluk güçleri Anayasa Mahkemesi’nin iki kez aldığı bu kararı tanımadı ve haftalar boyunca Cumartesi Anneleri’ne saldırmaya devam etti. Hafıza Merkezi’nin gözlem raporu devletin, yani ortaya koyabildiğimiz şu kurumsal/anayasal ortaklığın adaleti sağlamakta gösterdiği aczin büyüklüğünü ne türlü bir şiddetle hem de örtmeye çalışırken faş ettiğini ayrıntılarıyla ortaya koyuyor. Şu cümle, o şedit “meydan muharebesi”nde, hem de bütün silahlarıyla meydana hücum edenin asıl kaybeden olduğunu çok iyi özetliyor: “Yetkililerin Cumartesi Anneleri/İnsanları’na yönelik tutumlarından kaynaklanan ihlaller, gözaltında kaybedilen yakınları için adalet talep eden Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın asli talebini görünmez kılmaktadır.” Bir adaletsizliği/hukuksuzluğu/zulmü, yeni bir adaletsizlik/hukuksuzluk/zulümle görünmezleştirmeye uğraşacak kadar umudu kesmiştir devletlû zümre kendisinden. Zira o muharebe devletin gücünü değil, geçmişte olduğu gibi bugün de hukuku uygulamakta ne denli büyük bir zaafa düştüğünü göstermekten başka bir işe yaramadı.

Önüne gelene sürekli bağırıp çağırarak, oraya buraya gene hukuksuz devasa binalar kondurarak örtülemeyen o aczin yeni tezahürlerini bugün “Cumhur İttifakı ortakları arasında yargı savaşı mı çıktı?” benzeri sorulara verilen ya da korkudan verilemeyen cevaplarda görüyoruz.

Cumartesi Anneleri’nin eylemlerine yönelik, 1000’inci haftada ‘lutfen’ sonlandırılan —belki de ne yazık ki ara verilen— devletlu baskı ve şiddet ile bu adalet talebiyle toplumsal ve siyasal ilişkilenme acizliğinin; güvenlik bürokrasisinin ve yargının hayli zamandır düçâr oldukları çürüme ve işlevsizleşme süreçleriyle ne denli paralel oldukları bugün artık daha iyi anlaşılıyor. Kestirmeden söyleyeyim: Toplumun ve toplumun devletlû zümrelerinin, ortaklığın işlerliğine ve geleceğine ilişkin umutlarının yükseldiği zamanlarda hak talepleriyle siyasi ve toplumsal ilişkilenme potansiyeli de artıyor. Toplum kendinden ve devletlû zümrelerden umudu kestiğinde ise her türlü hak talebi şiddetle bastırılıyor. Bu yalnız Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde böyle oluyor.

Evlatları, anaları, babaları, arkadaşları, eşleri, ağaçları, toprakları, havası için sokağa çıkan, hak ve adalet talep eden insanlara minnet borcumuz var. Biz dediğim de içimizdeki herhangi bir topluluk değil, toplamımız, yani hepimiz. Ne zaman sokağa çıksalar, kulağımıza fısıldasalar ya da posta kutumuza bir mektup düşürseler önümüze bir problem koyuyorlar çözelim diye. Her birimizin hepimizden umudu en çok kestiği zamanlarda daha da ısrarla hatırlatıyorlar o problemi. Diyorlar ki, “Hadi bak, ben sana bu soruyu soruyorsam, karşına bu taleple çıkıyorsam demek ki henüz varsın, hayattasın, o zaman nefes al, yani adalet için uğraş ver.” Hak ve adalet taleplerini bastırmaya çalışanların, bu insanların seslerinde, sözlerinde, eylemlerinde tehdit olarak gördükleri şey o talepler değil; o taleplerin toplumu, yani hepimizi var kılması, ortaklığımıza bir anlam vermesi, adalet talebinin kitleselleşmesinin yaratacağı umut. Zira onlar varlıklarını ve güçlerini bir aradalıkta değil, parçalamakta; hayatiyette değil ölümde; hukukun değil kendi çıkarlarının üstünlüğünde, umutta değil toplumu çaresizlikten derdest edecek denli yoğun umutsuzlukta sürdürebilirler ancak.

Hak ve adalet talep edenler tek tek her birimizi ve hepimizi birer sorun çözücü olarak tanıdıkları için yüksek sesle haykırıyorlar, meydanlara çıkıyorlar ısrarla, bütün kuvvetleriyle bizi de harekete geçmeye, yani parçası olduğumuz toplamı/toplumu onarmaya teşvik ediyorlar. Onların seslerini duymak içinde bulunduğumuz halin karanlığını, akarını kokarını ortaya döküyor bütün çıplaklığıyla, yani aslında hal-i pürmelalimizi teşhis edip önümüze koyuyorlar. Tam da bunu yaparak bizi, hepimizi, toplamımızı harekete geçmeye ve hayatiyet belirtisi göstermeye zorluyorlar.

Tüm bu sebeplerle borçluyuz Cumartesi Anneleri’ne/İnsanları’na… 1000 haftadır, en kötü zamanlarda bile yakınları için adalet aramaktan vazgeçmedikleri ve cümlemizden yani hepimizden umudu kesmedikleri için. Buna karşılık hem adalet borcumuz hem mahcubiyetimiz sonsuz!

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.