Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Öner Günçavdı yazdı: Küreselleşmenin yeni yüzü doğarken

Ukrayna-Rusya krizinin birinci haftası doldu. Rus işgalinin şiddeti ve kapsamı giderek artıyor. Buna mukabil Ukrayna halkının direnişi de…

Batı birlik içinde, ciddi bir ambargo politikasını Rusya’ya karşı uyguluyor. Bu ambargolar bir yönüyle Putin yönetiminin ekonomik destekçisi olan oligarkların ekonomik hareket alanını daraltmayı, diğer yönden de Putin’ne kamuoyu desteği sağlayan halkın ekonomik olarak baskı altına alınmasını amaçlıyor. Muhtemelen bir süre sonra artan enflasyonun etkisiyle, Rus halkı da savaşın etkilerini hissedecektir. Zira 1991 sonrası yüksek enflasyon ve kıtlıkların yarattığı sıkıntılar Rus halkının hafızalarında hâlâ tüm tazeliğini korumaktadır. En azından Putin’in hafızasında taze olduğu, yaptığı son konuşmalardan anlaşılmaktadır.  Amerika’nın bize karşı uyguladığı, bundan çok daha dar kapsamlı bir ambargonun, 1970’lerin sonunda Türkiye ekonomisinde yol açtığı yüksek enflasyon ve kıtlıkların bugün hâlâ siyasi çekişmelere konu olması ambargoların toplum hafızasında nasıl bir etki yarattığı konusunda bir fikir verebilir.

Daha ilk günlerinden itibaren bu tedbirlerin Rus ekonomisi üzerindeki etkileri görünür olmaya başladı. Avrupa’da ortaya çıkan tedirginlik her ülkeyi kendi çapında birtakım tedbirler almaya itti. İsviçre bile tarafsız olma niteliğini bir tarafa bırakarak, AB’nin aldığı ambargo kararlarına uymaya karar verdi. Yıllarca NATO üyeliğini reddeden Finlandiya halkı, bu kez üyeliğe sıcak bakmaya başladı. Daha önce başvurusu engellenen Moldova bile AB üyelik başvurusu yapmaya karar verdi.

Türkiye bu tedbirlere şimdilik riayet etmese de, sonuçlarından muaf olamayacağa benziyor. Petrol fiyatlarının varil başına 100 doları aşması, buğday, mısır ve ayçiçeği fiyatlarında görülen artışlar tüm dünya ile birlikte Türkiye ekonomisini de etkisi altına aldı. Daha şimdiden, bu gelişmelerin enflasyonist etkileri Türk kamuoyunda endişe kaynağı olmaya başladı. Turizm gelirleri bakımından son yıllarda bağımlılığımızın arttığı Rus ve Ukraynalı turistlerin bu yıl gelemeyecek olma ihtimali sektör temsilcilerini şimdiden karar kara düşünmeye sevk etti.

Bu krizin ekonomimize bir de dolaylı etkilerinin olacağını tahmin etmek zor değildir. Krizin Batı Avrupa ekonomilerinde yol açacağı enflasyondaki tırmanış ve muhtemelen düşen büyüme beklentileri ihracatımız için olumlu olmayacaktır. Son bir yıldır para politikamız dâhil birçok iktisadi uygulamanın hedefi haline gelen cari dengedeki iyileşme beklentisi büyük ölçüde tehlikeye girecektir.

Hâlihazırda borçlanmada sıkıntı çeken, borçlanabilse bile mevcut ekonomik ve iç siyasi riskleri sebebiyle yüksek maliyetlerle borçlanabilen Türkiye’nin, içinde bulunduğumuz coğrafyadaki artan riskler nedeniyle de çok daha yüksek faizlere katlanacağı söylenebilir. Dolayısıyla bu kriz Türkiye’nin borçlanmasını hem zorlaştırıcı, hem de maliyetini arttırıcı bir etki de bulunacaktır. Bunların her biri kısa dönemde, hem bizim ve hem de Batı Avrupa ülkelerinin maruz kalacağı risklerdir.

Bu krizin kısa döneme ek olarak, orta ve uzun dönemde de ihmal edilemeyecek düzeyde önemli ve bir o kadar da kalıcı etkileri olacaktır dünya sisteminde.

Koronavirüs salgını uluslararası camianın karşılıklı ticarete akımlarına ne kadar bağımlı olduğunu bizlere gösterdi. Neo-liberal öğreti uyarınca, ülkelerin sahip oldukları faktör donanımının onlara sağladığı avantajları dikkate alarak oluşturulan ekonomik yapılarının, ülkeleri birbirlerine nasıl bağımlı hale getirdiğini yaşayarak gördük. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde gelişip, dünyada yaygınlık kazanan “küreselleşme” dalgasının etkisiyle üretim uluslararasılaşırken, bu üretimin dayandığı “değer üretme zincirleri” de uluslararası bir nitelik kazanmıştır. Bu zincirin her bir halkası başka bir ülke sınırları içinde gerçekleşirken, sürecin herhangi bir halkasındaki kopukluk, tüm sürecin aksamasına yol açabilmektedir.

Koronavirüs salgını ile bunu da görmüş olduk. Dünya ekonomisinin Çin’e bağımlılığı salgınla birlikte tüm üretim süreçlerini etkiledi ve Batılı ülkelerin Çin’e alternatif tedarikçi ülke arayışları arttı. Dahası sanayi üretimi açısından, daha önce terk ettikleri alanlarda, iktisadi rasyonaliteyi görmezden gelerek, üretim yapma konusunda motivasyon oluşturdu.

Salgın Batılı ekonomilerin tedarik zincirinde tek ülkeye bağımlılığın risklerini görünür kılarken, 1980’lerden beri dünyayı etkisi altına almış olan, ülkelerin faktör donanımlarıyla uyumlu olarak ekonomide uzmanlaşmasına dayanan neo-liberalizmin öğretinin de büyük bir darbe almasına neden oldu.

Zaten bu salgın öncesinde de bu düşünce akımının öğretileri, özellikle gelişmekte olan ülkelerin yapısal sorunlarının halledebilmelerine olanak sağlamamıştı, aksine bu ülkelerde sanayisizleşmenin yolunu açtı. Devletin ekonomiye müdahalesini hiçbir şekilde tasvip etmeyen bu görüş, piyasa mekanizmasının yönlendirmeleriyle de hiçbir soruna kalıcı bir çözüm getiremedi.

Özellikle gelişmekte olan ülkelerde piyasaların yeterince kurumsallaşamaması, kanımca bu noktada ortaya çıkan sorunların en büyüğü olmuştur. Bu bağlamda kurumsallaşmanın bence en önemli ayağını da, yeterince piyasalaşamama oluşturmaktadır ki, yeterli olgunluğa ve tecrübeye erişememiş bir piyasa mekanizması, devletin de doğru yönlendirmesi olmadığında, ekonomik kaynakların etkin kullanımını sağlayamamaktadır. Bu durum ister istemez “piyasa dışı kurumların” oluşmasına yol açmaktadır. Bu tarz yapılaşmalar zamanla ekonomide piyasa mekanizmasının tüm kurumlarıyla birlikte gelişmesine de engel olabilmektedir.  Bir noktadan sonra siyasilerin de bu yapılarla işbirliği içine gitmesi kaçınılmaz olmaktadır.

Bunun en güzel diğer örnekleri de, 1991 sonrası sosyalizmden piyasa ekonomisine geçmeye çalışan Doğu Bloku ülkeleridir. Elbette bunların başında da Rusya gelmektedir. Bu döneme birçok uluslararası kurum, bu ülkeler ekonomilerini piyasa ekonomisine dönüştürebilsin diye yardımda bulunmuş, bu ülkelere uzmanlar göndermiştir. Tabi ki böyle bir dönüşümü, beraberinde buna uygun toplumsal bir dönüşün olmadan gerçekleştirebilmek oldukça zordur; hatta imkânsızdır. Her şeyi piyasaya bıraktım diyerek, birden devletin aradan çekilmesi, kaynakların arzu edildiği gibi ve toplum menfaatleri doğrultusunda dağıtılacağı anlamına gelmez.

Ekonomik dönüşümün böyle zamansız ve dönüşüme liderlik edecek ve aynı zamanda gözetimini yapacak kurumlar olmadan yapılması halinde, eksikliği çekilen kurumların yerine başka yapıların ortaya çıkması ve boşluğu doldurması kaçınılmazdır. Rusya’da bunları ekonomide kuralsızlıklar ve mafyalaşma olarak gördük önceleri. Ancak piyasa mekanizması ve kurumları yeterince gelişmese de, zamanla bu piyasa yerine geçen alternatif örgütlenmelerin gelişimi bugünkü oligarşik yapının doğmasına yol açmıştır.

Oligarklar, piyasa mekanizmasının yerine geçerek, ekonomik gücü kendi ellerinde toplayan ve otoriter bir devletin oluşmasında rol oynayan önemli aktörler olmuşlardır. Böylece yanlış giden bir kurumsallaşma ve piyasalaşma süreci bugünkü otoriter Putin yönetiminin doğuşuna yol açmıştır. 

Küreselleşmenin hâkim olduğu 1991 sonrası dönemde, sanki her şeyi piyasa mekanizmasının halledebileceğine inanıp, bu oligarkların gelecekte Batıdaki siyasi istikrarı da bozacak şekilde ekonomik güç kazanabilecekleri ve bu gücün etrafında otoriter bir devlet kuruluşunu sağlayacaklarını kimse göremedi; belki de görülmesi istenmedi. İşte o gün, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle sonuçlanan sürecin de başlangıcı oldu. Küreselleşme üzerinden Rus ekonomisi ile geliştirilen ilişkiler bir yandan Batı ülkelerinin Rusya’ya bağımlılığını arttırırken, öte yandan Rus oligarkların sermaye birikimine ve Rus ekonomisindeki etkinliklerini arttırmalarına katkılarda bulundu.

Şimdi dünya ortaya konulan ambargoların bahanesi ile Rusya ile ekonomik ilişkilerini tekrar tanımlamaya çalışıyor. Mevcut bağımlılıklarının bu ekonomiler üzerinde kısa dönemde yaratacağı birtakım olumsuz etkilerin olması şüphesiz. Ama orta ve uzun vadede Batı’nın tedarik zincirleri içinde yer alan Rusya’nın da, Çin gibi alternatiflerinin üretilmesi zaruri hale gelecektir. Ama çok daha önemlisi, bugün geçerliliği sorgulanmaya başlanan küreselleşmeye yeni bir düzen getirme arayışının hızlanacak olmasıdır.

Birtakım ülkelerin, ekonomik bağımsızlıklarını tehlikeye sokan sınırsız küreselleşmeye bir “dur” demesi ve “kontrollü bir küreselleşme” arayışına girilmesi mümkündür. Bugün yaşadığımız bu tarz siyasi ve ekonomik olaylar tekrarlandıkça, bunların en çok küreselleşmeye zarar vermesi beklenebilir.

Öner Günçavdı’nın önceki yazıları:

Çanlar Türkiye ekonomisi için çalıyor

Bugünün üniversiteleri

Siyasi çıpalar ve enflasyonla mücadele

Ekonomide uluslararası camianın bir parçası olmak

Para otoritesinin enflasyona bakışındaki değişim

Muhalefet ekonomide ne yapmak istiyor? Gözlem ve içe dönüş

Türkiye’nin refah arayışı ve siyaset

İki bin yirmi bir

AKP’nin kendi tabanına ihaneti

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.