Türkiye ekonomisindeki “büyük” dönüşüm 2001 krizi ile başladı. Kötü iktisadi koşullar, dışsal herhangi bir müdahaleye gerek duymadan siyasette de ciddi bir dönüşümün önünü açtı. En son askeri darbenin ardından yirmi yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen, demokrasimizin gelişme seviyesi bu dönüşümün sivil siyaset eliyle yapılmasına olanak sağladı. Sermaye grupları ve bürokrasi geçmişte olduğu gibi kriz karşısında sivil siyaseti güçsüz görmemiş, krizden çıkışın yolu olarak askerleri tercih etmemiştir. Elbette bunun tersini de düşünmek mümkün. Kriz sonrasında siyasetin de sermayenin ihtiyacını karşılayacak yeteneğe ulaştığı söylenebilir.
Aslında sadece 1980 yılında uygulanmaya başlanan çok kapsamlı reform programının eksik kalan parçası devreye sokulmuştu. Bu eksik reformların tamamlanmasıyla ekonomideki kaynak kullanım tercihlerinin yapılması tamamıyla piyasaya bırakılabilecekti. Siyasilerin bilinçli bir şekilde uzun yıllar erteledikleri “kamu sektörünün reformu” bu şekilde, zaruri olarak, olağanüstü koşullar altında devreye sokuldu.
Bu reformlarla bir birikim sürecinin sonuna gelindi. Aynı zamanda yeni birikim sürecinin de temelleri atıldı; prensiplerinin neler olması gerektiği kamuoyu ile paylaşıldı. Ama daha önemlisi kamu bürokrasisinin ekonomik kararlarda ve kaynak kullanım tercihlerindeki etkinlikleri en aza indirgendi.
Yapılan reformlar iktidarda etkinliğini yitirmiş kesimlerin eleştirilerine maruz kalsa da ekonominin iflas noktasına gelmiş olması herkesi bu reformların sonuçlarına katlanmaya mecbur etti.
Sadece kamu sektörünün reforma tabi tutulması değildi sorun. Aynı zamanda farklı nitelikleri olan ve 1990’lı yıllar boyunca birbiriyle rekabet içinde bulunan sermaye birikim süreçleri arasından birinin güçlü bir şekilde öne çıkması ve halkın da bu tercihe rıza göstermesi olarak düşünülebilir bu reformlar.
Öte yandan ekonomi bürokrasisinin bu farklı birikim süreçlerinin temsilcileri ve sermaye grupları üzerinden yürüttükleri güç mücadelesinin de sona ermesi anlamına gelmekteydi bu reformlar.
Belli bir birikim model tercihi beraberinde, o birikim sürecine uygun bir makroiktisadi çevrenin oluşturulmasına gerek duyuldu. Ekonominin iflas noktasına gelmiş olduğu bir durumda, ne siyasilerin ne de kamuoyunun çok fazla direnci kalmamıştı yapılan bu tercihlere ve buna uygun oluşturulacak çevrenin genel ilkelerine. Zira ekonomik öncelikler siyasetin önünde seyretmekteydi o günlerde.
Bu dönemin başında iktidara gelen AKP, yaptığı bu tercihte ekonomik koşulların zorlaması altında kalmıştı. Kendilerinden önce yapılmış olan birikim sürecine dokunmadan, o birikim sürecinin ana unsuru sermaye gruplarının yanında yer alarak mevcut ekonomik koşulların iyileşmesini beklemeye koyuldu.
Bu amaçla küresel ölçekte iş yapmayı amaçlayan, daha önce ifade ettiğimiz gibi uluslararası rekabet gücünü önemseyen sermaye ile işbirliği içine girdi. Bu sürecin ülkenin maruz kaldığı ekonomik sıkıntıları aşılmasında yapacağı katkılardan yararlanılması amaçlandı. Bu haliyle AKP’nin o gün tercih ettiği büyük sermaye gruplarıyla geliştirdiği ilişki samimiyetten uzak bir ilişkiydi aslında. Çünkü bu sermayenin görmeyi arzuladığı ekonomik çevrenin niteliğinin, AKP’nin hedeflediği ilkelerle uyuşmadığı çok geçmeden görüldü.
Bu sermaye birikim sürecinin başında olanlar 1980 reformlarıyla güçlenip, ekonomide söz sahibi olan büyük iş gruplarıydı. Ayrıca bu süreçte hem AKP politikalarının hem de bu sermaye gruplarının finansmanına aracılık eden, iktidar için son derecede kritik öneme haiz “finansal sermayenin” taleplerinin de karşılanması iktidarın öncelikleri arasında yer aldı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Makroiktisadi istikrardan taviz verilmeyerek, ekonominin kurumsal yapısı büyük sermayenin arzuladığı şekilde oluşturulmaya başlandı. Kurumsallık, yönetimde şeffaflık, hesap verebilirlik gibi ilkeler ön plana çıkartılarak, uluslararası ilişkilerde Türkiye’nin Avrupa ile yakınlaşması sağlandı. Sonuç olarak bu dönemde AKP zorunlu olarak daha demokrat bir görüntü sergilemek zorunda kaldı.
Siyasi olarak AKP iktidarın önceliği ekonominin yola sokulması ve ekonomideki iyileşmenin yol açacağı refah artışının kendi lehine kamuoyu rızası üretmesiydi. İktidarda kalmanın yolu o günlerde ekonomik başarıdan geçmekteydi. Bunun için mevcut kamu bürokrasi dışlanarak sermaye gruplarıyla doğrudan temas etmek, onların desteğini alarak iktidarını güçlendirmek tercih edildi.
Geçmiş dönüşümlerden farklı olarak, bu dönemdeki dönüşüm “dışarıdan” gelen bir müdahalenin yardımı alınmadan, sadece ekonomik şartların zorlamasıyla sivil irade tarafından yapıldı. Önceki dönemde izlenilen farklı sermaye birikim süreçlerinin temsilcilerinin kendi aralarındaki rekabeti sonlandırılarak, krizden çıkışta en önemli olan sermaye öne çıkartıldı.
Bir yandan ihracatı devreye sokarak elde edilecek döviz gelirleri, diğer yandan cazip makroiktisadi şartların çekiciliğiyle yabancı sermaye akımları Türkiye’ye yöneldi. Böylece döviz cinsinden borçlanma ülkenin bu dönemdeki kaynak sorunlarının çaresi oldu.
AKP’nin bir kalkınma planının olup olmadığı zaman zaman tartışmalara konu olmuştur. Belki bu ilk yıllarında, böyle bir beklenti içinde olunması çok gerçekçi olmayabilir. Zira ekonomik istikrarın olmadığı bir ortamda, sürdürülebilir bir kalkınma politikasının izlenebilmesi mümkün değildir. Öncelik her zaman istikrarın sağlanmasıdır. Dolayısıyla iktidarın bir kalkınma planının olup olmadığını değerlendirebilmek için sonraki yıllardaki ekonomik uygulamalara ve sermaye ile ilişkilerine bakmakta yarar var.
Kalkınma bağlamında ele alınabilecek iki temel uygulama alanı olmuştur. Her ikisi de kendi iktidarı için gerekli geniş kamuoyu rızasının üretilmesiyle ilişkilidir. Birincisi kamu hizmetlerinin kalitesini de arttırılmasına yarayacak altyapı yatırımlarının yapılması. Diğer ise, 1950’lerden beri çözülemeyen kırdan kente göçün yönetimidir. Özellikle kentlere gelenleri bir şekilde gelir sahibi yapıp, belli bir refah düzeyine ulaştırmak ana önceliklerden biri olmuştur. Bu iki amaç yıllar içinde AKP iktidarına dayanak olan yeni bir alternatif sermaye grubunun oluşumuna da vesile olmuştur.
Son yirmi yıllık dönemde AKP’nin birçok özelliğinden ve başarısından bahsedebilmek mümkündür. Ancak bunlar arasında sermaye ile yürüttüğü ilişkilerdeki başarısı ayrı bir şekilde ele almayı gerektirmektedir.
Kamuoyunda sıkça tekrar edildiği gibi, AKP aslında bir koalisyonlar partisi olarak bilinir. Özellikle 2001 krizi öncesinde farklı sermaye gruplarının, farklı siyasi partilerin eliyle yürüttüğü siyasi rekabet krizle birlikte görünmez olmuş ama AKP bu farklı kesimleri kendi siyasi çatısı altında birleştirmeyi başarabilmiştir. Sermaye grupları ise iktidar dışında farklı siyasi oluşumları kullanarak iktidar mücadelesine girmek yerine, iktidarın bir parçası olmayı tercih etmişlerdir. Bu şekilde iktidar dışına taşan sermaye arasındaki rekabet, AKP iktidarının ön ayak olduğu yapı içinde, parti için rekabet haline gelmiştir. Elbette bunda 2002 seçimlerinde diğer partilerin tasfiyesinin de etkisi olmuştur. Bu yüzden o günlerde AKP tek bir sermaye grubunun temsil ettiği bir siyasi parti olmamıştır. Bu sonucun siyasi bir başarı olmasından ziyade, daha çok ülkedeki siyasi ve ekonomik şartların zorlamalarının oynadığı rol önemlidir.
Aslında o dönemdeki AKP ülkemiz siyasi tarihi bakımından tek parti çatısı altında gerçekleşmiş olan “büyük sağ koalisyon” olarak nitelendirilebilir. Bu koalisyon içinde yer alan farklı sermaye gruplarının etkinlikleri ise AKP’nin siyasi ve iktisadi ihtiyaçlarına göre belirlenip şekillendi. Ekonomi alanında yaptığı uygulamalar da bu ihtiyaçların yönlendirmesine tabi olarak belirlendi.
Başlangıçta, ekonomik zaruretlerin baskın olduğu dönemde, ihtiyaç duyulan yabancı kaynağı sağlayacak sermaye kesimleriyle ve onların talepleriyle bir sorun yaşanmadı. Ancak daha sonra AKP, siyasi önceliklerin daha çok hissedilmesiyle, uyguladığı ekonomi politikalarını bu siyasi ihtiyaçlarını giderecek şekilde belirlemeyi tercih etti. Bu dönüşüm aynı zamanda AKP içinde farklı sermaye gruplarının öne çıkmasına yol açtı.
Ekonomik kısıtların iktidar üzerindeki şiddeti azalınca, AKP önceliğini siyasete ve iktidar gücünü arttırmaya verdi. Aynı dönemde döviz cinsinden kolay borçlanabilme imkânın olması, sanayi üzerinden elde edilecek ihracat gelirlerine bağımlılığının da azalmasına yol açtı. Kolay ve ucuza elde ettiği dövizlerle iktidarı için gerekli sermaye tabanının genişletilmesine olanak sağladı. Bu amaçla, Anadolu’da 1990’lı yıllarda gelişen sermayeye açılmaya başladı.
Çoğu küçük ve orta ölçekli olan bu işletmeler, ağırlıklı olarak iç pazarda rekabet edip sermaye birikimlerini arttırabilmenin peşindeydi. Aynı zamanda belli bir “network” gücüne sahip olan bu gruplar, bu networkler vasıtasıyla iktidarla ilişki kurmaya başladılar. AKP bu kesimlerin bürokrasideki temsilcileriyle de işbirliğine girerek, iktidar erkini kullanmada söz sahibi olmalarına olanak sağladı. Bu dönüşüm 2007 seçimlerinin ardından ve 2010 referandumunun hemen öncesinde, yine sivil siyasetin inisiyatifi ile gerçekleşti. Türkiye’nin AB ile yürüttüğü üyelik görüşmelerinin tıkanması ve bazı üye ülkelerin Türkiye’nin üyeliğine yönelik olumsuz görüş beyan etmeleri Türkiye’nin AB’den uzaklaşmasına yol açtı. Bununla birlikte AKP’nin de dünyaya entegre olmuş büyük sermaye gruplarının desteğine ihtiyacı kalmadı.
Bu dönüşüm beraberinde bu kesimlerin büyüyüp gelişmesine olanak sağlayacak tarzda ekonomik politikaların uygulanmasını zorunlu hale getirdi. Göreli olarak daha gelenekselci, iç pazara bağımlı ve sermaye birikimi için kamu kaynaklarına ihtiyaç duyan bu grup, AKP’nin siyaset tarzının da değişmesine yol açtı.
AKP’nin ikinci döneminden itibaren AKP çatısı altında gerçekleştirilmiş sermaye koalisyonunda dışa açık, küresel değerleri benimsemiş, daha rekabetçi olan sermaye geri adım atarken, daha küçük ölçekli, iç pazara odaklanmış ve geleneksel değerlere sıkı sıkıya bağlı sermaye yükselmeye başladı.
Aynı dönemde muhalefet herhangi bir şekilde sermayenin herhangi bir kesimi için yeterli alternatif olma kabiliyeti gösterememiş, yine devlet bürokrasisinin temsilcilerinin siyasette temsilcisi olmaya devam etmiştir.
AKP’nin sermaye ile ilişkileri için 2013 yılın kritik bir öneme sahiptir. Dünya ekonomisine hâkim mali koşulların değişim tarihi olan 2013 sonrasında ülkemizdeki iktidar bu dönüşüme ayak uydurmakta zorlanmıştır. Bu noktadan itibaren de geçmişte olduğu gibi, meydana gelen ekonomik güçlükler iktidarın dönüşüm yapma kabiliyetinin azalmasına yol açarak, siyaseti dış müdahalelere açık hale getirmiştir.