Uzun süredir Türkiye’nin en değişmez, en kuvvetli gündem başlığı, “gündem değiştirme”. Konular değişiyor, meseleler çoğalıyor ama bu başlık her durumda güncel ve sürekli kullanılmaya devam ediyor. Çünkü bu “tehlikeyi” acil hale getiren asıl sorun, derin bir tatminsizlik hali. Konuşulsun istenen gündemin etrafındaki tartışmalar aşırı yüzeysel, bu tartışmalardan çıkan sonuçlar fazla silik ve bir şeyi konuşmak hatta çok konuşmanın kendi başına yapabileceği öyle sınırlı ki, sabah akşam “gerçek gündem” konuşsanız faydası yok. Hiçbir şey tatmin etmiyor. Bu yüzden, niteliksel olarak ele alındığında -anketlerdeki çarpıcı verilerde olduğu gibi- “en yakıcı mesele”, “herkesin tek konuştuğu şey” ekonomi olarak görünüyor ama memlekete bakıldığında olup bitenler, bu çok önemli konunun hakimiyetinde gibi görünmüyor. Yani gündemin nitelik tarafı orantısız biçimde çok zayıf. CHP Tüzük Kurultayında İmamoğlu’nun söylediği gibi, çekilen yoksulluk ve pahalılık kimse için sır değil. Bunu söylemek ve söyletmek de etkili politik müdahale sayılmaz. Yoksa kimse sırf gündem değişsin diye teğmenlere kılıç çektirmiyor veya küçücük bir kızın canına bu yüzden kıyılmıyor. Bunların aşırı köpürtülmesi ve etrafında büyük bir gürültü bulutu üretilmesinde böyle bir amaç vardır ya da bu fırsatlar kaçırılmıyor olabilir belki ama bunlar yapılmasa ortaya çıkacak boşluğun, yoğun politik hareketlilikle dolacağı çok şüpheli.
“Gündem değiştirmek için gündem yapılan” veya “gündemde tutulan” konularla ilgili tartışmalara bakılınca da, tatminsizliğin yine geçerli olduğu görülüyor. Narin’in ölümüyle sonuçlanan yakıcı meseleye bakalım: Türkiye’de senelerdir taciz edilen, öldürülen çocuklarla ilgili haberler okuduk. Hepsinde çok fena halde sabırların taştığını, toplumun infial halinde olduğunu duyduk. Her vesileyle ininden çıkan “idam isteriz” nidalarını bile işittik. Sonra ne oldu? Hiç. Gökçer Tahincioğlu’nun haberinde “TÜİK verilerine göre neredeyse Türkiye’deki yetişkin erkek nüfusun yüzde 5’i, cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlar ve istismar suçlarından şüpheli durumuna gelmiş.” Bu akıl alır gibi bir rakam değil. Gündem değiştirilmesin diye tartışmalara yeterlilik önergesi verilecek bir hadise hiç değil. Ancak Narin’i hayattan alan bu korkunç olayı konuşurken de, çarpıtma, yönlendirme, bulandırma, magazinleştirme ve duygusal hezeyanları tatmin gibi her türlü acayiplik, zemini işgal edip gerçek bir yüzleşmenin, hesaplaşmanın önünü kesiyor. En muhalif olan medya bile, bulabildiği veya -daha kötüsü- kendisini bulan her duyumu, iddiayı “işte hakikat” diye servis ediyor. Oysa bu olayı, haberdar olabildiğimiz yüzlercesini ve öğrenemediğimiz daha onbinlercesini, diğer “önemli” meselelerle birlikte sahiden gündem yapmak ve yüzleşmek zorunda değil miyiz?
Gelelim teğmenler meselesine. Senelerdir Atatürk’ün yeniden keşfi ve “Post Post-Kemalizm” konularını konuşuyoruz. Duruma itirazın çeşitli siyasi zeminlerde yeni bir Atatürkçülük dalgası halinde kendini ifade ettiğinden söz ediliyor. İktidarın bütün gayretlerine, özel eğitim ve propaganda çabalarına, taşınan taraftar gruplarına rağmen milli bayramlarda dolup taşan Anıtkabir görüntüleri izliyoruz. Ancak teğmenler kılıç çekip “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” dediğinde, “kılıcı kime çektiniz” diyerek gönüllü muhatap olanların rahatlığını da görüyoruz. İlk sinyallerden “alttan alınacağı” intibanına kapılarak yüksek perdeden verilen tepkilerin, peşinden bir destek dalgası gelecek zannıyla yapılan erken hamlelerin, hala işlediği anlaşılan “darbeci etiketinden kaçınmak” gerekçesiyle nasıl hızlı geri çekilebildiğini seyrediyoruz. Rahatı bozulmadığında, tehlike altında olmadığında herkes için keskin muhalefet celbi çıkarmak kolay. Sert çıkışlarıyla mağdur olmuş, hedefe konmuş birilerini savunmak, “protokol” aktörü yapmak ama sonra da çıkıp onun adına özür dilemeye kalkmak da mümkün. Mağdur ve “kurbanların” arkasında durmak, onların uğradığı haksızlığı konu etmek, bir çeşit politik müdahale sayılabilir elbette. Fakat -tıpkı ekonomide olduğu gibi- sıkıntıda olanları işaret etmek, söyledikleriniz dışında hiçbir etki ve yaptırım gücü olmayan desteklerinizi sunmak, oluşturulmuş gündemin akışına uyumdan başka bir anlam taşımıyor.
İster başka başlıklarla geriye itilen gündem meseleleri, ister zaten kendisi de önemli olan gündem alternatifleri olsun; asıl olay, neyi konuştuğunuz değil, nasıl konuştuğunuz. Dolayısıyla, gündeme hakim olmak, konuşulacak başlıkta ısrardan ziyade, “gündem kurmak” denilen kavramla ilişkili. Oysa sadece politik aktörler değil, bütün kurumsal özneler, sivil toplum (aslında toplum) ve medya da “gündem kurma” kabiliyetinden yoksun. Hele sosyal medyanın -organize manipülasyon faaliyetleri dışında- böyle bir derdi hiç yok. Gündem, aldığı trafik, yani tekrarlanma ve taşınma süratiyle ilgili sayısal bir ölçümlemeyle değerlendiriliyor. İçeriği, derinliği, neden öbekleri ve yarattığı sonuçlar itibarıyla fazla -hatta pek- bir kıymet taşımıyor. Her gündem başlığı, önü arkası olmayan, bir yerden gelmeyen, bir yere varması beklenmeyen bağımsız “hikayelerden” ibaret. Bu hareketli trafiğin içinde etkili görünmenin yolu da, hikayeye hizmet edecek malzeme temin etmek veya bunları çok hızlı taşımak. Bu yüzden “sokak röportajı” denilen acayip formatlar, tik-tok videoları gibi çok izlenen içerikler haline geliyor. En cesur, en komik, en acayip, en rahatsız edici sözleri söyleyen, -takdir toplayan veya nefret edilen- anlık şöhretler getiriyor önümüze. Gazlı içeceğin (gazoz) sıcak havada yarattığı geçici serinleme ve rahatlama hissi gibi. Oysa “gündem kurmak” biraz daha başka bir gayret ve zahmet istiyor.
Gündem değiştirme, gündem kurma (oyun kurma), gündem yönetme gibi konular tartışıldığında AKP’nin ve özellikle de Erdoğan’ın bu konudaki özel becerisi, yaygın görüş olarak dile getirilir. Bu alanda uzun süredir aktif ve rakipsiz oldukları için yatkınlık geliştirdiklerine kuşku yok. Ancak meselenin, dönemin siyasi karakterini oluşturan iklimle ve akıl yürütme biçimiyle ilgili olması daha yüksek olasılık. Zira bütün dünyada benzer iktidarların verimli biçimde kullanabildiği bir ortak vasat söz konusu. Medya, kamuoyu ve kurumsal siyaset açısından kurucu (merkez) ülkeler sayılan yerlerde bile ciddi sıkıntı var. Bu vasat, birilerini devreden çıkarmak için oluşturulurken, böyle yönetmek isteyenler için de bereketli bir zemin üretti. Bu yüzden gündemle ilişki kurma biçimini radikal biçimde değiştiren ve belki “gündemi” yeniden tarif eden bir yaklaşıma ihtiyaç doğdu. “Politik olmamayı” bireysel özgürleşme sayan yaklaşımın da tartışmaya açılması gerekiyor elbette. Birkaç gün önce 44. yılını idrak ettiğimiz 12 Eylül ve ondan biraz daha yaşlı neoliberal ekonomi-politik, ökse olarak kullandığı vaatlerinin neredeyse hiçbirini yerine getirememiş olsa bile, tahrip etmek istediklerini büyük bir ustalıkla bozmayı başarmıştı. Yeniden konuşabilmeye başlamak için başaramadıklarından daha çok başardıklarına bakarak yol almak ve iyileşmeye oradan başlamak gerek. O zaman ekonomiyi de, Narin cinayetini de “gündem değiştirme” korkusu olmadan gündem haline getirmek mümkün olabilir.