Ayşe Çavdar yazdı: Vatan yahut zeytinlik – Zorunlu göçe direniş

Avrupa Komisyonu, zorunlu göçü bir kişinin ya da topluluğun hayatına ya da yaşam/geçim kaynaklarına yönelik tehditler nedeniyle yaşadığı yeri terk etmesi olarak tarif ediyor. Birleşmiş Milletler Mülteci Ajansı da bu kavramı insanların ulusal sınırların ötesine ya da ülke içinde başka bir yere göçe mecbur edilmesi şeklinde tanımlıyor. Zorunlu göçü, diğer göç türlerinden ayıran en önemli unsur içerdiği “cebir” faktörü. İnsanları bir yerden başka bir yere göçe zorlayan pek çok sebep olabilir. Geçim derdi herhalde bu sebeplerin başında gelir. Yaşadığı yerin kaynakları herkesi beslemeye yetmediği ya da umut ettiği daha iyi hayatı sağlayamayacağı için de istemeyerek memleketlerini terk edebilir insanlar. Ya da doğal afetler, şimdi iklim krizi nedeniyle daha sık duyduğumuz üzere bazı yaşam alanlarını artık yaşanmaz kılabilir. Bunlar da gönülsüz, arzu edilmeksizin yola çıkılan göç türleri. Ama zorunlu göç dediğimizde tam olarak bunlardan bahsetmiyoruz. Çoğunlukla devletlerin cebir tekelini kullanarak insanları yerinden ettikleri durumlara “zorunlu göç” diyoruz.

“Zorunlu göç” tabirini çok uzun yıllar boyunca köyleri, tarlaları yakılan Kürtlerin büyük şehirlere göçüne ilişkin haberlerde, makalelerde, kitaplarda okuduk, belgesellerde gördük. 1990’lar boyunca çeşitli şekillerde, terörle mücadele bahanesiyle sürdürülen göçe zorlama siyasetinden tam olarak ne büyüklükte bir nüfusun etkilendiğini kimse bilmiyor. Murat Yüceşahin ve Murat Özgür, 2006’da yayınladıkları “Türkiye’nin güneydoğusunda nüfusun zorunlu yerinden oluşu: süreçler ve mekânsal örüntü” başlıklı makalelerinde nüfus sayımlarından hareketle yaklaşık 1 milyon kişi olarak hesap etmişler. Fakat bu büyüklükte göçün, yalnızca göç eden nüfusu etkilediğini kimse iddia edemez. Nitekim hepimiz hayatın her alanında iliklerimize kadar hissettik, halen de hissediyoruz o etkiyi. Tarımdaki değişimden kentsel dönüşüme, çalışma yaşamında adaletsizliklerin artmasından iş cinayetlerine kadar her alanda 1990’larda o denli büyük bir nüfusun ansızın ve gidecekleri yerde nasıl yaşayacaklarına dair hiçbir rehberlik ya da kolaylaştırıcılık sağlanmaksızın göçe zorlanmasının payı var. Çünkü zorunlu göç insanları yalnız yer değiştirmeye zorlamak değildir. Onları mülksüzleşmeye, hayatlarını sürdürmek için edindikleri becerileri değersizleştirmeye, bildikleri hayatı geride bırakmaya, yakın şehirde bile olsa bilmedikleri bir yaşamın kıyısına sığışmaya mahkûm etmektir. Birini, bir başkasına bunları yaparken gördüğünüzde dehşete düşersiniz. Peki bunca eziyeti, onca insana bir devlet yaptığında ne olur? O devlet sınırları içinde herkes, her an, her şeyini kaybedebileceği hissiyle yaşamaya başlar. Kimsenin güvenecek kimsesi, dayanacak nesnesi yoktur artık. Bize, hepimize, o göçü, o zor mekanizmalarını onaylayanlara bile olan buydu 1990’larda.

90’lardan kalan

Tanık olduğumuz o göç ve zor mekanizmaları, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kullandığı aygıtlar ve o aygıtları kullanma biçimi itibariyle merkezi bir devlet olsa da uygulamadaki yurttaşlık tarifi ve fiili hukuk nokta-i nazarından modern olmaktan ne denli uzak olduğunu nakşetti zihinlerimize. Yurttaşlık merkezli bir ulus tarifi yapmayı ve bu tarif üzerinden bir hukuk kurmayı becerememişti henüz Cumhuriyet. Pek niyeti de yoktu buna. Cumhuriyet’in niteliklerine dair kurulmuş üç beş hayal kırıntısı da tuzla buz oldu böylece. 1990’ları yalnız yurttaşlar değil kurumlar açısından da onca travmatik kılan ve sonra müşterek boşvermişliğin kapılarını sonuna kadar açan da bu radikal travmadır zannediyorum. O dönemde genç olmuş biri olarak diyebilirim ki atadan dededen korkuyla karışık bir saygı tonuyla duyduğum devlet kavramıyla arama giren şeydir 1990’lar. O travmatik 10 yılı, onca zorbalığına tanık olduğumuz devletin aslında, en bir “kıymetli” batısında yaşanan bir depremin enkazını bile kaldıramayacak denli biçare olduğuna şahitlik ederek kapattık.

AKP’nin siyasi iktidarı altında ve IMF yasalarıyla idare edildiğimiz sonraki yıllar hedonist bir kendinden kaçış dönemiydi belki de. Kendimizi her türden tüketime verdiğimiz alelacayip yıllar. “İşler göründüğü kadar yolunda gitmiyor” diyen herkesin “deli herhalde bu” bakışlarıyla köşeye sıkıştırıldığı zamanlar. Durum buysa, şimdi yaşadığımız şeyi ertelenmiş ve kimse onu ciddiye almadığı için nihayet kendini dayatmaya karar vermiş, hayli geciktirildiği için hacmi büyümüş ve ısısı yükselmiş bir yüzleşmenin çeşitli aşamaları olarak görebiliriz. Yüzleşmek, yaptığımız ya da yapmadığımız şeylerin sonuçlarını idrak etmek, o şeyleri yaparkenki halimizi gözden geçirmek demek. Şimdi bize kaybolan yıllarımızı verseler, neleri farklı yapardık acaba?

Zorunlu göçe maruz bırakılan insanlar gittikleri yerlerde de itilip kakıldılar sürekli, gene yerlerinden edildiler. Büyük şehirlerde adı kentsel dönüşüm kondu bunun. Devlet, başı sıkışınca gene “terör” damgasını yapıştırıveriyordu. Herkesin bildiği iki örnek işin aslını kabak gibi koyacak ortaya. Ayazma Mahallesi’nin arazisi Ali Ağaoğlu’na, Tarlabaşı ise Çalık Holding’e sözüm ona uzun vadelerle kiralandı. Basbayağı satıldı işte. Tam bu işler olacakken Tarlabaşı’yla ilgili yapılan haberleri hatırlıyorum şimdi. Hemen her bültene Beyoğlu’na yerleştirilmiş güvenlik kameralarından yankesici vakaları serpiştirilirdi. Önce suçla, sonra kov. Aynı şey oluyordu, bu defa kocaman şehirlerin en merkezi mahallelerinde ya da kıyılarında, köşelerinde. Pek çoklarımız mevzuyu inşaat gürültüsü olarak gördü. Neyse…

Nasıl da kalabalıklaşıyordu şehirler öyle. Emlak fiyatları da çıldırıyordu. Her yer betona kesmişti değil mi? Peki kimdi o insanlar? Nereden geliyorlardı? 2015 öncesinden bahsediyorum, Suriyeli “misafir”lerden öncesinden yani.

Her yer yatırım, herkes “terörist”

O esnada başka şeyler de oluyordu. Karadeniz kıyısı boyunca HES’lere karşı mücadele eden insanlar vardı mesela. Devlet onlara, “bak bunlar da enerji bağımsızlığımıza karşı, teröristler işte” diyordu. Aynısını nükleer santral karşıtlarına da söyledi. Şehrin orta yerinde sıkışıp kalmış küçücük bir parkı korumak isteyenleri düşmanlaştırmak için ülkeyi orta yerinden ikiye böldü aynı devlet. Mahallelerinin yıkılıp yerine o koca blokların yapılmasına engel olmak için mücadele edenleri, “kadın ticareti ve uyuşturucu mafyası”nın elemanı olmakla suçladı. Başlangıçta pek tanımadığımız insanlara olan bu şeyler, zamanla tanıdığımız insanlara da olmaya başladı. Bir baktık her bir yurttaş devletin gözünde “potansiyel terörist”.

Gözlerimizin önündeki son vaka İkizköy. Öncülerini bir hayli yerde gördük. Yırcalılı kadınları zeytinliklerinden jandarma eliyle koparmaya çalışmıştı aynı devlet. Termik santral yapılmasını istemiyorlardı oraya. Çünkü termik santral yapılırsa hayatın onlara zehir olacağını biliyorlardı. Zeytinliklerini kaybettiklerinde yaşamak diye bildikleri şey sona ermiş olacaktı. Bedenleri yaşayacak ve kim bilir devletin hangi işine yarayacaktı ama onlar ürettikleri hayatı bir ihtimal ya da alternatif olarak kendilerinden sonrakilere bırakamayacaklardı. Ne için? Devlet, “ben geriye kalan herkesin çıkarlarını temsil ediyorum ve onların çıkarı senin hayatının üstünde” dediği için. Herkes mi istiyordu oraya termik santral yapılmasını? Yooo. Kolin İnşaat istiyordu. Yani devlet, Yırcalı yurttaşlardan, hayatlarından Kolin İnşaat yararına vazgeçmelerini istiyordu.

İkizdere’de de aynı şeyi gördük. Devlet, ne demeye yapıldığını kimsenin anlamadığı bir limanın taş ihtiyacı için asırlardır orada hayat kaynağı olmuş bir vadiyi yok etmeye karar verdi. Çünkü Cengiz İnşaat öyle istemişti. İkizdereli yurttaşlar, Cengiz İnşaat lehine hayatlarından vazgeçmelilerdi.

Bugünlerde aynı garip devlet davranışını İkizköy’de bir kez daha görüyoruz. Akbelen Ormanı’nda bir kömür madeni açmak istiyor bir şirket. 2019’da yurttaşların adreslerine noter aracılığıyla mektup göndermiş. Demiş ki, “arazilerinizi bana satın yoksa kamulaştırılacak.” Allah Allah! Bu özgüvenin kaynağı ne? Satmıyor, direniyor, hayatlarını bildikleri gibi sürdürmek istiyorlar. O da ne? Karşılarında jandarma var. Baş edemiyor devlet çünkü ondan evvelkilerin yaptıkları bir yasa koruyor zeytinlikleri. Etrafından dolaşmak için yönetmelik değiştiriyor. Bacım sesleniyor oradan jandarmaya, devlete ve devletin askerliğine soyunduğu şirkete, Limak’a yani: “Yeter, bize yaptıkları işkence yeter. Ben buradan bir yere çıkmıyorum. Ben buradan gitmiyorum. Ben vatanımdan gitmiyorum.”

Zorunlu göçe direniş

İkizköy Çevre Komitesi’nden Deniz Gümüşel, bir parçası olmaktan gurur duyduğu her halinden belli olan bu direniş hakkında konuşurken “göç etmek istemiyor bu insanlar” diyor. Söyleşiyi ne olur izleyin. Küçücük bir parçasını özetliyorum burada. Gümüşel’e göre direnişin ve direnişte kadınların bunca ön planda olmasının bir sebebi var. Erkeklerin genellikle başka işleri var. Kadınların üretip ekonomiye katıldıkları yani bireysel özerklik alanlarını üzerine kurdukları toprak o zeytinlikler. Göç etmek de istemiyorlar çünkü göç edip gidenlerin anlattıkları öyküler parlak değil artık. Zeytinliklerin ortadan kalkması bildikleri hayatın sona ermesi demek olacak. Sonrası için ise daha iyi seçenekler yok. Olsa isterler miydi, Allah bilir. Ama yok mevcut halde.

Limak’a, kömür madenine, termik santrale, Cengiz’e, Kolin’e direnirken bu insanlar göçe de direniyorlar. Mülksüzleşmeye, bildiklerini unutmaya, hayatlarını idame ettirmelerini sağlayan becerilerden vazgeçmeye de direniyorlar. O jandarma oraya onları göçe zorlamak için gidiyor. O taş ocağı, o kömür madeni, o baraj insanları göçe zorlamanın araçları aynı zamanda. Bu kası çok gelişkin bizim devletin. Nüfus sürme, kalabalıkları oradan oraya yollarda telef ederek gönderme, gitmeyeni zorlama. Coğrafya üzerinde insanları oradan oraya sevk ve idare etme. Bunu yapmadıkları zamanlarda kendilerini devlet gibi hissetmeyen insanlar, zümreler talip oluyorlar hep devletliğe. Bunun sebeplerini uzun uzun konuşmamız lazım. Şimdilik aklımızda dursun soru olarak. Kalabalıkları kitleler halinde oradan oraya sürme kası gözlerimizin önünde, “Amaaaan Kürtler de rahat dursun?” “Bana köylü deme, bırak o tembelleri” “Gecekondulu zaten devletin mülkü üzerinde oturmuyor mu? Çıksın efendim” nev’i marşlar eşliğinde kendini geliştirmeye devam ediyor. Demek o kasın bir alımı, bir cazibesi var herkesin gözünde. O ne menem bir cazibeyse, bir sömürgecinin yapacağı her şeyi yapmakta olan bir güruhun her türlü arsızlığına rağmen ve hatta o arsızlıkları ölçüsünde hükümet etmesine eyvallah diyor. O kasın ve o kasın sıra henüz kendisine gelmemişlerde yarattığı cazibenin farkına varmak lazım. Gerisi gelir.

Ve fakat bu kadar karamsar bir yerde bitemez bu yazı. Ne yani, kesecek miyiz umudu kendimizden? Ne münasebet! Devletin cebir kasını zayıflatmanın tek bir yolu var o da dayanışma. Kara günün kararıp kalmamasının tek yolu bu. Yazıyı daha da uzatmak istemiyorum. Fakat hemen şuraya bir video bırakabilirim son sözü söylesin diye. Medyascope’tan Doğu Eroğlu yapmış söyleşileri.

Kendinize hakim olamayacaksınız bazı yerlerinde. Nöbet alanında direnen köylülerle yapılan söyleşiler var bu videoda. Bende ipler tam şurada kopmaya başladı (4:50): “Bu nöbetin Muğla’ya da çok iyi bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Nefes alma gibi bir şey oldu. Ülkenin de içinde bulunduğu atmosferden, baskıdan dolayı, burası herkes için bir nefes alma yeri oldu. Herkes için umut oldu. Herkes buraya geldi.” İdare ediyordum, tamam be, dur, bir şey yok bunda diyordum kendime ki şu geldi (7:27): “Oraya (nöbet alanına) gittiğimde, sanki ağaçlarımız kesilmeyecekmiş gibi içimde bir his var. Ama uyuduğum yattığım zaman, kimse bizi dinlemez de keser ormanlarımızı diye üzülüyorum.”

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.