Tarık Çelenk bu yazısında 28 Şubat’ı tarihin tozlanan raflarından indiriyor. Dönemin siyasi ve sosyolojik fotoğrafını yeniden çekiyor. Çelenk Türkiye tarihinindeki bu önemli günü modernleşme ve Anadolu taşralılığının çekişmesi perspektifinden irdeliyor.

28 Şubat yasının tutulamaması
28 Şubat’ın yıldönümü birkaç gün önce geçti. Ancak bu konunun sinema, kültür, sanat ya da toplumsal boyutlarıyla derinlemesine ele alındığı nitelikli çalışmalara henüz rastlamadım. Belki de böyle bir çalışma günün birinde gerçekten ilgi çekecektir. Ses getireceğine, ardından korkarım ki niteliği tartışmalı, maddi getiri sağlayan konuya ilişkin eserler de gelecektir. Doğal köy pazarı iddiası metaforundaki boşluk gibi bu tür yapımlar bıktırana kadar da hızla çoğalacaktır.
Türkiye’de seküler aydınlar, özellikle Kemalist kesim, 28 Şubat hakkında “Yeter artık, kabak tadı verdiniz; bugünkü iktidarın yaptıkları 28 Şubat’ı unutturdu” havasındalar. Öte yandan, iktidara yakın mahalle sakinleri ise bu travmanın ekmeğini yemeye ve mevcut durumu bununla meşrulaştırmaya da devam etmekteler.
Dönemden acı bir kesit
Bu bağlamda, geçtiğimiz günlerde karşılaştığım bir 28 Şubat 1997 dönemi haber videosu beni derinden etkiledi. Sanırım Kütahya’da düzenlenen resmi bir öğretmenler günü ödül töreniydi. Ödül almaya hak kazananlar arasında, tesettürlü, orta yaşlı bir öğretmen de vardı. Sahneye çağrıldı. Ancak tam ödülünü almak üzereyken, protokoldeki Tugay komutanı Tuğgeneral –kendince vatansever bir hamleyle– ödülün verilmesini engelledi. Kadının elinden ödülü aldı ve mikrofonu kaparak bu hareketinin devrimleri ve vatanı korumak adına ne denli önemli olduğunu salondakilere anlattı. Salonda bulunanlar, bu açıklamayı münafıkça bir alkış tufanıyla karşıladı. Kadın ise eli boş ve çaresiz bir şekilde köşede kaldı. Yine de bu hanıma en azından hakkında o zamanki yönetim tarafından soruşturma veya gözaltı işlemi yapılmadığını da belirtmek gerekir!
Köyün evlatları neden ayrı düştü?
Muhtemelen hem bu öğretmen hanımefendi hem de vatansever paşamız, Anadolu’nun herhangi bir köyünden çıkmışlardı. Ebeveynlerinin sınıfsal, kültürel ve dini nitelikleri de büyük ihtimalle benzerdi. Aralarındaki tek fark, birinin Askeri Lise ve Harp Okulu’nda aldığı ideolojik eğitim ve görgü ile diğerinin ise İmam Hatip Lisesi ve bir Yüksek Öğretmen Okulu’nu muhtemelen bir cemaat ya da sosyal çevre ile tamamlamış olmasıydı. Eğer meseleyi biraz abartarak soracak olursak: Aynı köyün iki çocuğundan biri vatanı kurtarma adına başörtüsüne hamle yaparken, diğeri neden başörtüsünü tartışmasız bir değer sembolü olarak görüyordu?
Saray aristokrasinin olmadığı devrimler
Türkiye’de kutuplaşma, sanayi ve dijital devrimi kaçırmamızın, Anadolu’nun taşralılığını dönüştüremememizin bir sonucu olarak sık sık karşımıza çıkıyor. Kemalist devrimlerin özü, bir görgü ve düzen devrimi olmalarıydı. Bu devrimlerin en büyük dönüştürücü kurumları ise Askeri okullar, sonrasında Mülkiye ve Tıbbiye gibi kurumlardı. Askeri okullar, özellikle Abdülhamid döneminden itibaren Osmanlı Enderun’u gibi bir işlev görmeye başladı. Abdülhamit tarafından, Saray ve aristokrasi çocuklarından verim alınamayınca, bu okullar Anadolu ve Balkan taşrasının evlatlarına açıldı. Bu öğrenciler önce İttihatçı, sonra Cumhuriyet devrimlerinin taşıyıcısı oldular.
Osmanlı modernleşmesi aceleci ve bürokrasi odaklıydı. Ufuk açıcı bir fikri yaklaşımı önemsemediler. Anlama gibi bir lüksleri yoktu; taklit etmeye odaklandılar. Kültür, sanat, estetik ve ticaret gibi alanlarda dış dünyaya açılan kapılar hep gayrimüslimlerin elindeydi. Onlar sert bir şekilde tasfiye edilince, geriye ne fikir ne sermaye ne de sanat kaldı. İttihatçılar ve Cumhuriyet devrimcileri aristokrat ya da saray kökenli değil, taşralı köylü çocuklardı. Ayrıca Harbiye, Mülkiye ve Tıbbiye gibi kurumlar, onların ideolojik tabanı oluştururken Batı modernitesinin karşı aydınlanmasını eleştirme ve ilgilenme gereği bile duymadılar. Anglo-Sakson dünyasının aydınlanma düşüncesiyle ilgilenmediler. Bonapartisttiler eleştirilmeye tahammülleri yoktu tasfiyeyi hep sevdiler tesviyeye incelikleri yoktu. Pozitivizmi ve ilerlemeci anlayışı farkına varmadan dogma haline getirdiler. Kazandıkları görgüyle düşünsel derinlik arasındaki farkı ayırt edemediler. Endülüs ve Rönesans süreçlerini kodifikasyon açısından analiz edecek zamanları bile yoktu.
Bütün bunlara rağmen, Cumhuriyet devrimlerini üstlenen, yeni Enderun’un mezunu bu köylü gençler, çürümüş Osmanlı yapısını büyük oranda temizleyebildiler. Bugün hâlâ, Harbiye ya da Mülkiye gibi kurumlardan mezun olanlar, özel sektördeki disiplinleriyle örnek insanları teşkil etmektedir. 28 Şubat’ın yıldönümü üzerine
Görgü devrimi ve taşra karşı devrimi
Öte yandan, mağdur edilen hanımefendi muhtemelen çok daha kısıtlı imkânlarla ve sosyal çevresiyle dişinden tırnağından artırarak bir yerlere gelmişti. Ancak onun dogması ilerleme değil, değerlerdi. Dış dünyaya kapalıydı, ama her şeyi bildiğini iddia etmiyordu. Belki de bunun mahcubiyeti içindeydi.
Bu yazıyı daha geniş bir perspektiften değerlendirdiğimizde, Anadolu’nun köylü çocuklarının devrimlerle devşirilenleri ile devşirilmeyenlerinin, entelektüel bir arka plan olmaksızın sürdürdüğü düşük yoğunluklu bir siyasi ve ekonomik karşı devrimin veya mücadelesini burada iç içe geçtiğini görüyoruz. Ortaya çıkan mücadele, aslında trajik bir yanılsamadan ibaret gibi görünüyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Görgünün kıyafetle ilişkisi olmadığını esasen düşünebilmek, esnek olabilmek, anlayabilmek veya görebilmek olduğunu köylü devrimcilerimiz ve karşı devrimcilerimizin artık fark etmesi gerekiyor.