Başlıktaki kendi pasıma kendim koşarak: Yoksa (anayasal yani eşit) yurttaş mı, başka deyişle “sade vatandaş” mı? Hani adamcağıza şu hengâmede biri çıkıp dese ki “beyefendi bu başlıkla sizden de söz eden bir yazı yazmış hıyarın biri Türkiye’de” diye, “yaw brahma aşkına, bırak şu saçma sapan herifleri, biz işimize bakalım şekerim şimdi” der herhalde.
Yahut devam edip “Türkiye’de muhafazakârlar endişeli” desek, “o kişiler muhafazakârsa siyasal eğilim olarak, Hindu başbakanın Muhafazakâr Parti sıralarında ne işi var?” veya “buradakiler muhafazakârsa, siyasal muhafazakârlığın kitabını yazmış İngiltere’deki malûm (!) parti nedir?” diye sormak gerekir.
Öyle ya, “muhafazakârlık” (“conservatism”) denince akla “sağcılar ahmak olur”, “badem bıyık-kareli ceket”, “muhafazakâr denince ben İslâmcı, olmadı Müslüman anlarım, ben öyle anlıyorsam doğrusu da budur” gelir buralarda. Ve özellikle kimi hatta çoğu pek demokrat muhalif zihinlerde de. Kimse “orada Marx, Engels, Sartre vs. varsa, burada da Hobbes, Burke, Hume, Locke, Aron, Schumpeter, Hayek vs. var, bunlar da mı ahmak?” diye sormaz.
Muhafazakâr, liberal, sosyal demokrat, sosyalist, komünist, avrokomunist, yeşil vb. bu ayrımlar üzerine düşünmez, merak da etmez. Atlantik’in o yanı bu yanı veya Anglosakson dünya ile Avrupa’da bu terimlerden, sınıflandırmalardan, tanımlardan ne anlaşıldığını da bilmez. Bizdeki “muhazakâr devrimcilik” iddiasının, geçen gün Taha Parla hocamızın da açıkladığı üzere basbayağı “köktenci gericilik” anlamına geldiğini de keza demokratlık adına yadsır, görmezden gelmeyi yeğler.
Gericilik, reaksiyoner (“réactionnaire”) olmak demekse –ki aciz amadenize göre de öyledir, Burke’un iyi bilinen “muhafaza etmek için, reform yapmak zorundayız” (“we must reform in order to conserve”) ilkesi de herhalde ileriye bakan, ilerlemeyi hedefe koyan ama ona farklı bir yöntem öneren bir yaklaşımdır. İlerlemek için muhafaza etmemiz gerektiğini söylememiş merhum. Üstelik muhafazakârlık özünde sekülerdir de: Temel meselesi, çıkış noktası dinin yurttaşlık bağından, devletten, anayasadan elenmesine ilişkindir.
Malumatfuruşluk taslamayıp rahmetli Aristo’yu filan atlarsak, “modern” muhafazakârlık da günümüzdeki belki tüm siyasal akımlar gibi 1787’de ABD Anayasası’nın kabulüne ve ardından 1789 Fransız Devrimi’ni izleyen fikir tartışmalarına dayandırılabilir. Az daha geriye gidip, İngiltere’deki 1688 “Şanlı” veya “Kansız” Devrimi de çıkış noktası kabul edilebilir. Hepsinin özünde de hem dinin siyaset dışına çıkarılması, hem monarkın/yöneticinin yetkilerinin kamu yararına sınırlandırılması önceliği vardır.
Vites büyültüp günümüze fişeklersek, kıta Avrupası’nda muhafazakârlığa tekabül eden Hristiyan Demokrat partilerin, “Müslüman Demokrat” karşılığının olamayacağı yirmi yıllık zorlu ve zoraki laboratuvar deneyiyle anlaşılmış olsa gerektir. Nitekim ülkemizde hukuk devletini, hak ve özgürlükleri geçelim, anayasadan dahi söz etmek artık abesle iştigal halini almıştır. Daimi OHAL, bizim doğal durumumuza dönüşmüştür. Fiili OHAL’den çıkmak bile susuzluktan çatlamış dudakları ıslak mendille nemlendireceği için yeterli sayılır, iyimserlik nedeni kabul edilir olmuştur.
Örnekse, SSCB döneminde Stalin sonrasında cılız da olsa filiz veren demokrat direnişin özü de “kafamızı kırın eyvallah ama bari mevcut anayasayı uygulayın” önermesine dayanır. SSCB’nin bu direnişle değil başka etmenlerden ötürü çöktüğü belki üzerine düşünülecek bir başka konudur. Konumuz o değilse de Rusya tarihine çarlıktan SSCB’ye, SSCB’den Putin’e göz atılırsa “Ruslara demokrasi bir beden bol mu geliyor, öyleyse neden?” sorusu da ayrıca kafamızı kurcalayabilir.
Dolayısıyla muhalefet için ortak amaç “yüzüncü yılında cumhuriyetimizi demokrasiyle taçlandırmaksa”, “helâlleşme” uğruna, “bana 28 Şubatçı derler” kaygısıyla, “laikçi teyzelik yapmanın modası geçti” düşüncesiyle, “ortak hassasiyetler ve değerler” bulunduğu sanısıyla, gericiye gerici demekten kaçınmamak gerekir. İslâmcılığın en ılımlı türevinin dahi demokrasinin d’siyle bağdaşmayacağı, aksine bünyenin kendi ürettiği bir kanser gibi onu içinden kemirip, sonunda mutlaka yok edeceği bilinci de asgari müşterek olmalıdır.
Selefilik, vahabilik, tekfircilik, Taliban, İran’daki “İslâm Cumhuriyeti” ve “velayet-i fakih” doktriniyle, laik ve demokratik olma iddiasındaki nüfusunun ezici çoğunluğu Müslüman bir cumhuriyete yuvalanmış İslâmcılığın takiyesi arasındaki mesafe sanıldığından çok daha kısadır. Zira düşünmeye cüret edecek olunursa, başka türlüsüne olanak bulunmadığı da görülür. Yerdeki insan eseri anayasayla, gökten inmiş kutsal kitap arasında yurttaşlığın doğası gereği sürekli seçime zorlanmak İslâmcı için aşılması mümkün olmayan bir çelişkidir.
Medyascope'un haftalık e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her çarşamba mail kutunuzda.
Anayasa, sonunda sınırları belirli bir kara parçasında insanların üzerlerinde uzlaştığı bir yurttaşlık sözleşmesidir. Ülkemize yurttaşlık bağıyla bağlı kişilere “Türk” deniyorsa, anayasaya “Türklük Sözleşmesi” denilmesi kendiliğinden bir eleştiri oluşturmaz. Mesele bunun altının nasıl doldurulduğu, nasıl uygulandığında düğümlenmektedir. Başka deyişle, “Türklük” sözleşmeyle oluyorsa (gelip 400.000 dolar bastırıp, sıfır daire yanında cemile kabilinden ay-yıldızlı pasaport satın alan bir İranlı veya Iraklı için meselâ), bunda eşit anayasal yurttaşlık bakımından bir sorun olamaz.
Aynı dolayımla Kürtlük büyük ölçüde etnisiteye dayansa da Türklük dayanmaz. Belki temel çelişki de buradan kaynaklanmaktadır. Balkan Türkü, Çerkes/Abhaz, Boşnak, Arnavut, Türkmen vb. hepsi öz Türk ama önce Kürt ve sesi çıkmasa da ardından Arap o kadar Türk değil mi? Gagavuz akraba, Karamanlı ise mübadeleye girmiş, onun zamanında yoktu öyle şeyler, yararlanamadı garip. Hariciye’de Müslüman ülkeye yazılırken “bismillah” der gibi “kardeş” demek usuldendir de, NATO üyesi ülkeye yazarken “müttefik” diye girilmez söze.
Bulgaristan’daki, Yunanistan’daki Türkler gerçekten at sırtında Orta Asya’dan mı geldi? Değilse Orta Asya’dan gelenler kimlerdi? Ecdad Osmanlı sultanları İstanbul’un fethinin ardından “Kayser-i Rum” (“Roma İmparatoru”) ünvanını aldılar da “Türklerin Ulu Hakanı” gibi bir unvan iddiasında bulundular mı? Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran’a gidiş ve dönüşünde onbinlerce Alevi Türkmeni -günümüzde olsa “ulusal güvenlik” veya “hikmet-hükümet” gerekçesiyle- kıydığını biliriz. Öncesinde Fatih Sultan Mehmet’in de Toros havalisindeki Türkmen beylerini (Avlonya doğumlu) Gedik Ahmet Paşa’ya ezdirdiğini, 1473 Otlukbeli’nde Akkoyunlu Türkmenleri yendiğini, daha öncesinde 1402 Ankara’da Yıldırım Beyazıt’ın kime karşı ve ne uğruna savaştığını pek düşünmez miyiz? Düşünsek, Türklüğün ecdad tarafından pek de makbul kabul edilmediği gibi bir sonuca varmak herhalde mümkün değil. Yahut aşağıdaki sadrazamların doğum yerlerine ilişkin görsele bakıp, ecdadın Müslüman Arap ve Kürdü değil de, devşirme veya değil Yunan’ı, Balkan kökenliyi daha işe yarar gördüğünü mü varsaymalı?