1971 yılının bir Nisan gecesi Anadolu’nun bir dağ köyünde 27 yaşındaki devrimci, ovaya doğru bakarken tarlaların arasında kandillerin ve mumların yandığını görür. Köylüler satmak için sümüklü böcek toplamaktadır.
Üsküplü Duyun-u Umumi memuru Halit Bey’in torunu Şahin ilk defa kurtarmak için gittiği Anadolu köylerinde başka bir dünyayı görür. Ahmet Rasim ile yakınlığı olan Halit Bey’in hayat hikayesinin sayfalarının birinde Vehbi Koç ile komşuluğu diğerlerinde Ayvalık Belediye Reisliği okuyoruz. Masonluğa da intisap eden Halit Bey esasında İttihatçı ama sonraları Kemalizm’e yakınlaşmış. Anadolu’nun dağ köyünde devrim planları yapan genç Şahin anlayacağımız işte tam bir “Beyaz Türk.” Alpay’ın aile hikayesi son dönem Osmanlı sosyal tarihi tadında. Sahneye çıkanların sadece bazıları: Salih Komili, yirmi iki yaşında Viyana’da ölen Ahmet Saim Bey, Serez’in topraklarının büyük kısmının sahibi Ahmet Muharrem Bey, Sultan II. Mahmut’un dokuz çiftliği tımar verdiği Hacı Ali Bey, Serez’in Mevlevi Şeyhi Agâh Efendi’nin kızı Mukaddes Hanım, İşkodra’da şehit düşen Miralay Saadettin Bey.
Hayatın akışı içinde ailesi zorluklar yaşar. Ancak Alpay ailesi Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan kentli modernleşmenin etkisi altındadır. Bu etki ve parçası olduğu kentli “sınıf” kısa sürede Alpay’ın hayatına şekil verir. Bu hayat bir tür yıldızlar geçididir. 1950lili yıllarda İngiliz lisesinde arkadaşları arasında kimler var? Ömer Madra, Yavuz Sökmen, Ergun Göknel, Rıza Türmen, Faruk Birtek, Osman Ulagay, Murat Belge ve diğerleri. Bu “mutlu” sosyalleşmenin içinde Alpay, Alevilik, Kürtlük gibi konulardan habersiz büyür.
Türk modernleşmesinin bu “görkemli” muhitinde yetişen Alpay ilk defa New York’a gidince küresel ölçekte ise bir taşralı olduğunu görür. Bu aslında Türk modernleşmesinin “Türk”ün Türk’e propaganda boyutunu’ açığa çıkarıyor. Alpay, ‘gökdelenlerin altında eziliyormuş hissine’ kapılır. Ancak hayatın tuhaf bir yanı olarak ABD’de Komünist Manifesto’yu okuyarak devrimci hayata ilk adımını atar. 1962 yılında Türkiye’ye dönünce bu kimlik artık O’nun için belirleyici hale gelmiştir. Alpay’ın hayatı yeniden bir nevi yıldızlar geçidine döner. Cengiz Çandar, Hikmet Kıvılcımlı, Mahir Çayan, Mihri Belli, Ataol Behramoğlu, Ümit Hassan, Doğu Perinçek, Nuri Çolakoğlu… Alpay neredeyse Türkiye Solunun önemli bütün isimleri ile birliktedir. Adanmış bir komünisttir. Mete Tunçay’ın Popper’in bir kitabını çevirme önerisini ayıp olarak telakki eder. O solun teorik gelişimine katkıda bulunmak istiyordur. Mülkiye’de Perinçek ile Marxist Çalışma Grubu kurar. Müdavimler arasında Türkkaya Ataöv, Cem Eroğul, Kurthan Fişek, Nuri Çolakoğlu ve Ömer Madra vardır. Daha sonra Perinçek ile Aydınlık Sosyalist Dergisi macerası geliyor. Pek çok Vietnamlı hatta bazı Hint komünistlerin kitaplarını Alpay çevirir. 1968 yılında Alpay, Milli Demokratik Devrimci olarak Mihri Belli’nin yanındadır ve Aydınlık’ın aynı yıl ilk sayısında derginin pozisyonunu belirleyen kısmı Alpay yazmıştır. Alpay artık sol hareketin bir nevi teorisyenidir.
Lenin’in Devlet ve Devrim’ini bitirince Alpay yeni bir aşamaya geçer: Devrim ancak silahlı bir ayaklanma ile mümkündür. Tatlısu solculuğu bir yere kadar. Anadolu maceralarından sonra Alpay’ı Temmuz 1971’de artık “mukatil” (savaşçı) kimliği ile Şam’ın altmış kilometre yakınlarındaki Malula’da talimlerde başlıyoruz. İnanmış Maoisttir. Filistin davası için “askeri” eğitim almaktadır. Yanlışlıkla Mao’nun öldüğü haberi yayılınca liderlik ettiği silahlı mangaya onu anmak için havaya ateş etme emrini verir. Burada Alpay’ın büyük dedesi Ali Bey’in Osmanlı devletine başkaldıran Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın yanında olduğunu hatırlamak gerekiyor.
Alpay’ın “Bir film gibi” hayat hikayesine ara verip kendi adıma çıkardığım bazı derslere vurgu yapmak istiyorum.
Sahte bir pasaportla yurt dışına çıkınca Alpay’ın ilk yaptığı iş bir tuvalete gidip “Elveda Doğu Perinçek, elveda Mihri Belli…” diye sevinmek olur. Dava insanın zamanla hapishanesi olur. İnsan ülkesinden bile kaçmak zorunda olsa bile davasının mahkumiyetinden kurtulduğu için sevinir.
Yeni doğmuş kızının tedavisi için Mihri Belli’nin doktor eşine gitmekte ısrarcı olur. Ancak doktorun teşhisi yanlış çıkar. Alpay bundan “yaşadıklarımızdan ideolojiyle sağlığı karıştırmamak gerektiği” dersini çıkarır. Bu ders Türkiye’yi kurtarmak isteyen sol, sağ, İslamcı, Kürtçe herkese küçük bir nasihat olarak yorumlanabilir. Davanın büyüklerini her “haltı” anlayan kişiler olarak düşünmek pratikte uzmanlık ile ideolojik itaati karıştırmaktır. Bundan dolayı kimi sağlığını, kimi parasını, kimi şirketini kaybeder.
Alpay’ın bütün anılarında bir kişinin gölgesi var: Eşi Fatma. Fatma, Alpay’ın hayat hikayesinde neredeyse her kelimenin üstünde bir gölge gibi. Bu gölge, dava için aileye feda etmenin ne kadar yanlış olduğunu anlatıyor. Hiçbir dava insanın ailesinden önce gelmemelidir. Böyle bir iddiada bulunan dava ahlaksızdır. Alpay ailesini davası için bırakıp yurt dışına kaçarken üstüne bir de eşinden “zordaki devrimcilere” para bulmasını ister. Bu davayı ailenin önüne koymanın bir tablosudur. Alpay’ın hayatını okurken şunu tekrar anlıyorum: Dava adamları, sevdiklerinin hayatından çalarak hareket etmeyi kolayca meşrulaştırır. Halbuki, başkasının hayatından (ç)alarak bir iş yapmak ahlaki değildir.
Alpay’ın türlü sol gruplarla girdiği teorik kavgadan bahsetmek gerekiyor. Hatta TİİKP tarafından Alpay’ın infazı kararı verilir ve bunu tatbik için infazcı bile tayin edilir. Bu açıdan Alpay’ın hayatı bir noktaya ışık tutuyor: Türk solunun bir “aşırı kuramsallaşma” sorunu var. Bu “aşırı teorileşmenin” belki bir sonucu olarak sosyalizm Türkiye’de büyük bir kitlenin siyasal/partisel sözcüsü haline gelemedi ama entelektüel olarak görkemliydi. Ancak bu zaaf sanırım “teoriyi çok iyi bilirsek başarılı oluruz” illüzyonunu üretti. Alpay’ın sık kullandığı ifade ile yazarsak bu zaafın traji-komik sonucu sosyalistlerin aksiyon için Anadolu “cangılına” girdiklerinde bir çırpıda muhafazakâr “aslanlar” tarafından parçalanmasıdır. Anadolu köylüsü ile temas kurmayı beceremeyen Alpay halbuki teorik olarak çok donanımlıydı. Öyle ki, Hindistan Komünist Partisi Marxist – Leninist’in lideri Çaru Mazumdar’ın kitaplarını bile çevirmişti! Aşırı teorinin elde nasıl patladığını bir film sahnesi gibi Alpay’ın hayat hikayesinden okuyoruz: Perişan halde Anadolu yollarında yürüyen Alpay, arkadaşına yanlarından geçen bir köylünün traktörüne binmeyi öneriyor. Arkadaşı ise Şahin’e eserlerini çevirdiği Mazumdar’ın sözünü kendisine hatırlatır: “Devrimcilerin hiçbir şart altında motorlu araçlardan yararlanamayacaklardır!” Teori iyidir, aşırı teori perişan eder!
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Alpay “Türkiye’nin bu hale geleceğini öngörebilmiş olsaydım, hayatımı çok başka türlü yaşardım” diye yazmış. Belki de Türkiye’nin temel sıkıntısı şu: İnsanlar çok erken yaşta büyük düşüncelerin etkisine giriyor. Küçük yaşta Nakşi yahut sosyalist oluyor. Çocukluk gibi gençliğin “lensleri” de yanıltıcıdır. Çocukluk “lensleri” her şeyi güzel gösterir; gençlik lensleri ise “her şey sorunlu ama sen değiştirebilirsin” der. Oradan bakınca dünya değişecek gibi görünür. Radikal düşüncelerimiz makul görünür. İnsan yaşayıp feleğin çemberinden geçince o “lensler” eskir. Hayatı daha mat görmeye başlarız. Yüksek sesten rahatsız olmaya, turşu sevmeye, “Demirel ne büyük adammış!” diye düşünmeye başlarız.
Anılarını yazmaya karar verince Nuri Çolakoğlu “bitirdiğinde, kitaba bakıp ‘ne hayat yaşamışım be!’ diyeceksin” demiş. Alpay’ın anılarını yani Bir Hikayem Var’ı okuyunca Çolakoğlu’na hak verdim. Bu film gibi bir hayat, hakikaten insana “ne hayat be” dedirtecek kadar var.