Suriye’de yaşanan son gelişmeler, bölgesel güç dengelerinde kritik değişimlere işaret ediyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “YPG ya kendini feshedecek ya da feshettirilecek” şeklindeki açıklamaları, Türkiye’nin pozisyonunu ortaya koyarken, İsrail’in cihatçı Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) ile şimdiye kadar uzlaşmaktan kaçınan tavrı ve Suriye içlerine birliklerini kaydırması, durumun karmaşıklığını gözler önüne seriyor. Suriye’de atılacak her adım, diğer aktörler tarafından olduğundan daha tehditkâr algılanabilir.
Üç senaryoda “YPG nasıl feshettirilir?”
Türkiye’nin Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ve onun omurgasını oluşturan YPG konusundaki stratejik seçenekleri üç farklı senaryoda değerlendirilebilir:
İlk senaryo, masa başında “feshettirme” arayışı. SDG komutanı Mazlum Abdi’nin “Dostlarımızın aracılığıyla kalıcı bir ateşkes için görüşüyoruz” açıklaması, masada bir diyalog sürecinin işlediğini gösteriyor. Ancak Fidan’ın söylemleri ve SDG’nin pozisyonu arasındaki derin farklılıklar, bu yolun başarı şansını düşürüyor.
Türkiye için ikinci senaryo, eski adıyla Özgür Suriye Ordusu olan Suriye Milli Ordusu (SMO) üzerinden SDG ile vekalet savaşı. HTŞ-Esad örneğinde Türkiye adına başarılı olan bu model, SDG karşısında aynı etkiyi göstermeyebilir. Çünkü SDG, devrilen Esad’dan daha organize ve üstelik cephanesi Esad gibi boş değil. Üstelik -şimdilik de olsa- ABD desteğine sahip. SMO’nun düzensiz yapısı ve sınırlı insan kaynağı da uzun vadeli bir mücadele için yetersiz kalabilir.
Üçüncü senaryo ise Türkiye’nin SDG’ye doğrudan askeri müdahalesi. Türkiye’nin hava ve kara askeri gücü SDG’yi çok kısa sürede bölgeden uzaklaştırabilir. Fakat bu askeri müdahalenin “geçici” olacağına inanmak bir tür saflık olur. Prof. Hamit Bozarslan’ın da belirttiği gibi, Türkiye’nin hedefi “Rojava’yı parçası haline getirmek” olabilir.
Muhtemelen bölgedeki diğer aktörler de böyle algılayacaktır.
Türkiye’nin kapasitesi askeri olarak başarı elde etmeye hayli hayli yeterli olsa da bölgesel dengeler bu seçeneği oldukça riskli kılıyor. Neden mi?
İsrail faktörü ve potansiyel riskler
İsrail faktörü tam da bu noktada devreye giriyor. İsrail’in Esad düştükten sonra Golan’daki varlığını Suriye içlerine doğru genişletmesi ve Şam’a sadece 40 dakikalık mesafede konuşlanması, denklemi karmaşıklaştırıyor. Netanyahu’nun “Esad’ın düşmesi İsrail’in stratejisinin dolaylı bir sonucu” açıklaması ve Suriye’nin kritik askeri tesislerini hala vuruyor olması, yeni bir stratejik pozisyona işaret ediyor. İsrail, “Suriye’de güncel statüko bozulursa ben de payımı alırım” mesajını tüm dünyaya veriyor.
Bölgede güç dengesi bozuldu. İran ve Hizbullah tamamen çekildi. Yeni güç dengesi nasıl oluşacak?
Wall Street Journal’da Vali Nasr’ın belirttiği gibi, “Türkiye’nin bölgede artan gücü kendisine karşı yeni güç dengeleri arayışı yaratacak”. Bu bağlamda İsrail, bir kaç hafta önce bile revizyonist bir aktörken, şimdi Türkiye’nin yükselen dominasyonunu engellemek adına bir geçici statüko arayışına girebilir. İsrail’in bu yeni statüko arayışı, iyi değerlendirilirse, belki de bölgeyi adım adım savaşa götüren İsrail agresifliğini sınırlamak hatta geriletmek için eşsiz bir diplomatik fırsat olabilir.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Türkiye’nin SDG’ye bilfiil müdahale etmesiyle ağırlığını arttıracak olması, İsrail’i de harekete geçirebilir. İsrail’in durumu dengelemek için müttefikleriyle beraber kuzeye doğru ilerlemesi hayal olmaz. Hatta bunu hesaba katmamak saflık olur.
Suriye Ortadoğu’nun 1939 Polonyası mı olacak?
Tarihi bir analoji yapmak gerekirse, Suriye’nin kaderi 1939’daki Polonya’yı hatırlatıyor. Polonya nasıl ki iki zıt kutup olan Almanya ve Sovyetler Birliği arasında sadece bir kaç gün içinde paylaşıldıysa, Suriye de kuzeyden Türkiye ve güneyden İsrail, ABD, Ürdün ve müttefik grupları arasında benzer bir kaderi yaşayabilir.
Türkiye’nin henüz kapsamlı bir operasyona girişmemesinin arkasında da muhtemelen bu endişe yatıyor.
Böyle bir senaryoda HTŞ’nin hangi tarafa gönül vereceği konusunda bir tahminde bulunmak ise gerçekten zor.
Öte yandan Suriye’nin güney cephesinde yıllardır ABD’nin yetiştirdiği diğer cihatçı grupların da tavrı, Şam’da HTŞ egemenliğinin çok kısa sürmesine sebep olabilir.
Türkiye için, Polonyalaşmış Suriye senaryosundaki en kaotik risk ise demografik faktör. Suriye’de fiilen böyle bir harita oluşması durumunda Türkiye’nin İsrail ile etki alanı sınırında özerklikleri ellerinden alınmış öfkeli milyonlarca Suriyeli Kürt yer alacak. Bu nüfusun zamanla İsrail ile daha fazla ilişkilenmesi çok muhtemel.
İsrail ve Türkiye askerleri arasındaki mesafenin azalması nasıl riskler doğurabilir?
Birkaç hafta önce Devlet Bahçeli ve Recep Tayyip Erdoğan bugünleri görüp mü “İsrail tehlikesi”ne dikkat çekti, bilmek imkansız. O günlerde konuyla ilgili olanlar “İsrail ve Türkiye ne alaka, kara sınırı bile yok” diyordu haklı olarak.
Görünen o ki Türkiye ve İsrail, Ortadoğu haritasında eskiden olduğundan çok daha yakın artık birbirine. Ve aralarındaki mesafenin giderek azalması çok muhtemel.
Bu da daha çok kriz demek.
Aksine, Suriye’de, İsrail askeri ile Türk askerinin mümkün olan en uzak noktalarda tutulması sadece Türkiye için değil bölgenin tamamı için en güvenli senaryo olabilir. Dış politikada fetihçi yaklaşımların terk edilmesi ve krizin sunduğu fırsatların duygusallıktan uzak, en rasyonel şekilde değerlendirilmesi, bölgesel istikrar açısından hayati önem taşıyor.
Türkiye, kısa vadeli dar tartışmalardan sıyrılıp uzun vadeli güvenlik risklerini bugünden hesaplayacak mı göreceğiz. Sahada oluşan tabloya göre, Türkiye’nin güvenlik kaygıları, birleşik bir Suriye’nin İsrail ile Türkiye arasında askeri olarak bir tür “buffer zone” (tampon bölge) olarak kalmasıyla giderebilir.
Öte yandan İran ve Rusya faktörü de Türkiye’nin hesaba katması gerekenlerden. Astana düzeninin çöküşünden ve Esad’ın düşüşünden Türkiye’yi sorumlu gören bu iki aktör, olası bir Türkiye-İsrail geriliminde ellerindeki her türlü kozu İsrail lehine kullanmaktan çekinmeyebilir. 27 Kasım’da HTŞ İdlib’den yola çıktığından beri, Rus ve İran medyası Türkiye’nin kendilerine ihanet ettiği algısını kendi siyasi gündemlerinin merkezine oturttu. Doğrudan yapabilecekleri sınırlı olan Rusya ve İran, vekilleri üzerinden, örneğin Irak’ta ve Kafkasya’da Türkiye’ye karşı ellerinde ne kaldıysa kullanabilirler. Türkiye, Suriye cephesini çözmeye çalışırken bu iki aktörün fırsatçılığı ile cepheler çeşitlenebilir.
Güçlü olmak tek başına istikrar getirmeyebilir
Sonuç olarak, Türkiye’nin askeri kapasitesine güvenerek atacağı adımlar kısa vadede iç kamuoyunda milliyetçi memnuniyet anlamına gelse de uzun vadede çok somut, çok ciddi siyasi, idari, askeri, sosyolojik ve demografik güvenlik sorunlarına yol açabilir.
Türkiye, Suriye’de halihazırda “muzaffer“ ve herkes bunun farkında.
Fakat diğer aktörlerin Türkiye’yi mevcut gücünden daha güçlü ve tehlikeli algıladığı bir döneme de girdiğini hesaba katmamız lazım. Güç dengesini daha fazla kendi lehine bozması halinde diğer aktörlerin güçlü karşılıklar vermesi muhtemel görünüyor.
Türkiye’nin -arzu ettiği gibi- bölgede kalıcı ve hegemonik bir güce dönüşmesi için siyasi, kültürel ve ekonomik işbirlikleri geliştirmesi daha yararlı sonuçlar doğurabilir. WSJ’de Vali Nasr’ın dikkat çektiği gibi Türkiye “bölgenin yeni İran’ı” olarak algılanma ihtimali taşıyor.
Türkiye, tam aksine, yakaladığı “Suriye’yi inşa etme” konusundaki avantajlı pozisyonunu en barışçıl ve kapsayıcı şekilde kendi lehine genişletebilir.
Üstelik Türkiye için böyle bir tercih, ayrılıkçı fikirlerden öyle ya da böyle etkilenmiş vatandaşlarına yönelik yüzyılda bir elde edebileceği, henüz üstüne kan dökülmemiş, tertemiz barışçıl bir fırsat.