Reklam metinlerinde çok kullanılan bir vaat vardır: “……, her zaman yanınızda”. “Bir telefon kadar yakın”. “Hep sizinle”. Otomobil, sigorta, perakende hatta ilaç veya deterjan, hiç fark etmez. O marka, o şirket, o hizmet, size lazım olduğu anda yanınızda bitiverecek. Siz bu “güvenceyi” satın alırsanız, asla kimsesiz ve çözümsüz kalmayacaksınız. En temel korkulardan yalnızlık ve çaresizliği hedef olan bu “güvence”, elbette çok cazip. Sinemanın korku ve gerilim konulu senaryolarının çoğunda en etkileyici sahnelerinin, kimseye ulaşılamadığı anlar olması boşuna değil. Bu yüzden, reklam sektörünün en eski ve en çok müracaat edilen sloganları hep bu temanın etrafında dönüyor. Ancak alt metninde bu hizmete ihtiyacınızı hatırlatan bir yalnızlık kaderi de var.
Bugün, baş döndürücü iletişim hızına ve akla ziyan temas-ilişki aparatlarına rağmen, kronik ve derin bir yalnızlık çağındayız. Kimse yanında birileri olduğunu veya gerektiğinde olacağına güvenemiyor. Ancak bunu satın alabileceklerine ikna oluyorlar. Bu durum, sadece bütün insani ihtiyaçların ve temasların ticarileşmesiyle sınırlı değil üstelik. Başka türlü işlediği varsayılan, en azından eskiden öyle gibi olan pek çok şey, “hizmet” başlığı altında artık bir alış-veriş konusu oldu. En başta da geniş anlamda “siyaset”. İşten okula, sanattan spora bütün kurumsal yapılar, bütün örgütlenmeler, gerçek politik varlık sebeplerini ya unutmuş, ya kiraya vermiş ya da yerine getirmekten aciz halde. Bu özelliklerini hatırlatan da yok.
Yazdıklarımı, söylediklerimi takip edenler, siyasetin teknik bir mesele, bir hizmet ilişkisi haline getirilmiş olmasından hatta bunun zaten lüzumlu olduğunun söylenmesinden rahatsızlığımı bilir. Hatta tekrar pahasına, bu konu üzerine sık sık bir şeyler söyleme ihtiyacı duyduğum, her vesileyle bu sıkıntıyı bir kenara iliştirdiğim oluyor. Ancak sorun, sadece kurumsal (reel) siyasetin -ve özellikle onun geniş profesyoneller ağının- zaafı olmaktan çıkalı çok oldu. Neredeyse bütün örgütlenme ve dayanışma ağlarında, bunu amaçlayan kurum ve zeminlerde benzer sıkıntı var. Sendikaların üye sayıları ve toplam çalışan içindeki örgütlülük payı dramatik biçimde düşerken, etkinlikleri ve daha önemlisi etkinlik niyetleri de eriyor.
1 Mayıs’ta Taksim’e yapılan çağrıyı ciddiye alanları, Unkapanı köprüsü önünde polis dayağıyla baş başa bırakıp gidenler, Erdoğan’ın Mavi Marmara olayında yaptığı gibi, “bize mi sormuşlar” demekte sakınca görmedi. Benzer şekilde meslek kuruluşlarının bazıları da, iktidarlarla tavassut ilişkisi kuran kulüpler haline getirilmek, olmazlarsa da kapatılmak isteniyor, Avukatlara yeşil pasaport vaadiyle Barolar Birliği Başkanı olanlar, kendilerine büyükelçilik ayarlayıp çoktan yollarına gittiler. Benzer bir durum, enflasyonun sebebi sayılan, bölücü, dış mihrak suçlamasına uğrayan üyelerine arka çıkamayan, iktidarın politik talimatlarına hassasiyeti aşamayan esnaf örgütleri için de geçerli.
Türkiye’nin farklı bölgelerinde farklı ürün yetiştiricilerinin başlattığı köylü eylemleri karşısında Ziraat Odaları da aynı durumda. Önce buğday üreticileri, verilen sefalet taban fiyatlardan sonra yollara düştü, peşinden domates yetiştiricileri, ardından bostan sahipleri, çay, fındık, fıstık derken neredeyse her ürün için dört bir yandan itiraz sesleri yükseliyor. Ekonomik, kriz, iklim krizi, enflasyon, çevre felaketleri kıskacındaki üretici, acı reçetenin kurbanları arasına giriyor. Hasat mevsiminde başlayan, kimi yerlerde yüzlerce traktörün katıldığı yol eylemleri, yürüyüşler, tonlarca ürünün yollara döküldüğü gösteriler, çoğu kendiliğinden gelişen çok sayıda protesto, giderek “çiftçi isyanı” başlığını hak edecek şekilde yayılıyor. (Bu konuda fikir verebilecek bir röportaj)
Sadece iflasa sürüklenen köylünün derdi olmaktan öte, giderek derinleşen ve herkesi etkileyecek bir gıda krizinin de habercisi olan bu isyanın da sahibi, örgütleyicisi, sözcüsü yok aslında. CHP, çay, fındık ve fıstık için farklı merkezlerde mitingler düzenledi düzenlemesine ama bunlar -doğru olarak- sahiplenmeden ziyade çiftçiye platform sunmak olarak değerlendirilebilir. Tıpkı zaman zaman bazı partilerin meclisteki grup kürsüsünü, bir sorun ve onun temsilcilerine açması gibi. Elbette bu platformların kalıcı bir baskı dinamiğine dönüşmesi, yani fikri takip anlamında süreklilik arz eden politik ısrardaki ciddi eksikliği söylemek lazım.
Çok eskiden başladığım ve moda olduğu üzere kişilere özel hale dönüştürmediğim “muhalefete muhalefet etme” alışkanlığımı durdurup, konunun yapısal taraflarına biraz değineyim. Her şeyden önce mevzu, bu dönemin küresel iklimiyle fazlasıyla alakalı. İnsanların kronik yalnızlık içinde yuvarlanmaları, bir açıdan dönemin ekonomik, sosyal ve kültürel atmosferinin yarattığı sosyal patoloji. Her anlamda belirsizlik, güvencesizlik ve çaresizlik içindeki insanlar, hayatta kalmalarının sadece ve sadece kendi çabalarıyla mümkün olacağı inancı ve her an buna da yetemeyecekleri korkusuyla kabuklarına büzüldüler. Ancak bu, sistemin çözemediği krizinin ortaya çıkarttığı kontrolsüz rahatsızlıktan ibaret değil. Sonuç olmaktan ziyade bir amaç.
Aynı zamanda sistemin kendi daimi krizinin sürdürülebilirliği için, kontrollü bir ruh hali hakim kılınıyor. Artık hakim kesimler yanında, sıradan -hatta kaybedeceği şeyi olmayanların- bile nedense pek korktuğu “isyanı”, imkansız ve lüzumsuz gösteren bir müsekkin var. Şiddetli tepkilere için başka adresler sunan yönlendiriciler mevcut. İnsanlar katlanılmaz hale gelen eşitsizlik ve adaletsizliğe karşı, tamamen yalnız ve hatta benzerleriyle rekabet (düşmanlık) içinde yaşamak zorunda olduklarına inanıyor, inandırılıyor. Böyle olunca dayanışma, örgütlenme, birlikte mücadele etme, şikayetleri ve haksızlıkları politik talebe dönüştürme, bütün kurumsal yapıları buna zorlama, “ideolojik” lüzumsuzluk veya boş romantiklik sayılıyor. Varlık sebebi ve görevi bu olanlar için de angarya.
Politik aktörler, “sorun çıkarmadan (pozitif) muhalefet yapmayan iktidar olamaz” veya “seçmen yüksek itirazdan korkar” iddialarını güvenli sığınak yapmış. “Aktivizmi” siyaset dışı ve itibarsız sayan yorumcular çok revaçta. Çevre eylemine gelen muhalefet siyasetçileri, “devletle bizi karşı karşıya getirme çabalarına imkan vermeyeceğiz” demeyi, işçi veya çiftçi eyleminde “amaç hasıl oldu gerilim yaratmadan dağılalım” uyarısını incelikli siyaset sayıyor. Fakat insanoğlu yüzyıllardır öğrendiklerini ve kazandıklarını kolay unutmuyor. Dayanışma, mücadele etme ve direnme gibi yollar hala hafızalarda. Çoban ateşleri gibi küçük ve dağınık işçi direnişleri, kendiliğinden doğan ve yayılan çiftçi isyanları, her yerde karşımıza çıkan çevre mücadeleleri, insanlara yalnızlığa mahkum olmadığını hatırlatıyor. Sıkıntıya düştüğünüzde yanınızda bulmayı isteyecekleriniz, sizle aynı sıkıntıyı paylaşan kardeşleriniz olunca hayal kırıklığı ve kandırılma riskiniz daha az. Hele yan yana durmayı devam ettirebilirseniz…
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.