Zihin dünyamıza beş yüz yıldan beri damgasını vuran Aydınlanma düşüncesinin en önemli kusurlarından biri hepimizin aynı gerçeğe maruz kaldığımız ve bu gerçek karşısında aynı değerlendirmeleri yapmamız gerektiği sanrısı. Gökyüzünde bir güneşin parladığı bir gerçek, ancak bu durumun herkesi aynı şekilde etkilemesi ve hepimizin bundan mutluluk duyması gerektiği düşüncesi bir sanrı. Bazılarımız için güneş “altında sere serpe uzanılabilecek” bir mutluluk kaynağıyken, başkaları, örneğin sabah altı-akşam dokuz tarlada çalışmak zorunda kalan tarım işçileri için tam bir ızdırap sebebi olabilir. Güneşin varlığı kadar sarih bir gerçeği nasıl deneyimlediğimiz, kim ve nerede olduğumuz ile doğrudan ilişkili birçok açıdan.
Siyasi tercihlerimize biçim veren birçok gelişme ne yazık ki güneş kadar sarih bile değil. Aydınlanma’nın bize miras bıraktığı “hiperakıllı” vatandaş tipi için gerçekleri gözlemlemek ve onları akıl yoluyla değerlendirmek, siyasi yaşamın olmazsa olmazı. Ortaçağ düşüncesinin dogmatik şeytanlarını kovup yerine akılı koymayı amaçlayan Aydınlanma, iyi bir vatandaşın maruz kaldığı gerçekleri nesnel olarak değerlendirebilmesi gerektiğini o kadar çok vurguladı ve Türkiye’de bile bizi ikna etti. Öyle ki, bizim akıl yürütmelerimizi diğerlerinin paylaşmamasını ve gördüğümüz apaçık gerçeği inkâr etmelerini bir “sapkınlık” olarak nitelendirebiliyoruz, bu da görüş ayrılıklarını aşılmaz uçurumlara dönüştürebiliyor.
Diğerlerinin akıl yürütmelerinin bizimkinden farklı olabileceğini hafif hafif kabul etmeye başlıyoruz sanırım. Sonuçta insan ruhunu tahlil etmeyi amaçlayan psikoloji biliminin bize öğrettiği en önemli şey, insan aklının sayısız şeytan ve melek tarafından kandırılmaya müsait olduğu. Bilinçaltından, kısayolların yol açtığı “yanılgılar” silsilesine kadar birçok faktörün aklımızı etkilediğini öğrendik, değil mi? Her ne kadar, hâla bir “nesnel” aklın varlığına ve o aklın bizde olduğuna dair kuvvetli inancımız yerinde dursa da; diğerlerinin aynı gerçek karşısında farklı -ve muhtemelen eksik- akıl yürütmeleri yapabileceğini iyi kötü kabul ettik. Aydınlanma’nın akıl ile birlikte vazettiği ve bizim eğitim sistemimizde oldukça ihmal ettiğimiz kuşkuculuk bizi biraz da olsa donanımlandırıyor.
Ancak, herkesin görmesi gereken tek bir gerçek olduğu konusunda o kadar kuşkucu değiliz ne yazık ki. Gerçeğin var olup olmadığı ya da bu gerçeği herkesin eşit derece deneyimlenip deneyimlenmediği her türlü sınırı aşan bir tartışma. Pandeminin de gösterdiği üzere yaşam bu kadar kırılganken, her türlü gerçeğin göreli olduğu savına sığınmak yersiz olur; ancak herkesin gerçekliğe aynı şekilde maruz kaldığı da fazlasıyla saf bir iddia. Gerçeklik, orada duran ve bizim duyularımızla ve aklımızla kavrayabileceğimiz bir şeyden çok; aracılar vasıtasıyla olarak maruz kaldığımız bir izlenim. Herkesin izlenimi de kendisine göre doğru tabii, izlenimlerinin yanlış olabileceği iddiası tutarlılık arayan zihnimiz için biraz ağır bir yük.
Bazı deneyimlerimizi birinci elden, bizzat kendimiz görüyoruz, duyuyoruz ve tadıyoruz. Her ne kadar bütün bu duyusal işlemlerin de hataya oldukça açık olduğu ve bütün tatların tartışılabileceği öne sürülse de bu şahsi deneyimlerimize inanma eğilimimiz çok daha fazla. Ebeveynlerinin “Sobaya elini sürme, sıcak” dediği her çocuk bunu bilir. Öte yandan dünya çok kalabalık ve çok gürültülü bir yer, her yerde bulunmamız ve her şeye şahit olmamız imkânsız. Sosyal medyada binlerce tanışımız olduğunu düşünürken, sadece ellisini gerçekten tanıyabileceğimizi gösteren bilimsel çalışmalar var; herkesi tanımak insan havsalasının ve ruhunun kaldırabileceği bir yük değil. O yüzden de yeni insanları eski tanışlarımızla; yeni deneyimleri hatıralarımızla karşılaştırarak karmaşıklığın üstünden geliyoruz, bu tasnif sırasında da sayısız hata yapabiliyoruz, o başka.
Birçok “gerçeği” de dolaylı olarak deneyimliyoruz. Aslında sahip olduğumuz bilginin çok azı doğrudan deneyimlerimize dayalı; yakın çevremizden başlayarak takip ettiğimiz gazeteler, televizyon haberleri ve en önemlisi sosyal medya sayesinde kendimize bir dünya inşa ediyoruz. Şahsen şahit olmadığımız ve doğruluğu hayli tartışmalı bir dünya. Konu ne olursa olsun, siyasi gelişmelerden cep telefonu markalarına kadar birçok konuda geleneksel ve geleneksel olmayan medya önde gelen bilgi kaynağımız, en güvenilen bilgi kaynağı eş, dost, akraba olsa da. Ve medyanın temsil ettiği dünya da gerçek dünyadan oldukça farklı.
Medya, özellikle de anaakım olarak tabir ettiğimiz medya, tarihini yazarken kendisini her zaman gerçekliği aramış ve bulmuş bilgi fedaileri olarak tarif etmeyi seviyor. Özellikle Batı merkezli anlatılarda, medya devlet aygıtının diğer organları yürütme, yasama ve yargı ile anıldığını; yozlaşmaya açık siyasetçileri halk adına denetleme işlevini üstlendiğini görüyoruz. Doğru düzgün çalışan bir medyanın daha şeffaf bir yönetime yol açabileceği açık, eğer medya olmasaydı birçok şeyden haberimiz bile olmazdı. Öte yandan, medyanın da “ezel-ebed” bu denetimi hakkıyla yerine getirdiğini söyleyemeyiz, bilakis daha yeni palazlanmaya başlamışken dahi çıkar sahipleriyle nasıl el ele yürüdüğü, siyasetçileri ve kamuoyunu kendi çıkarları doğrultusunda manipüle ettiği bilinen bir gerçek. Welles’in “Citizen Kane”adlı kahramanı gerçekten yaşadı ve bağımsız gazetecilik iddiasıyla savaş çıkmasına hayli katkıda bulundu. Dünya savaşlarının birincisine giden sürece yakından bakanlar, her ülke medyasının vatandaşı savaş lehine galeyana getirdiğini kolaylıkla görebilirler. Bizim ülkemizde dahi gazeteciler hem Balkan Savaşları sürecinde hem de Dünya Savaşı’na dahil olmamızda etkin rol oynadılar, kamuoyunu ellerinden geldiğince biçimlendirdiler. Verdiğim örnekler daha masum günlerden, zaman içerisinde bazı “Altın Standartlar” konmuş olsa da bu standartlar çoğunlukla sahibinin sesini yansıtacak şekilde kullanıldı; Soğuk Savaş’ın ve sonrasının propaganda günlerinde gerçeklik arayışı güvenliğe kurban edildi.
Sonuçta medya dediğimiz şey, “pir uğruna” gerçek arayışına düşen kusursuz bir girişim; her medya mensubu da gerçeklik arayışında potansiyel aziz değil. Haber üretme ve yayma işi iyi kötü bir sermaye işi; eski güzel günlerde o kâğıdı, mürekkebi satın alabilmek, makineleri kurabilmek, sadece muhabirlerin değil, haber üretim işinde yer alan diğer kişilerin ücretlerini ödeyebilmek bir sermaye gerektirirdi. Şu anda yıldızı parlayan yeni medya araçlarında dahi bilgi üretebilmek masraflı bir iş, sadece WordPress sunucusu kiralamakla olmuyor bu iş. Konulan sermayeye karşılık, elde edilen gelir de hem az hem de eşit dağılmıyor. Amerikan türü piyasa gazeteciliğinde alınan reklam ya da tiraj gelirleri yapılan masrafları kısmen de olsa karşılarken, bu gelirlerin az sayıda girişimciye aktığını biliyoruz, medya sahipliğinin sağlam kısıtlamalara tabi olduğu ABD’de dahi haber medyasının onda dokuzunun elli firmanın kontrolünde olduğu söyleniyor. Bu tür reklam piyasasının gelişemediği bizim gibi ülkelerdeyse, geleneksel medyanın geçimi her daim devletin cömertliğine bağlı, resmi ilanların basına dağıtımı ve kağıt tahsisi gibi konular Demokrat Parti’nin kendisinden olmayan basına bir numaralı baskı aracıyken; son dönemde medya sahiplerinin geçimlerini diğer ve devletle de hayli ilişkili faaliyetlerden sağlamaları bağımsızlık iddialarına bayağı bir halel getirdi.
İnternet ilk doğduğunda bilgi ekosisteminde bahsi geçen yanlışlıkları giderecek diye umut edilmekteydi. Bir açıdan internetin sağladığı olanaklar bilgi çeşitliliğine katkıda bulundu, bu açıdan minnettarız. Hem geleneksel yayıncılar kendilerini dijitalleştirdiler hem de alternatif bilgi üreticileri daha kolay sisteme dahil olabildiler. İnternet reklam hacmi bugün geleneksel medyanın reklam gelirlerini kat be kat aşmış durumda. Öte yandan bu yeni çağın çeşitlilik getirdiği kesin de gerçeğe erişmemizi kolaylaştırdığı tartışmalı. Her alanda olduğu gibi bu alanı da egemenliği altına almış dev şirketler, o şirketlerin Mars’a otomobil göndermek gibi değişik işlerle uğraşan ve bu arada güç sahipleriyle bir tür simbiyotik yaşam süren sahipleri ve hem algoritmalar hem de akıl zaaflarımızla hayli biçimlendirilmiş bir bilgi alanı var. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlamamızı sağlayan eleştirel düşüncenin ve neyi, nerede bulacağımızı ve nasıl sağlamasını yapacağımızı bilmemize olanak veren medya okuryazarlığının yokluğunda; anlayabildiğimiz kadarıyla bile gerçeğe erişebilmek neredeyse imkânsız hale geldi. Hele ülkemizde, özgürce ve çeşitlilikle bilgi üreten kaynak sayısı hem az hem de kutuplaşmış medya ortamında görülemez durumda.
Aydınlanma düşüncesinin sayısız kusuru olabilir, nesnel gerçekliğe ve akıl yürütmeye verdiği aşırı önem ve bir ütopyadan ileri olmayan “hiperakılcı” vatandaş varsayımını her gün didik didik ediyoruz zaten. Bununla birlikte, Aydınlanma’nın en önemli kazanımı bir aktör olarak vatandaşa yer açabilmesi. Dinsel dogmaların, ideolojik saplantıların ya da güç sahiplerinin çıkarlarının yönlendirdiği o pasif nesne; yerini evrenini akıl ile inşa edebilme iddiasına sahip bir özneye bıraktı. Göz ardı ettiği gerçek, yönteminin kusurundan kaynaklanmaktaydı; özendiği “müspet” bilimin nesnel gözlem koşulları, ancak laboratuvar ortamında olabiliyor, gerçek yaşam daha kirli ve kusurlu, tıpkı insan gibi. Kendisini dalgalar arasında sallanan bir ceviz kabuğu olarak görmeyen, kendi kaderinin dizginlerini eline almayı arzulayan insan için aşması gereken birinci engel kendi zihninin parmaklıkları. Nasıl bir dünya algıladığımız da deneyimleyeceğimiz gerçek ile aramızdaki en büyük engel. Kendimiz, çocuğumuz ve başkalarının çocukları için “doğru” bir tercih yapabilmemiz, bu engeli aşmak için göstereceğimiz çabaya bağlı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.