MasterChef programını muhtemelen hepiniz izlemiyorsunuz ama herkesin bir şekilde haberdar, en azından içeriği hakkında fikri olduğunu tahmin ediyorum. Geçenlerde jürideki şeflerin, kuru fasulye ve tavuk döner için “sosyolojik yemek” diye bir kavram kullandıklarına şahit oldum. Devamında söylediklerinden anlaşılıyor ki, “sosyolojiyi” yoksul kalabalıklara hitap eden veya “kolay erişilebilir” anlamında bir sıfat olarak kullanıyorlar. Doğrudan “fakir fukaranın yemeğidir” demek yerine böyle bir kavram kullanmayı bir yerlerden mi duydular yoksa kendileri mi icad etti bilmiyorum. Böyle diyerek biraz daha “bilimsel” konuştuklarını düşünmüş veya bizlere yeni bir kavram armağan etmek istemiş olabilirler. Fakat bu ifadenin yarışmacı ve izleyicilerce anlaşılmaz bulunacağı ya da yadırganacağına dair kaygıları da yok anlaşılan.
Çünkü çok uzun bir süredir kullanımda olan, yeni sürümler ve yeni tribünlerle tekrar popülerleştirilen “sosyoloji”, özellikle gündelik siyaset tartışmaları söz konusu olduğunda, yerli yersiz herkesin dilinde. Bildiği yanıldığına yetmeyecek insanlar, istedikleri gibi konuşmayan, düşünmeyen insanları memleket sosyolojisinden habersiz olmakla suçlarken, arzu ettiklerini söyleyenlere ise “sosyolojiyi doğru okuyan” payesi veriyor. Sık sık hayal kırıklıklarına neden olan anketlerin, itibar kaybına rağmen hala en çok müracaat edilen siyasi verileri sağlıyor olması da sanırım bu yüzden. Neticede, “doğru sosyoloji” sadece tabelalardan okunuyor.
Daha önce de -belki birkaç kez- hatırlattığım Tanıl Bora yazısını bir kez daha buraya iliştireyim. Tanıl, “sosyolojinin” aşırı kullanımı konusunda pek çok örnek sıralarken, meselenin nasıl bir ideolojik ihtiyacı karşıladığını da şöyle ifade ediyor: “Gökalp ve Osmanlı modernleşmesinin düşünürlerinin çoğunluğu, sosyolojiyi her kapıyı açacak bir maymuncuk bilim gibi görüyorlardı. Malûm, Osmanlıcaya fenni içtimâ diye çevrilmişti: toplum fenni. Toplumun zembereğini kuracak, onu şıkır şıkır işletmeyi sağlayacak olan marifeti bize kazandıracak olan bilim. Bu toplum fenni yaklaşımı, 90’lar/2000’ler dönümünde, muhafazakâr ideologların ‘toplum mühendisliği’ diye kafa salladıkları yaklaşımdı. Şimdi, kendileri canla başla o fenni tatbik ediyor ve âleme o fenci gözüyle bakıyorlar.”
“Sosyoloji”, ortalama sağcı fikir erbabı açısından, dinsel referanslarla (İslamcılar, muhafazakarlar) veya etnik-kültürel referanslarla (muhafazakarlar, milliyetçiler) desteklenen “baskın” çoğunluğun, üstünlük (ya da mağduriyet) iddiasının gerekçesi oldu. Özellikle AKP iktidarının ilk döneminde bu yol takip edilerek çok abartılı tezler ortaya atıldı. Hala temel çatışmayı ve asıl meseleyi saklayan , yekpare -en azından daha kalabalık- (ayrıştırılamaz) kütle tarifinin “fenni” yollu olarak işlev görüyor. Son yıllarda, Gökalp ve Weber tekrar keşfedilerek, güya “merkez-çevre” hikayesi yerine yine “sosyolojiler” ikame ediliyor. Siyasi dinamikler hatta ittifak blokları, yine “sosyolojiler” hattında çiziliyor. Ancak elbette iki yanlıştan bir doğru çıkmıyor.
2014 yılından itibaren muhalefetin ve özellikle CHP’nin siyasi stratejisi de, sınırlarını sağ siyasetin ve giderek ağırlıkları artan “uzman-danışman” kadrosunun çizdiği “sosyoloji” realitesine oturtuldu. “Karşı taraftan oy alma gereği” gibi pek rasyonel görünen ve fazla ikna edici duran bir ön kabul, muhalefet seçmenini razı etmek için kullanıldı. “Hayat tarzı siyaseti kaybettiriyor” tespiti, değişmez bir kader gibi kurgulanarak tam ters yönden gelen kültürel-siyasal dayatmayı meşrulaştırma için kullanıldı. Hatta bu “tartışılmaz hakikat”, abartılı hürmet gösterilerine ve rahatsız edici sessiz kalmalara mesnet yapıldı. Kılıçdaroğlu’nun “Ekmek için Ekmeleddin” kampanyası, otobüslerin üzerinde bozkurt işareti yaparak gezmesi, “dokunulmazlıkları kaldıran” onayı ve helalleşme söylemi, hep bu zeminde şekillendi.
Bu strateji, öteki tabanın muhatap alınacak tek özelliğinin kültürel kimlik olduğu varsayımına dayanıyordu ve onlara şirin gözükmenin, iktidarın tavanıyla tabanının ayrışmasına hizmet edeceği varsayılıyordu. Ancak iktidar, her seçimin malzemesi haline getirdiği ve kaybederken kazanmasını sağlayan kutuplaştırma siyasetini, açılan bu meşruiyet yolunu izleyerek oluşturdu. Şimdi bütün “değişim” iddialarına rağmen, aynı strateji yürürlükte. Bu kez iktidar tavanına yakın durmanın, kararsıza geçmiş eski iktidar tabanını etkileyeceği iddiasına yaslanarak karikatürize örnekler ortaya konuyor. Kılıçdaroğlu’nu dokunulmazlığa evet dedirten, Yenikapı’da yuhalanmaya razı eden yaklaşım, Özel’i New York’ta “yerli-milli” olmaya, mecliste makama hürmet gösterisine taşıyor. Yine iki yanlıştan bir doğru çıkmıyor.
Bir davranışı, tam tersi tutumun en uç noktasını işaret ederek meşrulaştırmaya çalışmak, kendi güvensizliğini saklayamamak yanında, karşısındakinin zekasına saygısızlığın şahikası. Mesela haylazlık eden çocuğunu uyarması istenen birinin, “döveyim mi yani?” diye sorması gibi. Özgür Özel, elbette New York’ta “Türkiye rüşvet vermiştir” diye basın toplantısı yapmakla, “Türkiye rüşvet vermez” diye açıklama yapmak arasında çok uzun bir mesafe olduğunu biliyor. Onun tavrını destekleyen “uzman-danışman” ekibi de, Erdoğan’a hakaret etmekle makama saygı gösterisi arasındaki açıyı herhalde görüyordur. Fakat “sosyolojiye zulmedenler”, -ne hayatta ne de anketlerde tek bir kanıtı olmadan- Erdoğan’a hürmetin kararsız seçmeni ikna edeceği iddiasından vazgeçmiyor ve daha ileri giderek bunun AKP’yi zora soktuğunu bile söyleyebiliyor.
Oysa kısa ömürlü normalleşme pratiği ve varılan anormallik seviyesi, Erdoğan’ın kaybettiği seçmeni için kurguladığı “sıkın dişinizi, çözerse yine o çözer” bekleme pozisyonunu açıkça destekliyor. Son olarak Devlet Bahçeli’nin, “normalleşmeye direnç” odağı olmaktan, muhalefetin normalleştirilmesinin alanını genişletme misyonuna geçmesi de bu çerçevede ele alınabilir. Rahatsızlıklar sadece baskı yöntemleriyle yatıştırılmıyor, tazelenebilen beklentiler yaratılarak erteleniyor. Birkaç köşe yazısındaki kulislerle ilerleyen“normalleşme” beklentisi, komik abartılara rağmen artık çok zayıfladı. Şimdi bir taraftan dış risk enstrümanı kullanılarak “iç bünyeyi sıkı tutma” argümanı, diğer taraftan da yakın zamana kadar “ayak bağı” sayılan ortağın (Bahçeli) icazetini ima ederek tahkim edilmesi söz konusu. İktidarda “normalleşme çatlağı” yerine, “normalleşme mutabakatının” yerleştirilmesi. İki yanlış yine bir doğru üretemiyor.
Sadece kendi tarafını ikna etmeye veya sessiz tutmaya yarayan böylesi Ali Cengiz oyunlarına, Zihni Sinir projelerine neden ihtiyaç var? “Anayasaya aykırı ama biz evet deyince ellerinden bir kozu alırız” veya “yurtdışında Türkiye Partisi’yiz deriz, kararsız seçmen çok etkilenir” gibi cin fikirlerin sonuç verdiği ya da vereceği nereden çıkıyor? Siyasetin, sıradan insanların akıl erdiremeyeceği incelikleri içeren, çok yüksek zeka isteyen acayip özel bir iş olmadığını, Bahçeli-Özel karşılaşmasında canlı canlı seyretmedik mi? Bütün bunlara ve yanlışları yenileriyle düzeltmeye çalışmaya pek gerek yok aslında. Gelinen anormallik seviyesine bakınca, basit demokratik siyasi işleyişin normallerini, hayatın doğal akışına uygun yapmak, sahici değişim sayılabilir. Normalleşmeyi, dolambaçlı yollarla sağlanacak tuhaf kazançlarla açıklamak yerine herkesin “normal” işlevini yerine getirmesi diye görmek, çok mu anormal?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.