Kuruluşundan bu yana Türkiye’de hak, hakikat ve halk kavramlarını önceleyen bir yönetim olmadığını belirten Gürkan Çakıroğlu, bu haftaki yazısında hakkı gözetmenin, hakikatı konuşmanın ve halkla beraber olmanın ülkenin geleceği açısından önemini vurguluyor.

Teğmenlerin hukuka aykırı şekilde ihraç edilmesi üzerine isyan eden seküler mahallede yine “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganları atılıyor. Haklı olarak haksızlığa itiraz ediyorlar. Lakin yine, yeni ve yeniden itirazı yanlış yere, yanlış kişiye yapıyorlar. Çok sevdikleri, hatta sevmenin ötesine geçerek putlaştırdıkları Atatürk’ün siyasi kariyerinin usulleri ve esasları itibari ile birçok noktada Tayyip Erdoğan’dan çok da farklı olmadığını göremiyor ya da görmek istemiyorlar.
Oysa ki Atatürk’ün inkılapları ile Erdoğan’ın torba yasaları arasında pek bir fark yok. Her iki döneme dair düzenlemeler de halkın rızası alınarak hak, hakikat temelinde yapılmadı. Dün nasıl ki yasanın ne olduğu değil Atatürk’ün onu nasıl yorumladığı önemli ise bugün de yasanın ne olduğu değil Erdoğan’ın onu nasıl yorumladığı önemli. Dün Atatürk’ün İstiklal Mahkemeleri vardı bugün Erdoğan’ın Ağır Ceza Mahkemeleri var.
Dün muhalif ittihatçılar tasfiye edilmişti bugün muhalif İslamcılar tasfiye edildi. Dün İzmir’de yapılması planlanan suikast girişimi, bugün 17/25 Aralık darbe girişimi. Dünün partili Cumhurbaşkanı Atatürk, bugünün partili Cumhurbaşkanı da Erdoğan. Erdoğan aslında İslami tonu baskın bir “Atatürk’ten” başka bir şey değil. 1930’ların CHP’si ile 2020’lerin AKP’si de temelde birbirinden farklı değil; ikisi de halktan kopuk, ikisi de batıya rağmen batıcı.
Düzen, aynı düzen
Cumhurbaşkanı Erdoğan boşuna konuşuyor “Eski Türkiye geride kaldı” diyerek. “Muhalifler” de boşuna “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye itiraz ediyor. Zira yeni dedikleri ‘eski Türkiye’nin’ güncel sürümünden başka bir şey değil; Erdoğan gidip Atatürk gelirse de genel resim değişecek değil. Mustafa Kemal’i Atatürk yapanlar Tayyip Erdoğan’ı Reis yaptılar; düzen aynı düzen. Yani iktidar ile muhalefet arasındaki münakaşa kayıkçı kavgasından ibaret.
Ve halk bunu görüyor. Gördüğü için de hiç kimse, düzenin kalın ve uzun duvarlarla birbirinden ayırdığı mahallelerinden dışarı çıkmıyor, çıkamıyor. Geçişkenliğin azlığı gettoları ayakta tutuyor ve bu da toplumsal tepkileri zayıflatarak milleti güçsüz, rejimi güçlü kılıyor. Her kesim sadece kendi nasırına basıldığında bağırırsa veya yan mahallede ki yangına su taşımak yerine odun atarsa; bir kısır döngü içerisinde makbuller ve maktuller zamanla yer değiştirir elbet ama, zulüm bitmez, bu zalim düzen değişmez. İlla bir taş atılacaksa günahsız olanımız atsın. İlla birine kızacaksak aynaya bakalım. İlla birisiyle kavga edeceksek kendimizle edelim.
Mevcut zulüm ve sefalete rağmen AK Parti’nin ayakta kalmasına ‘Millet demokrasi istemiyormuş’ küstahlığı ile yaklaşanlar geçmiş hataları tekrara düşüyorlar. Yaşadıkları hezimetler dahi kibirlerine son vermedi. Çok tattı ya millet demokrasiyi, o yüzden istemiyor değil mi? Milleti olan biteni görmemekle suçluyorlar. Oysa ki kendileri kaybettikleri imtiyazların peşinde homurdanarak koşarken milletin bunu görmediğini zannedecek kadar körleşmişler.
Dün kafese kapatılan kuş bugün odaya kapatılmış; 100 yılda alınan yol ancak bu kadar işte. Millet hala özgür değil, millet hala eşitlik istiyor, millet hala adaletin peşinde. Devlet 500 yıldır olduğu gibi bugün de millete tepeden bakıyor. Siyaset 100 yıldır “millet” diye diye milletin hakkına giriyor. Millet ise yaşadıklarından sebep haklı olarak Allah’tan korkmadığı kadar devletten korkuyor, siyasete de güvenmiyor.
Halkın rızasını arayan bir siyasi dil, söylem, hareket yok
Millet güçsüz bırakıldı. Millet zulme karşı kayıtsız kalma arzusunda değil ama onun rızasını arayan bir siyasi dil, söylem, hareket yok. Millet görüyor, bal tutan parmağını yalıyor. Millet biliyor, ehli örf hukuk tanımıyor. Milletin düzeni sevdiği, benimsediği safsatası yalan. Lakin hiçbir siyasetçi düzene itiraz etmiyor ise ve eldeki düzen de bu ise hiçbir kesim altta kalan taraf olmak istemiyor, hepsi bu.
Rejim kristalize oldu artık. Tek bir tonu olmadığı aşikâr. Kemalist ya da milliyetçi veya İslamcı olmak rejim karşısında sizi tek başına meşru kılmaz. Rejim için önemli olan ona biat edip etmediğiniz, onun çizdiği sınırların dışına çıkıp çıkmadığınızdır. Eğer çıkarsanız milliyetçi de olsanız Meral Akşener gibi iftiraya maruz kalabilir veya dindar Alparslan Kuytul ya da Kemalist Ümit Özdağ gibi hukuksuz şekilde zindana atılabilirsiniz.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
İttihatçılar milletten uzaktı, inkılapçılar milleti beğenmediler. İslamcılar ise milletten koptular. Peki milliyetçiler ne yapacak? Demokratik milliyetçilik diyerek millete yönelip, millete güvenip, milletin alakasına mazhar olup siyaset yapabilecekler mi? Yoksa bu tarihi mesuliyetin ağır yükünü omuzlamaktan korkacaklar mı? 22 Ekim bu anlamda devrimsel nitelikte bir çıkış oldu. Milliyetçilerin zihnen özgürleşmesi adına büyük bir fırsat sundu. Rejimin tekerine çomak soktu. Lakin çatısı “umut” olanın zemini hukuk olmadığı sürece içselleştirilmesi ve ilerlemesi mümkün değil.
Eşit yurttaşlık temelinde hak, hakikat ve halk demek, diyebilmek
Siyasete talip olanın inisiyatif alması lazım, bir kesimi değil her kesimi yani toplumu örgütleyebilmesi lazım. Bu millet yukarıda izah etmeye çalıştığım sebeplerden dolayı kolektif hareket noktasında şimdilik zayıf ama kolektif mukavemet noktasında, yani sandıkta oldukça usta. Bu mukavemeti örgütleyebilmenin yegâne yolu da kimlik gözetmeksizin eşit yurttaşlık temelinde hak, hakikat ve halk demek, diyebilmek.
Yurttaşın hakkını gözeteceksin; anadilde eğitim hak, kazandığı sınavın gereği olarak göreve başlamak hak, refah dolu bir yaşam sürmek hak. Hakikati konuşacaksın; Kürtlerin zulme uğradığı hakikat, Türklerin sindirildiği hakikat, İslam’ın putlaştırıldığı hakikat. Ve halk ile beraber olacaksın; dayanacağın yer devlet değil halk, desteğine muhtaç olduğun zümre elitler değil halk, rızasını alman gereken ehli örf değil halk.
Zihniyeti asırlar öncesine dayanan bu rejim değişmediği, dönüşmediği sürece; toplumsal özgürleşme, toplumsal refah, toplumsal eşitlik, toplumsal adalet ve nihayetinde demokratik bir cumhuriyet mümkün değil. Bu yüzden bir kez daha diyorum; hakkı gözetelim, hakikati konuşalım ve halk ile beraber olalım. Olalım ki; yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği, yaşasın Türk milleti, yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!