Gökhan Bacık, “Bilek güreşi yoksa masayı mı kıracak?” başlıklı yazısında Türkiye’deki siyasi gelişmelerin artık aktörlerin niyetlerini aşarak yapısal dinamiklere bağlı hale geldiğini, hem iktidarın hem de muhalefetin istemeden mevcut düzeni yeniden üretebileceğini ifade ediyor.
Siyaset biliminde agent-structure [aktör/fail-yapı] tartışmasının bize aktörlerin niyetleri dışında yapının da kendiliğinden sonuçlar üretebileceğini söyler. Siyasi aktörler (failler) bazen öyle şeyler yaparlar ki yapı, onların eylemlerini niyetlerinden bağımsız biçimde başka sonuçlara evirir.
Şefkatle çocuğunun her dediğini yapan anne, zamanla kötü bir evlat yetiştirir. Burada annenin bütün iyi niyetine rağmen yapının kendi dinamiklerini ‘acımasızca’ işlettiğini görüyoruz.
Türkiye’de bir siyasi bilek güreşi izliyoruz. Ancak bu güreş, aktörlerin niyetlerinin ötesine gidecek ve en başta arzulanmayan şekilde masayı kıracak gibi görünmeye başladı.
Bir noktadan sonra ‘İmamoğlu yolsuzluk yaptı mı?’, ‘Bahçeli ulusal bir uzlaşma istiyor mu?’, ‘Erdoğan’ın amacı yeniden seçilmek mi?’ gibi soruların anlamı yapısal açıdan önemini yitiriyor. İyi niyetle Timur’un karşısına çıkan Bayezid’i, stratejik zekalarına güvenerek dünya savaşına niyetlenen İttihatçı paşaları hatırlayalım. Niyet, bilgi bir yerden sonra yapıların büyük dinamikleri karşısında anlamını yitirir. Tarih aktörleri ezmiştir. Bayezid bir kafeste gezdirilmiştir.
Yapının azgın dişlileri
Türkiye bir zaman sonra aktörlerinin baştan arzu etmediği bir kavşakta kendini bulabilir. Niyetleri ne olursa olsun iktidar elitleri, siyasi değişimin uzun süre mümkün olmadığı ve muktedirlerin belki ölene kadar koltukta oturmak zorunda olduğu bir ‘yeni Türkiye’ kurmak zorunda kalabilirler.
Belki böyle bir niyetleri hiç yoktu. Amaçları enflasyonu aşağı indirmek, işsizliği azaltmaktı. Ancak aktörlerin yapıyla kurduğu ilişki onların otonomisini yok edebilir. Bir zaman sonra hiç inanmadan savunmadan ‘bir Ortadoğu rejimi’ kurulmuş olur.
Dış dünya, o zaman ‘1938 Tanzimat ile açılan parantez kapandı’ daha sonra ‘1950 ile açılan parantez kapandı’ diye düşünmeye başlayabilir.
‘Sıradan bir Ortadoğu ülkesi’ demek Oryantalist bir ifade değildir. Sistem, kendi karşıtı bütün rejimleri yıkmıştır. Kalanlar ise bir karikatür gibi davranmaktadır. Örneğin büyük bir Arap A ülkesinde yahut küçük bir körfez Arap B ülkesinde hapşırırken bile yanlışlıkla ‘Filistin’ deseniz neredeyse başınızda polis belirecek. Bu Arap ülkeleri sistem tarafından muma çevrilmiş vaziyettedir.
Aynı sorunlar muhalefet için de geçerli. Muhalefet bir zaman sonra belli ki istediği adaylarla seçime giremeyecek vaziyete gelecek. Peki o zaman ne olacak?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Yapısal dinamikler açısından bakarsak, Türkiye’deki kavgada artık tarafların birbirine taban tabana zıt durumlarının da önemi kalmamıştır. İçerik olarak bütün zıtlıklarına rağmen Türkiye’de siyasi aktörler, yapısal olarak artık aynı sonucu üretiyorlar. Bundan sonra aktörler kadar o yüzden yapısal dinamiklerin Türkiye’yi sürükleyeceği yere bakmak gerekiyor.
“İmamoğlu” meselesi
Ekrem İmamoğlu meselesi de yukarıda yazdığım gibi artık yapısal bir dinamik haline gelmiştir. ‘İmamoğlu %100 yolsuzluk yapmış olsa’ yahut ‘%100 tertemiz olsa’ bile artık bir önemi yok.
‘İmamoğlu’ ile başlayan Türkiye’deki gerilimin yeni evresi, sistem/yapı tarafından Türkiye’nin rejiminin ne olduğu konusundaki kanaatini belirlemektedir. ‘İmamoğlu yolsuzluk yaptı, sistemin algısı yanlış’ denebilir. Bu eleştiri doğru da olabilir. Ancak yapı/sistem sadece bilgiye göre değil algıya göre davranır. Kendi tarihimizden bir örnek verelim: Evli kadınla ilişkisi olan Menderes için Said Nursi pek çok muhafazakâr gibi ‘İslam kahramanı’ demiştir.
Burada şunu demek istiyorum: İktidar elitleri sadece gerçekten İmamoğlu’nun yolsuzluk yaptığını kendilerine göre iyi niyetle amaçlayarak bir süreci başlatmış olsalar bile yapısal dinamikler yüzünden başka bir siyasi düzen kurmak zorunda kalacaklardır. Bir süreç başlamıştır ve burada aktörlerin ne yaptığının önemi ikincildir.
Olağanı tüketmek
Yukarıda sorduğum soruya tekrar dönelim: Diyelim ki İmamoğlu seçime giremeyecek. Altı ay sonra – spekülatif bir tartışma yapıyoruz– Mansur Yavaş da bir şekilde yarış dışı bırakıldı. O zaman CHP ne yapacak?
Adayları yarış dışı kaldığı halde başka bir adayla seçime girerse, CHP, iktidarın başlattığı sürecin parçası olur. Bu da esasen yapı-merkezli bakışın ne kadar açıklayıcı olduğunu gösteriyor: Muhalefet bazen istemese bile iktidara hizmet edebilir. Bir ölçüde Kılıçdaroğlu döneminde CHP böyle idi. Ne var ki bütün farklara rağmen ‘iktidarın veto ettiği adaylarla seçime girmemeyi kabul eden’ CHP de aslında aynı şeyi yapmış olacaktır. Burada Kılıçdaroğlu ve Özel farkı anlamsız hale gelir. Çünkü bu, son tahlilde kuralları Erdoğan’ın belirlediği halde oyuna devam etmektir. Peki kuralları Erdoğan’ın koyduğu bir oyunda muhalefet başarılı olabilir mi?
Masa nasıl kurtarılır?
Maalesef Türkiye’de politik hayatı etkileyen iki ana gelenek (Türk siyasi kültürü ve İslam siyasi kültürü) politik ihtilafları çözme yeteneğine sahip değil. Hem Türk hem İslami politik gelenekte en küçük kavga çözülemiyor hatta daha kötüsü yüzlerce yıl süren bir kangrene dönüyor. Hem Türklük hem İslamlık rakibini acımasızca ötekileştiriyor.
Ancak buna rağmen ‘masayı’ kırmamak için radikal bir adım atılabilir. Örneğin, Türkiye parlamenter sisteme dönebilir. Erdoğan herkesin ortak adayı olarak bu süreci yönetir ve bir dönem daha devlet başkanlığı yapar. Bir devr-i sabık yaratılmasından kimse korkmasın diye geriye dönük 15-20 yıllık af çıkarılır. Memleketin selameti için herkes ‘kan’ içer ama ‘kızılcık şerbeti’ der.
Bu olmazsa kavga devam eder. O zaman iktidar ‘yeni Türkiye’ kurmak zorunda kalır. Muhalefet ya iktidarın koyduğu kurallara oynamak zorunda kalır yahut halka dönüp ‘yerim kalmadı ne yapalım?’ diye sorar. Oğuz Atay gibi yapıp okuyucuya soralım: Peki, halk ne yapar?